-->

Sponsor Alanı

Slider

İlgi Çeken Videolar

Sağlık

Teknoloji

Sinema

Televizyon

Ne Nedir?

En5 Konular

ads

Evrimin Çıkmaz Yolu Mutasyon

iF
Bir din gibi inandıkları evrime ‘bilimsel’ bir hava vermek için çalışanların, üzerinde durdukları mevzuların başında ‘mutasyon’ gelmektedir. Tabiî seleksiyon adını verdikleri ‘en güçlülerin yaşadığı, zayıfların yok olduğu’ şeklinde özetlenebilecek ‘kısmen doğru’ bir prensibin işletilmesi için gerekli itici gücü ondan beklediklerinden, evrimciler zâviyesinden mutasyon vazgeçilmez bir umdedir. Zîrâ bütün evrimciler ‘mutasyon’ gibi temeli genetiğe ve moleküler biyolojiye dayalı, biyolojik olarak da belli ölçülerde gözlenebilen bir kavramı kullandıklarında, evrim hipotezinin ‘bilimsellik’ ve dolayısıyla da geçerlilik kazanacağını düşünürler.
Mutasyon bir organizmanın genotipinde (genetik kodunda) hâsıl olan, görünüşe göre âniden ve bir defada meydana gelen değişikliktir. Mutasyonlar genellikle fizikî veya kimyevî dış tesirlerle, nadiren de bilemediğimiz iç sebeplerle ortaya çıkabilir. Mutasyonun canlıda kendini gösterebilmesi için, hücredeki genetik bilgiyi taşıyan DNA zincirinin gen adı verilen ve belli bir proteine ait bilginin kodlandığı bölümünde bir değişikliğin ortaya çıkması gerekir.
DNA; şeker ve fosfat gruplarından yapılmış iki molekül zinciri üzerine, sonsuz bir ilim ve kudretin takdiriyle belirlenmiş adenin (A), guanin (G), timin (T) ve cytosin (C) bazlarını teşkil eden moleküllerin dizilmesinden meydana gelmiştir. Nükleotit adı verilen bu molekül gruplarında, daima A ile T, G ile de C birbiriyle bağlanabilir. Böylece iki zincir spiral şeklinde birbirine sarılmış hâlde bulunur. Genetik bilgi bu dört harfin teşkil ettiği kodonlardan (A-T, T-A, G-C, C-G) üçlü nükleotitler hâlinde kodlanır. Canlının temel yapı taşını oluşturmak üzere yaratılan proteinleri meydana getirecek 20 çeşit aminoasite karşılık, dört çeşit azotlu baz, üçlü nükleotitler hâlinde 64 farklı kodon teşkil edebilme potansiyeline sahip yaratılmıştır. Dolayısıyla bir aminoasiti kodlayabilecek birden fazla kodon bulunabilir. Bazı kodonlar ise, protein sentezinin başlangıcını ve bitişini belirleyecek bilginin şifresini ihtiva eder.
Mutasyonlar, bir DNA zincirindeki herhangi bir bazın başka bir bazla yer değiştirmesi netisinde ortaya çıkabileceği gibi, bir veya daha fazla sayıdaki bazın eklenmesi veya eksilmesiyle de meydana gelebilir. DNA zincirinde kodlanmış olan bilgide, bir tek baz çiftinin değişmesiyle gerçekleşen mutasyonlara, nokta mutasyonlar adı verilir. Ayrıca bir aminoasidi kodlayan bir kodonu, hiçbir aminoasidi kodlamayan bir hâle dönüştüren mânâsız mutasyonlar veya bir aminoasidi kodlayan bilgiyi, başka bir aminoasidi kodlayan bilgiye dönüştüren yanlış mânâlı mutasyonlar da vardır. Eksilme veya eklenmeler neticesi ortaya çıkan mutasyonlar çok daha önemli neticelere sebep olur.
‘Mutasyonlar canlıda bir değişmeye sebep olur mu?’ diye sorarsak, buna vereceğimiz cevap ‘evet’tir. Fakat ‘Mutasyonlar evrime sebep olur mu?’ diye sorulursa, bunun cevabı ‘hayır’dır. Değişmenin neticelerinin ne olacağına dâir karşı verilecek cevap ise, ‘facia’ veya ‘yıkım’ şeklinde özetlenebilir.
Nokta mutasyonlar genellikle tek bir kodona tesir ettiğinden, çoğu defa büyük değişikliklere sebep olmaz. Meselâ mutasyona uğrayan kodon, aynı aminoasidi kodlamaya devam edebilir veya proteinin fonksiyonunu değiştirmeyen başka bir aminoasit kodlanabilir. Fakat bazı durumlarda DNA molekülündeki tek bir nükleotidin değişmesi bile hayatî neticelere sebep olabilir. Meselâ, orak hücreli anemi olarak bilinen kansızlık, bu tip bir nokta mutasyonla ortaya çıkar. Yavru böyle mutasyonlu bir geni, hem annesinden, hem de babasından almışsa, bu hastalığa mârûz kalmış demektir.
DNA’daki bir veya birden çok bazın eksilmesi veya eklenmesi durumlarında, bu noktadan itibaren bilginin okunma çerçevesinde kaymalara sebep olacağından, genin yapısında büyük değişiklikler ortaya çıkar. Meselâ TAG GGC ATA ACG ATT şeklindeki bir nükleotit dizisine, ilk kodonda ortaya çıkan bir mutasyonla bir A bazının eklendiğini farz dersek, bu durumda yeni dizi TAA GGG CAT AAC GAT T şekline dönüşecek ve bu farklı şifre sebebiyle bambaşka bir aminoasite ait bilgi kodlanacaktır.
Mutasyona uğramış DNA dizileri de tıpkı normal DNA gibi eşlenir, çoğalır ve nesilden nesile aktarılır. Mutasyona uğramış genetik bilgi, yeni bir mutasyonla eski normal hâline dönebilir. Bu durumda ikinci mutasyon orijinal genin tamirine vesile olur ve normal fonksiyonunu yeniden kazanabilir. Bazen de ilk mutasyonun olduğu bölgeden başka bir bölgede ortaya çıkan ve baskılayıcı mutasyon denilen ikinci bir mutasyon sebebiyle, ilk mutasyonun tesiri kısmen veya tamamen ortadan kalkabilir.
Âniden meydana gelen ve fenotipte (dış görünüşte) büyük değişikliklere sebep olan büyük mutasyonlar, canlıda bir çeşitlilik ve değişiklik meydana getirmesi adına önemli değildir, zîrâ bunlar canlıya yaşama imkânı vermez. Meselâ; radyasyona veya mutasyon meydana getirebilecek kimyevî bir maddeye mârûz kalan bir zigotun veya gelişmekte olan embriyonun -genetik programında oluşan değişikliklerin büyüklüğüne bağlı olarak- organlarında, eksiklikler veya fazlalıklarla (iki kafalı, dört kollu gibi) hilkât garibeleri meydana gelebilir ki, bu tip hasarlarla doğanlar yaşayamazlar. İnsandaki kondrodistrofik cücelikte, baş ve gövde normal olduğu hâlde, kol ve bacaklarda gelişme bozukluğu vardır. Binlerce genden sadece birindeki mutasyonla bu hastalık ortaya çıkar. Meselâ köpeklerde görülen benzer bir kondrodistrofik bozukluk, köpekler için kötü olsa da, avcıların işine yarar(!) bir mutasyonun neticesidir. Bu tip köpekler, tavşan deliklerini ve gizli yerleri kolay bulabilir.
Küçük mutasyonlar ise, fenotipte küçük varyasyonlar meydana getirir. Evrimciler, bu küçük mutasyonların birikeceğini ve nesilden nesile türü farklılaştıracağını iddia ederek -bu genetik mekanizmayı sınırlarının ötesine geçirecek bir abartmayla- türü tamamen farklı bir türe dönüştürecek biçimde yorumlarlar. Meselâ; evrimcilere göre bir balığın solungacı, kurbağa akciğerine veya bir kertenkelenin bacağı, kuş kanadına dönüşebilir. Karada yürüyen bir memelinin ayakları, yüzgece dönüşürken, kılları dökülüp deri altı yağ tabakası kalınlaşabilir, memelerinin emzirme mekanizması, doğurma şekli farklılaşabilir.
Deneylerle en küçük bir yeni organ bile geliştiremeyen evrimciler, bu konuda büyük sıkıntı içerisindedir. Zebra balığının, böbrekleri ile ilgili genlere mutasyonlar yaptırılarak, yüzlerce farklı böbrek ve idrar yolu arızasına sebep olunmuştur.
Eğer küçük mutasyonların yavaş yavaş birikerek âniden netice verdiğine inanırsak, ne zaman, ne şekilde, hangi yolla, hangi şiddette olacağı bilinmeyen sayısız tesadüfî mutasyondan her birinin, bir gâye gözeterek, şuurlu varlıklar gibi ne yaptığını bilerek, birbirlerini kollayarak, art arda düzgün bir sıra hâlinde ve dâima isabet ederek, sayısız popülasyon içinde her defasında aynı ferdin üreme hücrelerinde meydana geleceğini kabul etmek gerekir. Meselâ, deniz kenarına gelen kara memelilerinin suda yaşayabilmesi için vücudunda yüzlerce anatomik ve fizyolojik değişikliği ortaya çıkaracak binlerce mutasyonun, hep aynı hayvanın üreme hücrelerinde, yavaş ve kontrollü şekilde, belli bir sırayla, çok hayatî bir zamanlamayla ve de isabetli olarak oluşması gerekir. Ayrıca bu değişikliler sadece bir cinste değil, hem erkek, hem de dişide aynı zamanda ve karşılıklı meydana gelmelidir. Bunun ise, ihtimal hesapları içinde yeri bile yoktur.
Nitekim bugün yaşayan kadın-erkek altı milyar insan içinde, mutasyonlara bağlı yeni bir türe başlangıç olabilecek bir tek genetik değişiklik görülmemektedir. Buna karşılık, her gün birçok genetik hastalık (Down Sendoromu gibi) görülmektedir. 65 milyon yıl önce dinozorlar yok olduğunda, onların yerine gelen kuş ve memeliler, aynı tesadüfî mutasyon mekanizmalarıyla meydana geldilerse, isabetsiz mutasyonların meydana getirdiği yüzlerce ve binlerce kusurlu iskelete ait kemikler nerededir? Mutasyonla değişmiş fertlerin nesilleri de aynı değişikliğe sahip oldularsa, bunlara ait kemikler nerededir? Bütün bunlar evrimcilerin cevap veremedikleri sorulardır.
Her canlıda bazı küçük mutasyonların meydana geldiğini görerek, bunun hâsıl edeceği neticelerin canlı için kesinlikle faydalı ve kullanılabilir bir özellikte olacağını söylemek, muhaller ötesi bir iddiadan ileri gidemez. Çünkü bir organın en küçük bir kısmını değiştirecek herhangi bir mutasyon bile, zararlı ve o organın fonksiyonlarını kısıtlayıcı bir değişim meydana getirir. Mutasyonların meydana gelme sınırları çok geniş değildir. Bir veya birkaç mutasyon, organın ideal yapısını bozacağı için, canlının aleyhine bir durum arz eder. Ayrıca herhangi bir organın değişmesi canlının tamamen değişmesi demek olmadığından, bu durum zararlıdır ve canlının ölümüne yol açar (çünkü organizmanın sistem bütünlüğü bozulmaktadır). Meselâ, sudan karaya çıkan bir balığın solungaçlarının akciğerlere dönüştüğü bir an için kabul edilse bile, yüzgeçlerin ayak şeklini alması, pulların kaybolması, zehir bezlerinin gelişmesi, kalbin ve aort yaylarının, duyu organlarının ve sinir sisteminin farklılaşması, ekstremite kaslarının yürüme pozisyonuna adapte olması gibi birçok değişiklik aynı anda olamayacağı için, sadece solungacın akciğere dönüşmesi bir mânâ ifade etmeyecek ve bu değişme hayvanın ölümüne sebep olacaktır. Aynı şekilde göz veya beyin gibi kompleks organların en küçük bir parçasında bile, bütünü nazara almadan küçük değişikliklerin tesadüfen meydana gelmesini ve kendiliklerinden birikerek düzenli bir göz veya beyin programının, DNA’yı teşkil eden nükleotit molekülü olarak şifrelenmesini hiçbir akıl kabul edemez.
Mutasyonların, kurulu mükemmel sisteme ve âhenkli çalışan organizasyona veya bünyeye olumsuz tesirleri açıkça görüleceğinden, canlının aleyhine netice vereceği bilinmektedir. Bu hususta şöyle bir benzetme yapılabilir: 1930 model çok basit bir otomobil, makineli tüfekle kurşun yağmuruna tutulduğunda, mermilerin otomobilde yapacağı parçalayıcı tesirle, basit otomobilin 2005 model bir Mercedes’e dönüşmesi ne kadar mümkünse, bir hayvanın da mârûz kalacağı yıkıcı mutasyonlarla, düzenli çalışan yeni bir sisteme, nesil veren başka bir hayvana dönüşmesi o kadar mümkündür.
Vücudumuzda her gün binlerce mutasyonlu hücre meydana gelir. % 99,9’u zararlı olan mutasyonlar neticesinde oluşan bozuk hücreler, vücut için mahzur oluşturmadan, bağışıklık sistemi tarafından yakalanarak yok edilir. Bağışıklık sistemi zayıflamış ve hatalı çalışıyorsa, bu takdirde mutant hücreler çoğalarak, zararlı özellikler kazanır ve kanser tümörlerini meydana getirir. Üreme hücrelerinde oluşan mutasyonlar da, ya döllenmeye engel olacak şekilde bozukluklara, yahut döllenme olsa bile embriyonik gelişmenin belli bir döneminde embriyonun ölümü demek olan düşüklere yol açar.
Bu arada kafa karıştıran bir hususun belirtilmesinde fayda vardır. Yukarıda zikrettiğimiz, “Mutasyonlar milyonda bir nispetinde görülür ve % 99,9 zararlıdır.” tabiri, genetik sisteme (genoma) ait değişiklikler nazara alınarak söylenmiştir. Vücudumuza ait organ ve sistemlerin yapısını değiştirecek, ona yeni ve daha faydalı ilâveler yapabilecek genetik koddaki değişiklikler kastedilmiştir. Bu durumun bağışıklık sistemimizdeki hücrelerde olan değişikliklerle karıştırılmaması gerekir. İmmün sistemimizde bulunan çeşitli lenfositlerimize de, karşılaşılan bakteri ve virüslerdeki değişikliklerle mücadele edebilmesi için devamlı olarak genetik değişiklikler yapabilme kabiliyeti verilmiştir. Zîrâ yaratılışları gereği bakteri ve virüslerin de genetik sistemlerinde değişiklikler meydana getirilmekte ve devamlı aynı türe ait yeni çeşitler ortaya çıkarılmaktadır. Onların da nesillerinin devamı, bu yeni tiplerde ortaya çıkacak yeni kabiliyetlerin hayatta kalma gücüne bağlıdır. Bağışıklık sistemi hücrelerinde görülen bu değişiklikler aslında bir mânâda mutasyondur. Fakat bu mutasyonlar gelişigüzel olmayıp, vücudun genel işleyişi ile birlikte, immün sistemin işleyişinin de kodlandığı DNA’da belirlenmiştir. Ayrıca bu mutasyonlar, türümüzü değiştirmek için tesadüfen, kendi kendine ortaya çıkamayacak kadar mükemmel ve hikmetli değişikliklere vesile olarak, hayatımızın korunması için verilmiştir. Evrimcilerin beklediği ise, lenfositlerin geçirdiği mutasyonlar değil, üreme hücrelerinde ortaya çıkacak, solungacı akciğere veya yüzgeci bacağa dönüştürecek olanlardır.
Mutasyonların faydalı neticeler verdiğine dâir evrimci iddialar ise, tam mânâsıyla ‘züğürt tesellisi’nden ibarettir. Meselâ, bir mutasyonla orak hücreli anemi hastası olan birinin sıtmaya karşı dirençli olmasını, damar sertliğine karşı dayanıklılık göstermesini, HIV’e karşı bağışıklık kazanmasını, laktoz intoleransını veya naylon yiyen bakterileri faydalı mutasyona örnek göstermek çok yanlış ve aldatıcıtır. Zîrâ bunlar tek bir mutasyona dayalı ve türün genel programına aykırı olmayan, yani türü farklılaştırmayan değişikliklerdir. Bunların bazılarında küçük bir menfaatin bulunması onun zararlı olma özelliğini değiştirmez. Ayrıca bakteri genomu seviyesinde, sadece bir hücreden ibaret organizmadaki genetik bilgideki herhangi bir değişiklik, sadece o hücre ile sınırlı kaldığı için kendisini gösterebilir. Fakat bir sistem ve organizasyon içindeki çok hücreli canlılarda, milyonlarca hücrenin her birinin sistem içindeki durumlarını koruyarak ve mevcut organizasyonu bozmadan yeni bir organ veya doku oluşturacak şekilde bütün olarak değişmesi muhaller ötesi bir muhaldir.
“Tesadüfî Mutasyon Üretme Makinesi” şeklinde isimlendirilebilecek bir bilgisayar programında İngilizce dokuz kelimeden (44 harf) ibaret bir cümledeki harflerin yerlerinin değiştirilerek mânâlı yeni bir cümle oluşturma çalışmaları neticesinde bulunan rakamlar, akıl ve havsalanın alamayacağı kadar büyüktür (58639153496314421699960747595891e+79). Sadece beş harfli bir kelimenin (BROWN) başka bir kelimeye (BLACK) dönüşmesi için 1.160.290.625’te bir ihtimal olduğu gösterilmiştir. 44 harflik bir cümlenin tesadüfen mutasyonla değişmesi ihtimali bu kadar korkunç bir rakam iken, en basit bir mikroorganizma olan parazit Nanoarchaeum bakterisinin 490.885 baz çiftinin kullanılmasıyla programlandığını düşünürsek, meselenin ne kadar korkunç rakamlara varacağını tahmin edebiliriz. Yukarıda bahsedilen basit cümlenin bilgisayar lisanındaki (1 ve 0’lardan yazılmış) büyüklüğü 308 bit’dir. Nanoarchaeum bakterisinde ise bundan 3.000 kat daha fazla (981.770) bit’lik bilgi vardır.

Bakteriler, bizleri türlerin birbirinden türemediğine ikna eden önemli bir örnektir. Bakteriler, en çabuk üreyen hayat formlarıdır. Ekosistemdeki mükemmel gıda zinciri vesilesiyle kontrol altında tutulmadıkları takdirde 36 saat içinde bütün dünyayı neredeyse diz boyu kaplayabilirler. Bütün diğer canlılardan daha fazla mutasyona uğrarlar; ama bugüne kadar hiçbir bakterinin başka bir canlıya dönüştüğü görülmemiştir.

Çok sık mutasyon geçiren ve bölünme süreleri 20 dakika civarında olan Escherichia coli bakterilerinde mutasyon nispeti, 10-5 ile 10-10 arasındadır. Çeşitli mutagenlerle bakteriler üzerinde yapılan yüzlerce araştırmada, sadece aynı tür bakterinin daha dayanıklı olan çeşitleri üretilmiştir. Nitekim bugün birçok antibiyotiğe karşı direnç geliştiren bakteri türlerinin genetik kapasitelerinin gücü karşısında, ilâç firmalarının pes edecek dereceye gelmesindeki asıl sebep bu mutasyonlardır. Ancak yukarıda da işaret edildiği gibi, bu sınırlı ve küçük çaptaki mutasyonlarla, yeni bir bakteri meydana gelmemiş, sadece aynı türün farklı ırkları üretilmiştir.
Tek hücreli canlılardan olan mayalar, çevremizde her yerde bulunur. Hızla bölünerek çoğalan bu bakteriler, organik molekülleri mayalarken alkol ve karbondioksit üretir. Alkolü sirkeye dönüştüren bakterilerde bu işi yapabilmelerini sağlayan ‘alkoldehidrogenaz’ enzimi bulunur. Bir protein olan bu enzimin fonksiyonel molekül kısmı birbirine gevşekçe bağlanmış dört alt birimden meydana gelir. Bu alt birimlerin her biri 347 aminoasitten yapılmıştır. Bu aminoasitler sebebiyle enzimin değişme potansiyeli çok yüksektir. Enzimin altbirimlerini şifreleyen tek gen vardır. Bu gendeki tâlimâtlarla alt birimler yapılır ve enzim fonksiyonel hâle gelir. Bu gende tek bir mutasyon olursa, eksik fonksiyon görmeye başlar. Lâboratuvarda yapılan bir mutasyonla maya hücresinin enzim fonksiyonunu bozmadan, uyum sağlayabileceği bir durum meydana getirilebilir mi?
Bilindiği gibi mayalar oksijensiz de yaşar. Oksijen kullanan kısmı yok edilen maya hücreleri, alkoldehidrogenaz enzimine bağımlı hâle gelir. Bu sakatlanmış hücrelere enzimin zehirli bir bileşiğe çevireceği değişik bir alkol bileşiği verildiğinde, mutasyon geçiren mayalar, açığa çıkan bu zehirli bileşiğe karşı direnç göstermişlerdir. İncelemeler sonunda mayanın proteinine atların alkoldehidrogenazında aynı yerde bulunan bir aminoasit girdiği görülmüştür. Bu yüzden maya enzimi, atın enzimine benzer davranmaya başlamış, yani alkole karşı direnç kazanmıştır. Bu tip küçük değişiklikler her zaman aynı türe ait fertler arasında görülebilecek cinsten olup, çeşitliliği ve ırklaşma sürecinin düzenlenmesine vesile olan genetik hâdiselerdir. Genetik materyeli ifade eden DNA zincirinin değişik bölgelerindeki küçük parça kopmaları, yer değiştirmeler, katlanıp tekrar eklenmeler gibi moleküler değişikliklerin sebep olduğu çeşitlenmeler, bütün canlı hücrelerde her zaman yaratılan normal biyolojik hâdiselerdir. Fakat, bu tip hâdeselerle, maya bakterilerinin ata dönüşmeyeceğini herkes bilir. Bu yüzden ‘mikroevrim’ yerine ‘mikrodeğişim’ tâbirinin kullanılması daha uygundur.
Grassé bu konuda şöyle bir soru sorar: “Evrimin Darwinci mutasyona dayalı yorumları, 100 milyonlarca yıl varlığını aynen koruyan türlerin, diğer türler kadar mutasyona uğradığını nasıl açıklar?” Cevabı da yine kendi verir: “Eğer bir taraftan mikrodeğişimin, diğer taraftan da belirli bir istikrarın (değişmezliğin) olduğu kabul ediliyorsa, o zaman mikrodeğişimin evrim sürecinde rol oynadığı neticesine varılmaması gerekir. ...Deliller bizi, mevcut bitki ve hayvan türlerinde gözlemlediğimiz mutasyonlar ne olursa olsun, evrim teorisini reddetmek zorunda bırakmaktadır.”1
Üzerinde çok sayıda deney yapılan türlerden Drosophila melanogaster’in (meyve sineği) yumurtlama ve gelişme süresi çok kısa (12 gün) olduğu için, bu sinek uzun yıllar mutasyon deneylerinin en birinci malzemesi olmuştur. Bu deneylerde sineğin mutasyon oranını 15.000 kere artırmak için x ışınları kullanılmıştır. Bununla, türün normal şartlarda milyonlarca yılda karşılaşacağı mutasyonlara çok kısa zamanda mâruz kalacağı bir ortam oluşturulmuş ve evrim geçirmesi beklenmiştir. Mutasyon hızı bu kadar artırılmasına rağmen, bazı değişikliklere uğramış meyve sineğinden başka bir şey elde edilememiştir. Mutagenlerin kanadı olmayan, bacakları körelmiş, kambur veya gözsüz sakat sinekler olduğu, daha üstün meziyetlere sahip tek bir yeni sinek türünün bile meydana gelmediği görülmüştür.
Ernst Mayr de meyve sineği üzerinde 1948’de gerçekleştirilen iki deneyle ilgili şu bilgileri aktarmaktadır: “Birinci deneyde sineğin kıllarının azaltılması, ikinci deneyde ise artırılması hedeflenmişti. Ortalama 36 olan kıl sayısını 30 nesil sonra 25’e kadar düşürmek mümkün oldu. Ama daha sonra kısırlık meydana geldi ve o seriden elde edilen sinekler nesil üretemez oldular. İkinci deneyde ise ortalama kıl sayısı 36’dan 56’ya çıkarıldı; bu defa yine ilk deneyde olduğu gibi kısırlık baş gösterdi. Açıkça görülmektedir ki, mutasyon ve seleksiyonla geçekleştirilen zorlayıcı ıslahlar genetik çeşitliliğin kökünü kurutmaktadır. Tek taraflı seleksiyon, genel çevre şartlarına uyumda bir düşüşe sebep olmaktadır. Bu da, neredeyse üretim ve ıslahla ilgili her türlü deneyin baş belasıdır.”2
Küçük mutasyonlar bile çoğunlukla zararlı ise ve tabiî seleksiyonla eleniyorsa, büyük mutasyonların nasıl bir hilkat garibesi oluşturacağı, bunların hayatta kalıp kalamayacağı gibi soruların cevabı olumsuzdur. Madem makromutasyonlarla türden türe geçiliyordu, bu takdirde bugün yaşayan türler arasında birinden diğerine geçiş durumunda makromutasyona uğramış yüzlerce örnekle karşılaşmamız gerekmez miydi? Bu hususta yapılan en büyük hatalardan birisi normal genetik hâdiseler olan ‘translokasyon’ ve ‘delesyon’ denilen kromozom değişikliklerinin sebep olduğu varyasyonların, evrime sebep olan mutasyonlar olarak düşünülmesidir. Halbuki mayoz bölünme esnasında kromozomlar arasında meydana gelen parça alış verişi (crossing-over) 1880 yılında keşfedildiği hâlde, bunun biyolojik değişim ve çeşitlenmedeki rolü ihmal edilmişti. Bugün biliyoruz ki, ‘intrakromozomal rekombinasyon’ adı verilen, ‘genetik potansiyele yeni yeni varyantlar verdirilmesi’, tür içi çeşitliliğin en büyük kaynağıdır.
Böylece, tür içerisinde yeterli derecede değişiklik veya çeşitlilik ortaya çıkarak, aslında türün sürekli varlığı garanti altına alınmaktadır. Bütün genetik araştırmalar, bir türün çeşitliliğini ortadan kaldırmaya yönelik olarak tek tip fertler yetiştirilmesi hâlinde, bir müddet sonra aynı tip özelliklerin o türün devamını sağlamak için gerekli olan değişkenlik kabiliyetini körelttiğini göstermektedir. Bu husustaki üreme deneyleri de Darwin’in iddialarının tamamen aksine bir neticesi göstermektedir. Darwin sun’î üretimi incelemiş, ve bunun, hayatiyetini devam ettirmeye daha muktedir hayvan ve bitkilerin ortaya çıkmasını sağladığı neticesine ulaşmıştır. Darwin’in bu konudaki en büyük hatası ‘daha kârlı olma’ ile ‘daha uygun veya kabiliyetli olma’yı birbirine karıştırmasıdır. Üretim teknikleriyle daha çok yumurtlayan tavuk, daha fazla süt veren inek, daha fazla yün veren koyun, daha büyük koçan veren mısır üretilebilir. Fakat bu seçim gerçekleştirilirken o türün hayatiyetini devam ettirme kabiliyeti azalır. Üreticiler tamamen ekonomik maksatlarla, bir türün faydalı görülen vasıflarını seçip, diğerlerini faydasız veya gereksiz saydıklarında, aslında o türe uzun vadede kötülük etmekte, onu fıtratına dercedilmiş tabiî gücünden ve adaptasyon kabiliyetinden uzaklaştırmakta, çevredeki zararlı değişikliklere karşı daha az dirençli ve zayıf hâle getirmektedir.
Grassé, mutasyonların sadece genetik sistemin değişim kabiliyeti içinde, merkeze bağlı olarak sağa sola hareket eden bir sarkaç pozisyonunda olduğunu, ama hiçbir zaman evrimi ortaya çıkaracak bir netice hâsıl etmediğini, sadece daha önceden var olanı ilgili karakterin ana merkezi etrafında bir çeşit değişime uğrattığını belirtmiştir.


Dipnotlar
1. GRASSÉ, P.P. (1977): Evolution of Living Organisms. Academic Press, s, 202. New York
2. RIFKIN, J. (1984): Algeny: A New Word, A New World. Penguin (Darwin’in Çöküşü, 2001, Tercüme: Ali Köse. Ufuk Kitapları: 18, Bilim Dizisi: 1, İstanbul).

Prof.Dr. Arif SARSILMAZ

Bilim Gerçekleri Bilebilir mi?

iF
İnsan; eşya ve hâdiselerin mahiyetini kavrayacak akıl ile mücehhez kılınmış, kendisine ilim ihsan edilmiş yegâne canlıdır. Hz. Âdem’in (as) diğer mahlûkâttan farkı, kendisine ilimlere anahtar olacak Esmâ-i İlâhiye’nin öğretilmiş olmasıdır. Zaten insana ‘eşref-i mahlûkât’ pâyesinin verilmiş olması da bundandır.

İlim, bir şeyi olduğu gibi kavrama ve anlama (hakikatin bilgisi) mânâsındadır ki, Yüce Yaratıcı’nın sınırsız ve mutlak sıfatlarından biridir. İnsanın öğrenmelerinin çoğu, tecrübelere dayanır. Bilgilerini genelde gayret ve istekle (kesbî) elde eden insanoğlunun bilgisi sınırlıdır. Onun bazı öğrenmeleri de kalbine akan bir ilhamın vesilesiyle olup, vehbîdir.

İlim, Hz. Âdem’e (as) verildiğinde, o bezmde bulunan diğer varlıklar karşısında O’na (as) bir üstünlük kattığı gibi, günümüzde de bir kuvvet ve üstünlük vesilesidir. İlmî gelişmelerin seyri gösteriyor ki, gelecekte çok şey gücünü, ilimden alacaktır. İlim ve teknolojiye sahip devlet ve milletler, diğer milletler üzerinde hâkimiyet kurmuşlardır. Bu sebeple, ilme sahip olma meselesi devletler için stratejik önemi hâizdir. Dünyada söz sahibi olmak isteyen devletler, ilmî araştırmalarda diğer ülkelerin önüne geçmeyi kendi toplumlarına hedef göstermektedir.

İnsan nesli var edildiğinden beri, ihtiyaçlarının temini için çalışmış ve varlıkla alâkalı sürekli yeni bilgiler öğrenmiştir. İhtiyaçlarının yanında, merak hissi, âlemi keşfetme ve ondan faydalanma arzusu da insanı araştırmaya iten diğer mühim sâiklerdir.

Bilim neleri biliyor?
Maddî âlemle alâkalı hususlar, pozitif bilimlerin sahasına girer. İnsan, hem büyük kâinatı, hem de atomların dünyasındaki küçük âlemi keşfetmeye çalışmaktadır. İlmî gelişmelerin nihaî hududunu çizmek oldukça güçtür; mamafih, kevnî kanunların çizdiği bir hudut, fıtrat kanunlarının müsaade ettiği bir nokta var olmalıdır. Bununla birlikte bazı çevreler, ideolojik maksatlarla sürekli olarak teknolojideki başarıları nazara vererek bilimin, varlık ve eşyaya ait her şeyin hakikatini bir gün tam olarak açıklayacağı şeklinde bir inancı yaymaya çalışmaktadır. Öyle ki, bilimin âlemdeki bütün problemleri çözeceği, hattâ ölüme bile çare bulacağı fikrini/inancını topluma dayatmaktadır.

Pozitif bilimler, varlığın ve eşyanın nasılıyla ve hâdiselerin meydana geliş şekliyle uğraşmaktadır. Maddenin kanunlarını, hareket ve davranış şekillerini bilmek, onun aslını ve mahiyetindeki bilinmezliği çözmez. Meselâ; ateşin yaktığını bilmek başkadır, niçin yaktığını bilmek başkadır. Birincisi, bir müşahede olup, tecrübelerle ulaşılan bilgidir. Diğeri ise ateşin hakikatine ve aslına vakıf olmaktır, yakmanın hükmünü bilmektir; ateşin mahiyetindeki yakıcı olma keyfiyetine ait bilgidir, yaratılış ile alâkalıdır. Varlığın hakikatini bilmek, yaratma ile alâkalı olduğundan sadece Yaratan’a mahsus bir ilimdir.

Her asırda olduğu gibi günümüzde de, bilimin geleceği hakkında büyük beklentiler vardır. Maddenin aslı tam bilinemese de, ondaki cârî kanunlar keşfedildikçe, yeni teknolojik gelişmelere kapı açılacak ve başka tatbikat alanları bulunacaktır. İnsanın madde üzerindeki tasarruf keyfiyeti de onda işleyen bu kanunların hudutları dâhilinde bir gelişme seyri gösterecektir.

Bilim nelere muktedirdir? Kâinat nasıl ve niçin var olmuştur? İnsan niçin vardır ve hayatın sırrı nedir? Bilimin keşfedebileceği bir ölümsüzlük iksiri var mıdır? Bilimdeki gelişmelerin bir sınırı var mıdır? Pozitif bilimler, varlığın hakikatini ve sırrını gelecekte çözebilecek mi? Bu ve benzeri sorular, herkesin merak ettiği ancak bilimin cevabını bulmakta zorlandığı hususlardır. Varlıkla alâkalı olarak bilimin bugün hakikatini çözemediği, gelecekte de çözümü pek mümkün görünmeyen hususlar yedi kategoride ele alınmaktadır:

1) Kâinatın ortaya çıkışı, kâinattaki hareketin kaynağı,
2) Kâinattaki mevcut nizâmın sebepleri,
3) Maddenin ve maddedeki cârî kuvvetlerin mahiyeti,
4) Şuurun mahiyeti,
5) İnsan iradesinin sebebi ve mahiyeti1,
6 Hayatın menşei,
7) Düşüncenin menşei,

Bu bilinemeyenlerin ilk üçünün madde ve âlemle, diğerlerinin ise canlı ve insanla alâkalı olduğu görülmektedir. Bunlar arasında en öncelikli konu kâinatın niçin var olduğu, nasıl başladığı ve bir sonunun olup olmayacağı hususudur.

Maddenin mahiyeti ve kâinattaki nizâm
Kâinatın yaratılışında ve yapısında hayret verici bir hikmet, mükemmel bir nizâm hâkimdir. Nizâm ve gâye kendiliğinden ortaya çıkmaz, hikmetli hâdiseleri şuursuz bir kısım sebeplere vermek mümkün değildir. Mevcudata hikmet nazarıyla bakılırsa, bütün varlığın tekvinî emirlere itaat ile hareket ettiği, her hareketin perde arkasında birtakım kanunların plânlı bir şekilde işletildiği görülür. Âlemdeki nizâm; varlığın arkasında hükmeden bir ilim, kudret ve iradeyi, dolayısıyla mevcudatı yaratan ve ondaki düzeni kuran ilim ve kudret sahibi bir Yaratıcı’nın varlığını zarurî kılar.

Maddenin, enerjinin bir formu olduğu bilinmektedir; ancak bilim, maddenin ve enerjinin kaynağını ve aslını, ondaki cârî kuvvetlerin ve kanunların gerçek mâhiyetini bilememektedir. Meselâ, madde niçin belli kurallara ve kanunlara göre şuurlu gibi davranmaktadır? Bilgi ve irade gerektiren bir davranışı şuursuz madde, nasıl gösterebilir? Pozitif bilimin bilme yollarıyla (gözlem, akıl, deney) bu soruları izah etmek mümkün değildir.

Atom içinde mikroâleme doğru inildiğinde de bir noktadan (sınır/boyut) sonra yine bir bilinemezlik başlamaktadır. Bu sınırın ötesi, teorik olarak Hilbert uzayı2 adını alır; bu boyuta ve ötesine bilimin tecrübî vasıtalarıyla nüfuz edilemeyeceğini bugünkü bilim ifade etmektedir. Dolayısıyla, madde hakkında bilinenlerin çoğu teorilerden ibaret kalmaktadır.

İnsanların ilmî araştırmalar vasıtasıyla maddenin davranış ve hareketinde tespit ettiği kanunlar, bütün varlığın Yaratıcı’ya mutlak itaatinin bir tezahürüdür. Kâinattaki kütle çekimi, atomun içindeki cârî kuvvetler de, bu kanunların ve emirlerin bir neticesidir. Aslında bütün sebepler ve kanunlar, Yaratıcı’nın izzet ve azametine birer perdedir. Yüce Allah (cc), isim ve sıfatların tecellilerini, sebepler adı altında tabiat diliyle terennüm ettirip teşhir eder, bunları insan gibi şuurlu varlıklara seyrettirir, kendisi de onların hayret ve hayranlıklarını seyreder.

Canlılık olarak tarif edilen hayat, cansız maddeden nasıl ortaya çıkmıştır? Hayatın kaynağı, canlılığın mahiyeti ve sırrı, pozitif bilim tarafından hâlen çözülebilmiş değildir. Hayat, varlık içinde hususi mahiyete sahiptir, bilimin çözemediği birtakım sırlar taşımaktadır.

Canlı ile cansızı ayıran şey nedir ve canlılığın sınırı nereden başlar? Canlı vücudunun temel yapıtaşı olan hücre, gerçekten biliniyor mu? Kromozomlarda bulunan genetik kodlar, kim tarafından programlanmıştır ve biyolojik organizmayı nasıl yönetiyor? DNA’da baz dizileri şeklinde kodlanan genetik bilgi, cansız atomlar ve moleküller tarafından niçin bir emir telâkki ediliyor ve bu emirler yerine getiriliyor? Hücredeki bir kısım faaliyetlerin bilinmesi, onun mahiyetinin tamamıyla çözülmüş olması mânâsına da gelmiyor. Diğer taraftan bilimin canlı ile alâkalı bildiği hususlar, bir organizmadaki hayata ait tezahürlerin izahlarıdır, yoksa hayatın ve canlılığın hakikî sebebi değildir.

Hayatın öyle hususiyetleri vardır ki, onun şuursuz maddenin davranışları neticesi ortaya çıkması ve onlarla izah edilmesi mümkün değildir. Hayat, madde parçacıklarının ortak bir gaye etrafında bir araya toplanmasıyla, onlara birliktelik verilmesiyle ve onların bir arada tutulmasıyla ortaya çıkarılan sırlı bir hakikattir.

Gelecekte bilimin inkişâfı ve teknolojinin gelişmesi ile birlikte, canlıyı taklit ederek onun bir kısım fonksiyonlarını yapabilen canlı benzeri birtakım robotik varlıkların üretilmesi söz konusu olabilir. Bu gelişmeler neticesinde bazı insanlar kendilerinde bir yaratma gücü vehmederek Yaratıcı’yı inkâra sapabilirler. Böyle bir varlıkta hakiki mânâda bir canlılık ve hayatiyet olabilecek midir? Canlılık, sadece fonksiyonel bir durum değildir, onda hayatiyeti meydana getiren madde ötesi bir öz vardır. İnsanların ortaya koyduğu şey, âlemdeki mevcut maddî unsurları kullanarak çeşitli terkiplerde bulunma ve bir kısım inşa faaliyetleridir; yoksa hiç yoktan bir şeyi var etme ve ona hayat verme değildir. Hücredeki organellerin yapıları ve fonksiyonları öğrenilse bile, ondaki ukde-i hayatiye3 bilinemeyen bir sır olarak kalmaya devam edecektir. Binaenaleyh, bilim, mevcut birikimiyle bütün imkânlarını bir araya getirse acaba hiç yoktan bir canlı hücresi yapabilir mi?

Araştırmalar insan üzerinde yoğunlaşmaktadır. İnsan, biyolojik yapısından başka, ruhî yönüyle akıl, irade, şuur ve çeşitli hislerle donatılmış ve diğer canlılardan çok farklı hususiyetlere sahip kılınmıştır. İnsandaki akıl, irade ve karar veren şuurlu yapı nasıl oluşmuştur? Düşünme kabiliyetinin kaynağı nedir ve düşünce nasıl gerçekleşir? Bugün pozitif bilim; akıl, irade, şuur ve düşünce hakkında fazla bir şey söyleyememektedir. İnsan gibi irade sahibi zeki bir varlığın şuursuz kör tesadüfler neticesinde meydana geldiğini izah etmeye çalışmak, aklın kabul edebileceği bir husus değildir.

İnsan bedenindeki mevcut cihâzatı (âletler) ve biyolojik yapıyı harekete geçirmek için ayrıca bir komut gereklidir. Meselâ beyni, vücudun komuta merkezi hâline getirmek için bir program gereklidir. Bilim, insanla alâkalı olarak en fazla beş duyunun fizyolojik mekanizmaları hakkında birtakım bilgilere sahiptir; ancak bu mekanizmaları bilmek, hislerin niçin var olduğunu ve bir duyunun nasıl idrak şeklinde ortaya çıktığını izah etmeye yetmez. Meselâ, ışık hüzmeleri göz vasıtasıyla elektrik sinyallerine çevrilip beyindeki görme merkezine iletildiğinde, beyin hücrelerinde bir resim şeklinde nasıl idrak ediliyor? Gören, işiten, duygulanan, düşünen ve hattâ inanan bir et parçası olan, beynin maddî yapısı mıdır?

Her insan aynı maddî unsurlardan teşekkül etmesine rağmen, farklı karakterlere sahiptir. Ayrıca her insanda sevgi, şefkat ve merhamet gibi hisler farklı şekilde tezahür eder. İnsandaki bu vasıflar, pozitif bilimin maddeyi esas alan metotlarıyla izah edilebilir mi? Kendi varlığından bile habersiz olan insan beyni, düşüncenin, şuurun ve kişiliğin kaynağı olabilir mi?

İnsanları farklı kılan mizaç ve karakterleri, onun mânevî hakikatini teşkil eden fizikötesi âleme ait “ruh” ile alâkalı olmalıdır. Hakikatte, insan vücuduna ve maddesine hükmeden, mânâ ve emir âleminden olan ruhtur. Bir benzetme yapılırsa, sanki ruh, beyni ve dolayısıyla vücudu idare eden bir yazılım programıdır. Beyin ise donanımdır. Bu yazılım ile donanım arasında çok ince bir perde (berzah) vardır. Ruhun vücut üzerindeki tasarruf ve hâkimiyetine ait bu ince sırrı keşfetmek veya onu taklit etmek mümkün değildir. Yaratıcı Kudret (cc), insanın mahiyetine kendi ruhundan üflemiş ve onu hayat sahibi kılmıştır.4

Tesiri nedir?
Varlıkların belirli şekil ve surette meydana gelmesi iki sebeple açıklanabilir; varlıklar ya tabiî sebeplerle var olmuştur veya akıllı bir sebep onları tasarlayıp inşa etmiştir. Meselâ; gelişigüzel bir taş yığınının rastgele tabiat sebeplerinin tesiriyle bir şekli almış olduğu düşünülse bile, taşların düzenli geometrik bir şekil oluşturacak tarzda bir araya gelmiş olduğu görülürse akıllı bir sebebin tesiri ile bu şekli aldığı anlaşılır. Aynı tarzda akıl yürütme biyolojide niçin kullanılmasın?

Bilim adamlarının canlılardan ilham alarak yaptığı bir robotu veya bir teknoloji ürününü görünce hemen herkes “Bunu kim yaptı?” diye sorar. Canlı varlıklar daha az kıymetli veyahut sanatsız mıdır? Güzel bir çiçeği, uçan bir kuşu veya insan gibi akıllı ve şuurlu mükemmel bir canlıyı görünce neden aynı soru sorulmuyor? Mükemmel birer sanat eseri olan canlılar görüldüğünde onu bir Yaratıcı’nın inşa ettiği düşüncesi, niçin bilime aykırı veya bilim dışı oluyor? Bilim adına deterministik natüralizmi ve pozitivizmi ‘bilimsel yaklaşım’ olarak takdim eden materyalist zihniyet, bilimi dar bir bakış aralığına hapsetmektedir.

Ayrıca bilim, tek bilgi kaynağı değildir ve insana her şeyi öğretmez. Bilim, toplumlar için ahlâkî normlar üretmez, insanlara doğru ve yanlışı da gösteremez. Niçin bilim adamlarının kimi inançlı, kimi ateist olmaktadır? Bu durumu izah için sadece dünya görüşünün farklı olduğunu söylemek doğru ve yeterli değildir. Zîrâ, bir bilim insanı için Yaratıcı’ya inanmak veya inanmamak sıradan ve önemsiz bir durum değildir. Aynen bunun gibi, Yaratıcı’nın varlığı veya yokluğu da bir değildir. İnanç, bir insanın hayata bakışını ve dünya görüşünü belirleyen bir değerler manzumesidir.

Darwin’in evrim teorisini ortaya attığı zamanlarda canlı hücresinin muhteviyatı ve mahiyeti hemen hemen hiç bilinmiyordu. Hücre hakkında çok detaylı araştırmalar yapıldıkça, hücrenin çok büyük ilim gerektiren bir İrade’nin eseri olduğu ortaya çıktı. İnsan vücudunda, hususiyetle gözün anatomisi, retina hücrelerindeki karmaşık biyokimyevî yapı, DNA kopyalamasında vazifeli enzimler, diz ekleminin yapısı gibi daha birçok karmaşık organın varlığı ‘indirgenemez komplekslik’ olarak bilinir. Tek hücreli bir canlıya bakıldığında bile insanı hayrete düşüren kompleks yapıların var olduğu görülür. Canlılardaki bu ve benzeri kompleks sistemler, tabiî seleksiyon ve mutasyon gibi şuursuz mekanizmaların tesiriyle ortaya çıkamaz.

Hayatın sınırsız ilim ve kudret sahibi Yüce Yaratıcı tarafından gayeli ve hikmetli olarak yaratılmış olduğu anlayışının ortaya koyduğu en mühim husus; varlığı ve hayatı ‘basit tabiat kanunlarının plânsız ve gayesiz rastlantıların neticesi meydana gelmiş’ olarak gören ve bilim dünyasına hâkim materyalist bir zihniyetin sonunu getirmesidir.

Netice
Canlı ve cansız bütün mevcudatı, Yaratıcı’dan ayrı düşünmek mümkün değildir. İslâmiyet, akletmeyi ve aklı kullanmayı devamlı surette vurgulamış, inananları öğrenmeye teşvik etmiş, ilim sahibini yüceltmiştir. İnsan, kâinatta görülen saltanat-ı Rububiyet’i tasdik edip ondaki mükemmelliğe ve güzelliğe hayran bir şekilde bakmalıdır. Kâinata, Bânisi ve Sanatkârı ile olan bağ koparılmadan bakılırsa, ondaki hikmetler ve güzellikler daha iyi görülecektir. İnsan, yeryüzünü kendisinin emrine ve hizmetine veren Yaratıcı’ya karşı şükran hisleri ile dolacaktır. Bilimdeki her gelişme, insanı Allah’a daha çok yaklaştıracaktır. Rabb’imiz; “Allah’tan ancak âlimler hakkıyla haşyet duyarlar.”5 buyurmaktadır.

Dipnotlar:
1. Ali Ünal, Zaman Gazetesi (10 Eylül 2007).
2. Hilbert uzayı, kâinatın en küçük boyut aralığıdır, mücerred matematikî bir mekândır, burada asla kuantlaşma olmaz. Bu boyut, bir bakıma henüz keşfedilmemiş, bilinmeyen varlıkların mekânı kabul edilebilir.
3. Hayat düğümü.
4. Secde Sûresi, 32/ 7–9.
5. Fâtır Sûresi, 35/28.

Dr. Kemal SERÇE

Evrim Yalanı

iF
İnsanın evrimini açıklamada oldukça zorlanan evrimciler, en fazla da insan beyninin evrimi konusunda açmaza girerler. İnsanlar ile diğer hayvanların (bilhassa maymunların) davranış ve kabiliyetlerindeki farklılığın açıklanması için, evrimleşme yolundaki bir maymunsu insan (hominid) beyninin tesadüfî bir organizasyonla veya bir mutasyonla daha büyük ve daha kompleks bir organizasyona sahip olduğunu, bunun da önemli bir dönüm noktası teşkil ettiğini savunurlar. Bilhassa, zihnî kapasiteler ile beynin büyüklüğü arasında çok kuvvetli bir münasebet olduğunu söylerler.

Evrimcilerin, insan beyninin evrimleşirken şu ân sahip olduğu büyüklük ve kompleksliğe nasıl ulaştığına dâir iki açıklaması vardır: Birincisi, tabiî seleksiyon yoluyla beynimiz evrimleşmiştir; çünkü daha büyük bir beyne sahip olmak hominid'leri daha zeki, hayatta kalma ve üreme açısından daha avantajlı hâle getirmiştir. İkincisi; Stephen Jay Gould'un savunduğu, daha büyük hominid beyni başlangıçta tesadüfî evrim süreçlerinin kaza neticesi ürettiği bir yan üründür, bu daha büyük beyinler, bir müddet var olduktan sonra hominid'ler daha zeki olmaya başlamıştır. İlk görüş daha büyük beyinleri bir adaptasyon- hemen fayda sunan bir şey- olarak görür. İkinci görüş ise, daha büyük beyinleri bir ön adaptasyon – o an için hemen bir faydası olmayan, ancak daha sonra avantaja dönüşen bir şey- olarak görür.

İnsan beyninin olağanüstü kabiliyetleri hakkında hiç kimsenin bir şüphesi yoktur. Buna rağmen, evrimcilerin insan beyninin nasıl evrimleştiğine dâir hususi ve detaylı bir açıklaması yoktur. Michael Hopkin tarafından Nature da yayımlanan "İnsan Evrimi için Çene Düşüklüğü Teorisi: İnsanoğlu Çiğneme Gücünü Daha Büyük Bir Beyinle Değiştirmiş midir?" başlıklı yeni raporu ele alalım.1 Hopkin'e göre, "Araştırmacılar insan beyninin neden bu kadar büyük olduğuna dâir can sıkıcı soruya bir cevap teklif etmişlerdir.2 Bu teklife göre, süper zekâmızı, belki de zayıf çene kaslarımıza borçlu olabiliriz. 2,4 milyon yıl önce meydana gelen bir mutasyon, primatların (maymunların) çene kaslarında üretilen bir proteinin üretilmesini engellemiş olabilir... Bu sebepten iri yapılı çiğneme cihazının (çenelerin) kasılmasının zayıflamasıyla, belki de insan kafatası büyümekte hür ve engelsiz kalmıştır."

Daha büyük beyin daha büyük zekâ mıdır?
Evrimciler yukarıdaki ifadeleriyle çene kaslarına tesir eden oldukça sıradan tesadüfî bir mutasyonun beynin büyümesi için bir yer sağladığını iddia etmektedirler. Bu düşüncenin geri plânında beynin zaten büyüdüğü, gittikçe daha büyük olduğu, tabii bunun için de yer açılması gerektiği düşüncesi yatmaktadır. Sonunda da beynin belli bir büyüklüğe ulaştığında zekâ, dil, kültür ve medeniyet gibi bütün birikimleri ve süper dahi insanları ortaya çıkardığı kabul edilir. Peki, beyin niçin bu büyüme sürecine girmiştir? Beyin büyüklüğü ile zekâ arasında bir münasebet var mıdır? Bu bir iddiadan çok, gerçek olması hayal edilen bir spekülasyondur. Peki, bu iddianın doğru olup olmadığını nasıl bilebiliriz?

Evrimcilerin bir kısmı, insanın zihnî kapasitelerini beyninin büyüklüğü ile doğru orantılı kabul etmekteydi. Çoğunlukla insanın zihnî kabiliyetlerine has olduğu iddia edilecek müşahhas bir biyolojik özellik bile tanımlanamazken, "büyük beyinler için çene düşüklüğü teorisi" evrimci bilim adamları arasında oldukça heyecan verici şekilde karşılanmıştır. Her ne kadar hangi mutasyonun böyle akıllı bir iş yaparak, tam isabetli ve dengeli bir şekilde ortaya çıktığını ve beyin büyüklüğü ile çene kasları arasındaki münasebeti keşfettiğini izah edemeseler de, en azından bir genetik mutasyonun büyük bir beyinle ve insanın zihnî kabiliyetiyle alâkasını kurduklarını düşünüp sevinmişlerdir.

Hâlbuki beynin gelişmesi ve akılları durduran mükemmel nöron organizasyonu üzerine yapılacak kısa bir araştırma, insan zekâsının açıklanması için, beyin büyüklüğünden daha fazla unsurlara ihtiyaç olduğunu gösterecektir. Beyin hücreleri olan nöronlar; hamilelikten itibaren ilk on sekiz ay boyunca, bölünerek çoğalır, gerektiği şekilde beyin dokusunu teşkil etmek üzere hareket ederek dağılır ve dakikada 250.000 adete çıkacak şekilde giderek hızlanan bir aktivite ile 50 milyar nöron güçlü ve organize olmuş bir zemin meydana getirinceye kadar birbiriyle bağlantılar kurarak yaratılmaya devam eder. Her bir nöron, on binlerce parmak ucu benzeri yapıya veya dendritlere sahiptir ki, bunlar sinirlerin diğer sinirlerle veya dendritlerle, güçlü kompleks bir devre şeklinde bağlantılar kurmasını sağlar. Hiçbir nöron, her birinin içerisinde bulunduğu bağlantılardan dolayı birbirinin aynısı değildir, bu da her beynin kendine has bir mahiyete sahip olarak yaratıldığını ortaya koyar. Bu devreler dünya üzerindeki bütün telefon devrelerinden çok daha komplekstir.

Kırk sene önce, bilim yazarı Isaac Asimov, insan beyninin böyle yoğun şekilde organize olmuş kompleks yapısındaki ihtişamın tesiriyle şöyle yazmıştır: "İnsanda bulunan yaklaşık 1,5 kg. ağırlığındaki beyin, şimdiye kadar öğrendiklerimize göre kâinattaki en kompleks ve en mükemmel şekilde organize olmuş nesnedir."3 İlerleyen yıllarda Asimov'un beynin kompleks yapısına dâir bu kavrayışı, yapılan diğer ilmî araştırmalarla daha da artmış ve insan beyninin muhteşem yapısının daha çok tesirinde kalarak şunları da ilâve etmiştir: "İnsan beyninin icat, keşif, önsezi ve zekâ kabiliyetlerinden daha sihirli bir şey yoktur." Ancak, Asimov, insan beynini tamamen materyalistik evrim süreçlerinin bir ürünü olarak gördüğünden ve bir Yaratıcı'yı kabul etmek istemediğinden şöyle devam etmiştir: "Bu kompleks beyin sınırlı sayıda hücrenin, sınırlı şekilde organize olmasından meydana gelmiştir, insandaki kompleks hücrelerle eşit sayıda ve onlara eş kompleks yapıda bir bilgisayar yapıldığında, insanın son derecedeki zekâsıyla yapabileceklerini gerçekleştirebilecek bir şeye sahip olmuş oluruz."4 Fakat henüz böyle bir bilgisayar şimdiye kadar inşa edilememiştir ve ufukta da görülmemektedir.

Asimov, yeterince güçlü bir bilgisayar ve uygun programlar çalıştırırsa, insana ait şuur ve düşünebilme kabiliyetinin materyalist âlemde bir yer bulacağını düşünmüştür. Ancak insan beyni bir bilgisayara benzemez. Şuurluluğun ve zekânın bilgisayarın hesaplarına ve kompleksliğine indirgenebileceğine dâir hiçbir delil yoktur. Sinir bilimcilerinin gözlemledikleri tek şey, sinir hücrelerindeki devrelerin kompleksliği ile zekâ kabiliyeti arasında bir uygunluk olduğudur. Ancak hücreler ve uzantılarından ibaret görünen maddî yapıdaki nöral devrelerin nasıl olup da zekâyı meydana getirdiğine dâir hiçbir teori ileri sürülememiştir.

Evrimciler basitçe, evrimin daha büyük beyinleri ürettiğini varsaymaktadır. Beynin henüz çok az bilinen yapısında, kompleks nörolojik organizasyonlar basit bir şekilde şansa bağlı hâdiseler ve tabiattaki sınırsız güçler (fizikî ve kimyevî faktörler) sayesinde kendi kendine nasıl meydana gelir? Maalesef, evrimcilerin bu soruya ait bir cevapları yoktur. Bu cevap eksikliği ve belirsizlik diğer bir soruyu doğurur: Aklî ve zihnî melekelerimiz için hangi büyüklükte beyinler gereklidir?

Daha küçük beyin geri zekâ mıdır?
"Daha büyük beyin daha çok zekâ demektir." diye düşünmek normal gelebilir; ancak bu yanıltıcı bir basitleştirmedir. Beynin büyüklüğünün zihnî melekelerle olan bağlantısına dâir tartışmalarda, beyin büyüklüğünün sadece mutlak bir tabir (ağırlık veya hacim bakımından) olarak değil, vücut büyüklüğüne nispetiyle düşünülmesi önemlidir. Meselâ, filler insanlardan daha büyük bir beyne sahiptir. Zekâ ile alâkalı diğer önemli bir faktör de beynin kendisinde var olan organizasyonun muhteşem kompleksliğidir. Meselâ, farelerle karşılaştırıldığında, insan beynindeki nöronlar birbirleriyle 10–100 kere daha fazla sinaptik bağlantıya sahiptir.

Tabloda bazı hayvanların çıplak beyin ağırlıkları ile nispî beyin ağırlıkları verilmiştir. Üç farklı tablo bir araya getirildiği için bazı türlere ait rakamlar eksiktir:5

Tabloda da görüleceği gibi insan beyni, bütün hayvanların beyinlerinden ağırlık, nispî büyüklük ve yüzeyinin toplam sahası bakımından çok büyük farklılıkla ayrılmaktadır. Bu farklar, akılsız ve tesadüfî mutasyonlarla ve ne kadar uzun olursa olsun zamanla aşılamayacak kadar büyüktür. Balina ve fil gibi dev hayvanların beyni insan beyninden ağır olsa da, vücutlarına nispet edildiğinde çok geride kalmaktadır. İnsanın bu bakımından yegâne olduğu inkâr edilemez ve insan beyninin mükemmelliği; evrimin tesadüfî, şuursuz, akılsız mekanizmalarıyla da izah edilemez.

Maymunlar takımının geniş bir şekilde anatomisinin ele alındığı önemli bir kaynaktaki tablolar incelendiğinde de 47 maymun türünün tamamında nisbî kafatası kapasitesi 3–11 arasında değişirken, insan için bu değer 23'ü göstermektedir.6

Bütün bunlara rağmen evrimci literatürde, insanın bütün harika, zihnî melekeleri – matematik zekâsı, musikî zekâsı, edebî zekâsı gibi- doğrudan yahut dolaylı olarak büyük kompleks bir beyin ile bağlantılı görülür. Büyük kompleks beyinlerin artan zekâyla olan paralel uyumu büyük çoğunlukla doğru olmakla beraber, bu husus bütün bilim adamlarının kabul edeceği gibi, bir sebep-netice münasebeti içinde değildir. Ayrıca beyin büyüklüğü ile zekâ münasebetine ait rakamlar mükemmellikten de çok uzaktır. Küçük yahut zarar görmüş beyinlere sahip insanlar sık sık normal veya normalüstü aklî kabiliyetler sergilemektedir. Bu durum, insanın aklî gücünün basit bir şekilde, sadece beyin büyüklüğüyle eşlenemeyeceğini düşündürür.

Meselâ, "kuş beyinli" ifadesi, beynin küçüklüğü sebebiyle daha az zekâya sahip olmayı tedaî ettirir. Bu, hatalı bir düşüncedir. Bazı kuşlar, beyin ölçülerine nispet edildiğinde bekleyeceğimizin çok ötesinde dikkat çekici zihnî kabiliyetler sergiler.

Dört Afrikalı gri papağanla yapılan bir araştırmada, papağanlardan birisi eğitilmiştir. Eğitilen bu papağanın sayı sayabildiği, nesneleri, şekilleri ve renkleri tanıyabildiği, "aynı" ve "farklı" kavramlarını algılayabildiği görülmüştür. Papağanların bir gün okuyabileceğini düşündüren deliller de vardır.7

Yukarıdaki papağan misâlindeki anormallikler nazar-ı dikkate alındığında, daha yüksek zihnî kabiliyetler için niçin büyük beyinlere ihtiyaç duyulması gerektiğini düşünelim ki? Aslında, çok azalmış beyin dokusu ile dikkat çekici şekilde zihnî kabiliyetler sergileyen insanlara dâir sağlam raporlar vardır. Meselâ, antropolog Roger Lewin, Sheffield Üniversitesi'nde profesör olan İngiliz nörolog John Lorber ile yaptığı bir çalışmasını rapor etmiştir. Buna göre IQ'su 126 olan, sosyal olarak tamamen normal ve birinci sınıfta matematikte derece kazanmış genç bir üniversite öğrencisinin doğru düzgün bir beyni yoktur. Bu gencin normalden daha büyük bir kafası vardır. Gencin öldükten sonra üzerinde yapılan beyin taramasında, ventriküller ile kortical yüzey arasındaki beyin dokusunun normalde 4,5 cm. kalınlığı olması gerekirken, çok daha ince -milimetreler seviyesinde ölçülebilecek derecede ince bir tabakadan ibaret- olduğu görülmüştür. Gencin kafatası büyük çoğunlukla cerebrospinal sıvı ile doludur."8

Aynı şekilde meşhur mikrobiyologlardan Louis Pasteur'ün durumu da çok enteresandır. Bilim tarihçisi Stanley Jaki bu dikkat çekici tespiti şöyle yapıyor: "Bir beynin durumu büyük oranda kötüleşmiş olmasına rağmen, yine de üstün bir şekilde çalışıyor olabilir... Bunun meşhur bir örneği Pasteur'e aittir. Pasteur kariyerinin en tepesindeyken, beyninden bir kaza geçirmiştir. Bu ağır kazaya rağmen, daha sonraları yüksek seviyede mücerret düşünme kabiliyeti gelişmiş ve hayatının ilk kırk yılında öğrendiği bütün bilgileri tam randımanlı olarak kullanmasını gerektiren araştırmalarda çok verimli şekilde kullanmıştır. Ancak ölümünün ardından yapılan otopsi göstermiştir ki, Pasteur yıllarca asıl itibariyle beyninin yarısı ile yaşamış ve bu araştırmaları yapmıştır, beyninin diğer yarısı tamamen bozulmuş durumdaydı."9

Evrimciler bu tarz anormalliklere karşılaştıklarında genellikle "Böbrek ve karaciğerde olduğu gibi beyinde de inanılmaz miktarda gereksiz fazlalık veya yedek kapasite olmalıdır."10 şeklinde bir ifadeyle, beynin çok fazla miktarda işe yaramayan fazlalık bölgeler taşıdığını söylerler. Fakat o zaman da şöyle bir soru ortaya çıkar: Eğer beynin bu kadar çok kısmı gereksiz ve fazlalıksa, o zaman biz neden daha büyük bir beyin geliştirmeden, aynı zihnî kabiliyetlere sahip olarak evrimleşmedik? Çünkü bu fazlalıkla birlikte birçok gizli problem de gelir. En önemlisi büyük beyinlere sahip bebekler doğum kanalından geçerken zorluğa sebep olur, bu yüzden birçok anne ve bebek doğum sırasında hayatını kaybetmiştir. Çok miktarda fazlalık ihtiva eden daha büyük bir beynin tabiî seleksiyonla elenmesinin daha kolay olması gerekirdi, küçük beyinliler daha kolay doğum gibi seçici avantaja sahip olduklarından akıllı ve zeki olanların elenip, küçük beyinli geri zekâlıların yaşaması gerekirdi.

Yüksek aklî kapasitemizin (meselâ bir işlem yapmak veya derin bir matematik teoremini ispatlamak gibi) beynimizin yapısı ve büyüklüğü ile nasıl bağlantılı olduğu hususunda hiçbir ciddi cevap yoktur. Evrimciler genel olarak aklı basit bir şekilde, beynin elektro-kimyevî bir aktivitesi olarak görmektedir. Fakat aklı beyne indirgeyen bu materyalist faraziye, şu ân itibariyle herhangi bir deneyle tasdik edilmemiştir. Elimizde olan şey, sadece beyin resimleri ile şuur ve akıl seviyesi arasında bir münasebetin varlığıdır. Fakat bu ikisini birbirine bağlayan sebep-netice münasebetine dayanan bir mekanizmaya sahip değiliz. Hayatını sürdürmesi için gerekli fonksiyonları yerine getirmek üzere her hayvana ihtiyacı kadar ve farklı kabiliyetlerle techiz edilmiş bir beyin verilirken, hiçbir hayvana haksızlık yapılmadığını söyleyebiliriz. Milyarlarca nöronun her hayvanın ihtiyacına göre bir desen teşkil ederek beyin gibi muhteşem bir sanat eserini meydana getirmek üzere harekete geçirilmesini ve bu sürecin hiç aksamadan yürütülmesini akılsız ve şuursuz evrim mekanizmalarıyla izaha çalışmak, düşünen bir insana pek mâkul gelmemektedir.

Kısaca söylersek, evrimciler için beynin evrimi büyük bir problem olarak ortada durmaktadır. Gelecek sayıda beyinde sergilenen yaratılışa ait güzelliklere ve evrimin açmazlarına devam edebilmek ümidiyle...

Dipnotlar
1. Hopkin, M. (2004): Jaw-dropping theory of human evolution. Did mankind trade chewing power for a bigger brain? Online olarak basılmış Nature makalesi. 25 Mart 2004. nature/doi:10.1038/news040322-9.html
2. Stedman, H.H., Kozyak, B.W., Nelson, A., Thesier, D.M., Su, L.T., Low; D. M. et al. (2004): Myosin gene mutation correlates with anatomical changes in the human lineage. Nature 428, 415-418.
3. Asimov, I. (1970): In the Game of Energy and Thermodynamics You Can't Even Break Even. Smithsonian (August):10.
4. Asimov, I. (1975): Science Past-Science Futur. New York, NY: Doubleday, 291.
5. Flindt, R. (2000): Biologie in Zahlen, Eine Datensammlung in Tabellen mit über 10.000 Einzelwerten, 5. .Auflage, Spektrum Akademischer Verlag. Gustav Fischer, Heidelberg, Berlin.
6. Ankel-Simons, F. (2000): An Introduction Primate Anatomy. Second Edition Academic Press, A Harcourt Science and Technology Company, San Diego, U.S.A .
7. http://www.alexfoundation.org. 18 August 2004.
8. Lewin, R. (1980): IsYour Brain Really Necessary?. Science, 210 (12 December):1232.
9. Jaki, S. L. (1969): Brain, Mind and Computers (South Bend, Ind.: Gateway Editions, 115-116.
10. Richards, Jay W. ed.(2002): Are We Spiritual Machines: Ray Kurzweil vs. the Critics of Strong A.I. (Seattle: Discovery Institute), 193.

Prof.Dr. Arif SARSILMAZ

Genlerin Evrime Karşı Olması

iF
Evrimcilere göre, bir canlıda yeni bir özelliğin kendi kendine ortaya çıkması için, tabiî seleksiyondan önce fertte faydalı bir değişiklik ortaya çıkmalıdır ki, bu fert, türler arasında rekabet için bazı avantajlara sahip olabilsin. Bu yüzden, makroevrimle çok büyük değişiklikler geçireceğine inandıkları canlılarda bir değişmenin ortaya çıkmasına imkân verecek bir şeye ihtiyaç duymaktadırlar. Peki, organizmalarda değişmeye sebep olabilecek şey tam olarak nedir? Mendel'den sonra, biyologlar canlı organizmalarda bu biyolojik değişikliği işletecek temel sebep olarak genlerin üzerinde durmaktadırlar. Peki, genler tam olarak nedir?

Mendel modern genetik anlayışımıza zemin hazırlamış olmasına rağmen, kalıtımın moleküler temelinin keşfedilmesi bir yüzyıl kadar daha sürmüştür. 1940'larda bazı bilim adamları, genetik kalıtımın sebebi olarak DNA'yı fark etmişlerdir; fakat, ancak 1953 yılında Fransis Crick ve James Watson, bu molekülün, meşhur çift spiral yapısını keşfetmiştir. DNA molekülü, alfabedeki harflerin görevini yapan azotlu bazlardan yapılmış dört nükleotid vasıtasıyla genetik bilgiyi kodlamaktadır. Bu dört baz iki gruba ayrılır: pürinler; guanin-G ve adenin–A ve pirimidinler; timin -T ve sitozin-C (Şekil–1). DNA molekülü şeker-fosfat omurgasının üzerine azotlu bazların yerleştiği iki zincirli bir yapıdan meydana gelir. İki zincir birbirine ters yönde durup birbirleri etrafında dönmüştür. Zayıf hidrojen bağları birbirini tamamlayıcı baz çiftlerini, A ile Tyi, G ile Cyi birbirine bağlar.

DNA dizilerine proteinleri kodlama kabiliyeti verildiğinden, DNA'nın bu şifreleri aslında mesajdır. DNA'nın bu baz dizilerinin proteinleri kodlamasını, harfler kullanılarak mânâlı bir metin yazmaya benzetebiliriz (Şekil–2). Biz nasıl mânâsı olmayan harflerden oluşmuş bir metin ile mânâsı olan bir metin arasındaki farkı anlayabilirsek, hücre de, akılsız ve şuursuz görülmesine rağmen rastgele dizilmiş bir DNA ile gerçek bilgi taşıyan bir mesaj arasındaki farkı küllî iradenin biyolojik prensipler şeklindeki tecellisiyle anlayabilir. Londra Former Üniversitesi'nden hücre biyologu E. J. Ambrose, hücrenin içinde bu mesajlaşmayı şöyle vurgulamaktadır: "DNA'daki bazların sıralanmasında, eğer hücrenin yaşaması ve çoğalması için gerekli hayatî aktivitelere dönüştürülebilecek bir mesaj varsa hücre bu mesajı tam zamanında fark eder."1

Astronomik sayıda muhtemel DNA dizilerinden sadece aşırı derecede küçük bir kısım, verilen tipte fonksiyonel bir proteini kodlar. Cambridge'te paleontolog Simon Conway Morris: "Hücre içinde sanki bir okyanus içinde yüzen milyonlarca işe yaramaz şifre içinden işe yarayan ve gerekli olan şifrelerin 'hususi hazırlanmış adalar' şeklindeki kısımlarda seçilmesi çok açık olarak bir akıllı bir tercihi gösterir." 2 demektedir.

Bununla beraber, Neo-Darvinciler, DNA'nın, biyolojik açıdan önemli yapıları bu kadar küllî bir ilim ve kudreti, dolayısıyla bir Allah (celle celâlühü) inancını gerektirecek şekilde kodlamasını kabul edemezler. Bunun yerine tesadüfî gen mutasyonları üzerinde iş gören akılsız tabiî seleksiyonda gizli bir ilim, irade ve kudret vehmederler. Mutasyonlar, DNA molekülündeki değişmelerdir ve iki kısma ayrılır: Nokta mutasyonlarıyla DNA'nın küçük bir bölgesindeki nükleotid bazlarından birkaçının değişmesiyle meselâ; bir aminoasidin şifresi bozulabilir ve protein zincirindeki bu yere farklı bir aminoasit girebilir. Kromozom mutasyonlarında ise küçük nükleotid parçalarının değil, DNA parçasının bütününü içine alan bir değişikliğin ortaya çıkması söz konusudur. Kromozom mutasyonları, bir DNA parçasının bilemediğimiz bir sebeple iki misline çıkması, bir parçanın kaybolması, aynı veya farklı bölgedeki DNA molekülüyle başka bir yerdeki parçanın yer değiştirmesi veya tersine dönerek yerleşmesi şeklinde olabilir.

Nokta mutasyonları nadir olarak görülür. Ama ne kadar nadir? Bir genin ortalama olarak her 100.000 ila 1.000.000 replikasyonda (yeniden üretimde) bir kere değiştikleri bilinmektedir.3 Nokta mutasyonlarının çıkış nispetini ifade etmenin bir yolu da, en az bir tane mutant gene sahip olan üreme hücresi sayısının bulunmasıdır. Çalışmalar göstermiştir ki, mutant bir gen ortalama olarak, 10 ila 100 gamette (üreme hücresinde) bir görülmektedir. Nokta mutasyonunun bu ortaya çıkış nispetinin altında yatan sebepler tam olarak anlaşılmamıştır; ancak bu nispet ısı, kimyevî maddeler ve radyasyon gibi belirli çevre faktörleriyle daha da artmaktadır.

İlk bakışta, kodlama yapan bir gende meydana gelen bir nokta mutasyonu, hücrenin işleyiş bilgisinde bir değişme olarak düşünülebilir. Hücre içerisindeki işleyişle alâkalı bir bilgiyi kodlayan bir gen ile yazılmış bir kitapta bulunan mânâlı bir kelimenin durumu oldukça benzemektedir. Bu kitapta bulunan bazı kelimelerdeki harfler gelişigüzel değişse ne olur? Kitapta bir gelişme olur mu? Her bakımdan ölçülü ve plânlı bir şekilde bir ilimle yazılan bir kitaptaki bu tarz değişmeler, çok büyük ihtimalle sahip olduğu mânâlı bilginin artmasına değil, azalmasına sebep olur. Bu değişiklikler çok fazla olursa neticede kitap mânâsız bir saçmalıklar yığını hâline gelecektir.

Biyolojik dünyada da mutasyonlar aynı tesiri yapar. Birçoğu zararlı, bir çoğu da zararlı olmasa bile organizmaya ne yardım eden ne de engel olan, sadece nötr değişmelerdir. Aslında, sert çevre hasarlarının baskısının anormal derecede arttığı aşırı şartlar hâricinde (bakterilerin antibiyotiklere maruz kaldığında dirençli hâle gelmeleri gibi), hiçbir faydalı nokta mutasyonun ortaya çıktığı bilinmemektedir.

Bununla beraber bu tip faydalı mutasyonlar, sadece tek bir protein üzerinde küçük ölçekte bir değişmeye vesile olabilir ve bu da makroevrim için bir güç sağlamaz ve delil teşkil etmez. Ayrıca çevre baskısı azaldığında, ortaya çıkan fayda da kaybolma eğilimindedir. Meselâ, bakterilerde meydana gelen antibiyotik dirençliliği, üreme nispetlerini azaltma eğilimindedir bu yüzden, antibiyotikli ortamdan uzaklaştırıldığı zaman, daha yüksek üreme nispetine sahip fıtrî tipteki orijinal bakteriler yeniden ortaya çıkar ve populasyon içerisinde yeniden baskın hâle gelir. Bu durum ise bir evrim olmayıp, bir adım öne, bir adım geriye doğru olan bir harekettir.

Çok büyük bir çoğunlukta ise fonksiyonel genlerdeki nokta mutasyonları zararlı veya öldürücüdür. Diğer bir tabirle, genel yapıya ait bozukluklara ve genetik hastalıklara sebep olmakta veya daha kötüsü ölüme yol açmaktadır. Netice olarak, mutasyonların çoğu evrimcilerin kendi hayallerindeki akıllı tabiî seleksiyon tarafından elenmektedir. Bazı ileri derecede büyük tahribata sebep olabilen ölümcül mutasyonlar, organizmanın hayatının henüz zigot veya embriyo safhasında sona ermesine sebep olmaktadır.

Nokta mutasyonlardaki bu sınırlardan dolayı, bazı Neo-Darwinciler, makroevrime ait değişmelere kaynak olması için kromozom mutasyonlarına bakmaktadır. Bu bakış açısından bilhassa gen duplikasyonlarının (iki misline çıkmasının) mühim olduğunu düşünmektedirler. Bunun sebebi, bir gen bir kere çift hâle geldi mi, onun bazı yeni fonksiyonlar sergileme ihtimalinin olmasıdır. Normal olarak bir gen, sadece bir fonksiyon için yaratılmıştır (meselâ; bir protein sentezlemek veya proteinlerin üretimini düzenlemek gibi). Ancak, eğer bir gen duplike olursa (iki misline çıkarsa) çift hâle gelen gen fazladan olacağı için, zaten orijinal gen tarafından yeterli şekilde yerine getirilen bir fonksiyonu sergilemeyecektir. Bu yüzden, evrimcilere göre kendiliğinden başka genetik ihtimaller meydana getirebilir. Neo-Darwinistlerin iddiasına göre, duplike olmuş olan gen, "genetik hiperuzay" boyunca "başıboş hâlde gezinerek", daha sonra makroevrimde işe yarayacak değişmelere temel olabilecek, bazı yeni fonksiyonlar elde edebilir.

Böyle bir iddiayı dillendirmek, konuşurken insana kolay gelse de, incelendiği zaman makûliyetini çok çabuk kaybeder.4 İddia sahiplerine göre duplike olmuş genin seleksiyon baskısından kurtulduğunda, nasıl değişeceği tamamen şans ile belirlenmektedir. Fonksiyonel olarak kalan orijinal genin tersine, iki katına çıkan gen sadece bir yere oturur ve kendisinin, kromozoma ait diğer mutasyonlar (inversiyon/tersine dönme gibi) ve nokta mutasyonları vasıtası ile bazı yeni fonksiyonlara sahip bir gene dönüşmesini bekler. Ancak az yukarıda gördüğümüz gibi, nokta mutasyonları nadirin de ötesinde çok az meydana gelmektedir. Buna ek olarak, çift hâle gelmiş genin başına gelecek herhangi bir ek kromozom mutasyonu, sadece genin yeniden belli bir yerde konumlanması ve düzenlenmesi için şansa dayalı başka bir hareketten öte bir şey değildir.

Böyle başıboş bekleyen çok sayıda genin her birinin plânlı ve şuurlu bir iradeyle yönetilmeden kendi kendilerine uygun bir yer bulmaları ve burada komşu olduğu yeni genlerle nasıl mânâlı bir anlaşma yaparak yeni organlar oluşturabileceği, hayal bile edilemeyecek kadar mantıktan uzak bir beklentidir. Hâlbuki bütün genlerin yaratılışta sadece birer perde olduğu ve her birinin yapacağı fonksiyonların ve bulunacağı yerin, çok hassas bir şekilde, sonsuz ilim ve kudret sahibi bir Yaratıcı tarafından hazırlandığı düşünüldüğünde her şey çok kolay olmaktadır.

Dipnotlar
1. Ambrose, E.J. (1982): The Nature and Origin of the Biological World. NewYork: Wiley Halsted, p.26
2. Morris, S. C.(2003): Life's Solution: Inavitable Humans in a Lonely Universe. (Cambridge: Cambridge University Press, p.19-20.
3. Dobzhansky, T. (1951): Genetics and the Origin of Species. NewYork: Columbia University Press, p.59.
4. Behe, M.J. and Snoke, D.W. (2004): Simulating Evolution by Gene Duplication of Protein Features that Require Multiple Amino Acid Residues. Protein Science 13, p1-14.

Prof.Dr. Arif SARSILMAZ

Makroevrimle bir yeniliğin ortaya çıkması

iF
Mutasyonlar ve tabiî seleksiyon, yeni adaptasyonlara ve orijinal organlara sahip bir canlı üretilmesine dâir herhangi bir güçlü delil ortaya koymamasına rağmen yine de; "Makroevrimle bir yeniliğin ortaya çıkması acaba mümkün müdür?" şeklinde bir soru sorabilir ve böyle bir değişme olması için, kaç genin değişmesi gerektiğini merak edebiliriz. Hücre biyologu, E. J. Ambrose: "Bir organizmada daha önce bilinmeyen en basit bir yapının ortaya çıkmasında bile, en az ihtimal ile beşten daha az sayıda genin rol alması pek mümkün değildir."1 tahmininde bulunmaktadır. Nitekim daha sonra, sadece beş genle kodlanabilen yeni ve nispeten basit bir yapı için gerekli olan fonksiyonel bilginin bile, şans eseri olarak mutasyonlarla meydana gelmesinin akıl almaz derecede imkân dışı olduğu Ambrose tarafından gösterilmiştir.

Ambrose, işe sadece zararlı olmayan mutasyonların (faydalı veya nötr olan mutasyonlar) meydana gelme oranları ile başlamıştır. İhtiyatlı bir tahmin ile 1.000 kişilik bir toplulukta, her nesilde birden daha fazla yeni, zararsız mutasyon olmamaktadır (çoğu gen 100.000'de 1'den daha düşük, mutasyona uğrama/olma sıklığına sahiptir ve bu mutasyonların çoğu da zararlıdır).

Bu takdirde, aynı organizmada iki zararsız mutasyonun olma ihtimali 1.000.000'da 1 olacaktır (birbirinden bağımsız iki hâdisenin birlikte olma ihtimali, bu hâdiselerin müstakil olarak görülme ihtimallerinin çarpımıdır; böylece 1/1000 x 1/1000 = 1/1.000.000 olur). Beş adet zararsız mutasyonun bir organizmada olma ihtimali bu hesaba göre, bin milyon kere milyonda birdir! (Bu ihtimali hesaplamak için, 1/1.000'i kendisiyle beş kere çarpmak gerekir; netice 1/1.000.000.000.000.000'dir.) Böyle korkunç bir rakamın bize birinci olarak söylediği şudur: "Bu beş mutasyonun tek bir organizmanın hayat süreci içerisinde meydana gelme şansı yoktur." İkinci olarak da şöyle söylenebilir: "Nispeten basit bir biyolojik yapının bile tesadüfî mutasyonlarla meydana gelme şansı 'sıfırken' ve ortada hiçbir model yokken, meselâ; bir akciğerin, bir bacağın veya kanadın ortaya çıkma şansı olabilir mi?"

Genetik prensipler evrime karşı çıkıyor!
Evrimcilerin tatlı hayallerinin hatırı için, bu beş zararsız mutasyonun tek bir organizma yerine, organizma topluluklarının teşkil ettiği, türün gen havuzu içerisindeki farklı fertlerinde meydana geldiğini farz edelim. Hattâ daha fazla taviz vererek, her şeye rağmen bu mutasyonların zaman içerisinde meydana geldiğini ve heterozigot şekilde korunduğunu da kabul edelim. Hardy-Weinberg Genetik Prensibi'ne göre; "Seleksiyon veya başka dış faktörler olmadan meydana gelen tesadüfî çiftleşmelerle, bir populasyonun içerisindeki gen nispetleri nesilden nesile aynı kalmaktadır." Bu durumda, bu beş mutasyona uğramış genin yüzdelerinin, populasyonun geri kalanındaki mutasyona uğramamış eşlerine olan oranı sabit kalacağından, sadece daha fazla yavru üretiminin, bu genlerin yeniden dizilip yerleşerek (rekombinasyon) bir araya gelme nispetlerini artırmaz. Bu oran ancak, bu mutasyona uğramış genleri taşıyan fertlerin çiftleşmesinin özel olarak seçilmesi veya bu mutasyonların daha küçük bir topluluk içerisinde meydan gelmesi olarak tarif edebileceğimiz, genetik sürüklenme ile artabilir. Genetik sürüklenme ile ayrılmış küçük bir topluluk zaman içinde sadece alttür veya ırk dediğimiz, aynı türe dâhil, küçük farklılıklara sahip fertler meydana getirebilir. Başta insan ırkları olmak üzere çeşitli, koyun, köpek, sığır ve güvercin ırklarının ortaya çıkışı genetik sürüklenmeye örnek verilebilir; fakat bunlar hiçbir zaman makromutasyon değildir.

Mutasyonlar, genomun kodlama yapmayan bir kısmında meydana gelmiş ise, herhangi bir özellik kodlamayan bir gen, hayvana herhangi bir avantaj veya dezavantaj sağlamayacağı için seçilemez ve bu yüzden de tabiî seleksiyon, böyle bir mutasyonu eleyemez. Ancak bu durumda yine de, ihtimale dayanan büyük engeller vardır.

Tesadüf üstüne, mutlu tesadüfler(!)

Bu birbirinden ayrı genleri taşıyan organizma fertlerinin, diyelim ki, bir milyon nüfusa sahip bir toplulukta birbirlerini bulma ihtimali nedir? Bu beş genin hepsinin bir organizmada bir araya gelmesi için, doğru zamanda ve doğru bir sıra ile çiftleşmelerine ihtiyaç vardır. Buna ek olarak, neticede meydana gelen yeni beş gen takımı, organizmanın komplekslik seviyesini, ait olduğu türün özelliklerinden daha yukarıya çıkarmak için (makroevrimin gerektirdiği gibi) gerçek mânâda yeni bir yapıyı kodlamak zorundadır. Ancak, böyle bir senaryo tamamıyla inanılmaz ve imkânsız görünmekte, tesadüf üstüne tesadüflerin ardı ardına tam hedefine varmasını gerektirmektedir.

Böyle bir senaryoyla makromutasyon olduğunu açıklamak evrimcilere makûl gelse bile, hâlâ izaha muhtaç çok şey vardır. Beş yeni genden meydana gelen özellikler toplamının aynı fertte tesadüfen(!) bir araya geldiğini ve yine taviz olarak, homozigot seviyede (iki eş kromozomdan her ikisinin de mutant) olduğunu da farz edelim. Şayet heterozigot olursa (iki eş kromozomdan birisinin sağlam olduğu), diğer sağlam kromozomdaki mutasyonlu genlere karşılık gelen genler, dominant (baskın) olacağı için, mutasyonlu beş geni perdeleyecek ve onların kendini göstermesini (ekspresyonunu) engelleyecektir. Bunlara ilâve olarak, beş genin hepsinin kromozomun aynı bölgesinde bir araya geldiğini de farz edelim ki bu, kromozomları kırıp yeniden bir araya getiren mekanizma açısından düşünüldüğünde, imkânsız olmasa da, akla son derece uzak bir durumdur. Eğer bu genler gerçekten bir tek sahada toplanmış olsalardı, bir başka gende meydana gelecek ek bir mutasyon (bu gen topluluğu için anahtar/açma kapama düğmesi geni gibi çalışarak), o alanı çekinik hâlden baskın hâle dönüştürebilirdi.

Renk ve desen değişikliği türün mahiyetini değiştirmez
Bir kromozom üzerindeki genlerdeki böyle bir dönüşüm, bir organizmada gerçekten yeni bir yapının ortaya çıkmasına sebep olabilir mi? Bu tarz beş-altı genin teşkil ettiği bir gen kümesinin Afrika'daki Papilio dardanus gibi taklitçi kelebeklerin renklenmesinin kontrolüne vesile olduğu bilinmektedir.2 Ancak, renk ve desen gibi sadece pigment hücrelerinin faaliyetine ait değişikliklerin kontrol edilmesi, alttür seviyesinde bir değişikliktir ve organlar gibi kompleks yeni yapıların türetilmesi yanında çok küçük kalmaktadır. Çünkü yeni özellikler kazanmış, daha farklı plânda ve kompleks yapıların ortaya çıkmasını açıklayan, beş-altı genden ibaret kümelere ait herhangi bir örnek gösterilmemiştir.

Sistemler "koordinasyon" ve "entegrasyona" muhtaçtır
Ambrose, zararsız mutasyonlara uğramış beş birimlik bir gen kümesinin tesadüfen oluşmasının mümkün olmamasının dışında, makromutasyonların ortaya çıkamayacağına dâir çok daha gayrimümkün yönlere de dikkati çekmektedir. Her şeyden önce, en basit bir biyolojik yapı için bile, örnek olarak verdiğimiz beş genden çok daha fazlasına ihtiyaç vardır. Ayrıca "Gen kümelerinin içerisindeki genlerin her birinin fonksiyonlarının birbiri ile ve aynı ânda, organizmanın bütününün gelişmesi ile sıkı bir münasebet (koordinasyon ve entegrasyon) içerisinde olmak mecburiyetinde olduğunu düşündüğümüzde, doğru genleri bir küme hâline getirmenin muhtemel olmaması zaten önemini kaybetmektedir."1 Ambrose bu düşüncelerinin devamında şu neticeye varmıştır: "Bir topluluktan ayrılıp izole olan yeni çiftler, üremeleri sırasında yoğun bir yeni bilgi girişini kabul etmedikleri sürece, türlerin menşei ile alâkalı hipotezler, geçerliliklerini kaybedeceklerdir."1

Ambrose'un otuz yıl önce evrimciler için çizdiği bu soğuk ve ümitsiz resim, aradan geçen zaman içerisinde de daha parlak bir netice vermemiştir. Evrimci biyologlar, Ambrose'un işaret ettiği soruları çözmek için gittikçe artan bir şekilde ko-opsiyon ve koevrim ismini verdikleri yeni kavramlara başvurmaktadırlar. Bu yeni hayalî hipotezlere göre, evrim, beş genin (veya çok sayıda genin) hepsinin, istenen bir yapının ortaya çıkması için bir ânda var olmasına gerek duymayabilir. Bunun yerine, bir gen, kendisinin evrimleştiği genden farklı bir fonksiyona ve bazı yapılar için de seçilmek için yeni bir avantaja sahip olarak oluşabilir. Daha sonra bu ilk geni farklı bir fonksiyona sahip bir başka yapıyı oluşturması açısından kuvvetlendiren bir başka gen ortaya çıkabilir(!) Bütün bu tesadüflerden sonra, yeni genler kademeli olarak ortaya çıkabilir ve belli bir fonksiyon için yerleşebilir, daha sonra yine evrimcilerin geniş hayallerine uyarak(!) başka bir fonksiyon için yeniden başka bir yere kayabilir (ko-opsiyon) ki, böylece bir organizmanın yapıları ve fonksiyonları zaman içerisinde kademeli olarak evrimleşir (buna da ko-evrimleşme diyorlar!).

Masal çok, ama delil yok!
Bu masaldaki ana problem, iddiaları destekleyen hiçbir delilin olmamasıdır. Sadece hayalî kavramlara dayanan bir ihtimal olarak, başlangıçta bir inandırıcılığı vardır. Ancak, herhangi yeni bir kompleks biyolojik yapı (bir organ, özel bir doku veya yeni bir sistem) üreten, ko-opsiyon ve ko-evrimleşme ile adım adım delillendirilmiş hiçbir yol bilinmemektedir. Aslında belli bir gâye için hikmetlerle donatılarak çalıştırılan biyolojik yapıların, bazen hikmetli bir şekilde başka gâyeler için de çalıştırılması (ko-opted olması) sonsuz bir ilim ve kudretin eseri olan yaratılışa ait neticelerdir.3 Çok sayıda gen gerektiren kompleks bir yapı için gereken ise, bu genlerin kademeli olarak eklenmesi, fonksiyonlar ve yapılar kademeli olarak değiştikçe, yani inşa hâlinde olan bir yapı veya fonksiyon üzerinde birleşmesi ve işleyen sisteme ters düşmeden, âhenkli bütünlüğü devam ettirecek plânlanmış bir yeniden düzenlenme sürecidir. Birbirine ardına uyumlu, dengeli, sıralı, sistem bütünlüğüne entegre ve kademeli şekilde, yeni bir düzenleme sürecine ait hiçbir delil yoktur.

Buradaki zorluk, sadece bazı yeni biyolojik yapıların evrimleşmesinin de ötesinde her canlı sisteminin kendi bütünlüğü içindeki mükemmelliğinin bozulmamasının teminidir. Biyolojik organizmaların sistem kompleksliğinin derecesi, akıl almayacak kadar müthiş olup, genlerin bir araya gelerek teşkil ettikleri kümelerin ve sebep oldukları yapıların kompleksliğinin çok ötesindedir. Bizler bu kompleksliği ve sistemlerdeki çoklu hikmetlerle irtibatlı gâyeli yaratılışı, bugünkü ilmimizin ve teknolojik imkânlarımızın sağladığı kolaylıklarla, bilgisayarlarla kısmen anlayabiliyoruz. Hiçbir model, örnek ve bilgi birikimi yokken, bütün bu kompleks organları ve süper kompleks sistemleri, akılsız ve şuursuz "evrimin makro mutasyonlarına" vermek, insan zekâsıyla alay etmektir.

Sistem biyolojisi evrimi reddeder.
Her bir "biyolojik varlık" çok sayıda birbirinden bağımsız yapılardan meydana gelmiş sistemlerin, hiyerarşik bir şekilde iç içe geçmesi şeklinde organize bir yaratılışa sahiptir. Bir organizmanın düzgün şekilde çalışabilmesi için, sahip olduğu hassas sanatlı yapıların mutlaka birbiriyle uyumlu olması ve her bir yapının, yüksek seviyedeki diğer bir sistemin parçası olan sistemler manzumesinin içerisine, arızasız bir şekilde oturtulması ve burada çalıştırılması gerekir. Böyle iç içe kompleks yapı sistemlerini kodlayan DNA, yüzlerce, hattâ binlerce genin işbirliğine ihtiyaç duyacaktır. Yaratılışın mahiyeti gereği aynı sisteme dâhil biyolojik yapılar asla birbirinden habersiz ve âlâkasız (izole olmuş hâlde) olmadıkları gibi, aksine organizmanın mevcut şartlarla optimum derecede uyumlu yaşamasına yardım eden daha geniş sistemler içerisinde koordine edilmişler ve bir arada çalıştırılmaktadırlar. Akılsız ve şuursuz Darwinci mekanizmaların ise böyle bir koordinasyon icra ettirme güçleri ve ilimleri yoktur.

Dipnotlar
1. Ambrose, E. J. (1982): The Nature and Origin of the Biological World. NewYork: Wiley Halsted, p.120.
2. Ford, E. B. (1975): Ecological Genetics. 4 th. Ed. (London: Chapman and Hall)
3. True, J. R. and Carroll, S. B. (2002): Gene Co-option in Physiological and Morphological Evolution. Annual Review of Cell and Developmental Biology 18: 53-80.

Prof.Dr. Arif SARSILMAZ

Bilim ve Evrim

iF
İnsanlık, düşünce tarihi boyunca, düşünebilme kabiliyetinin kendisi de bir mu'cize iken, cisminin de tâbi olduğu hayat mu'cizesini araştırmakla meşgul oldu. Bugün Batı'da bilimin kurucusu kabul edilen Aristoteles'e göre, kurumuş ve hayat belirtisini yitirmiş her organik cisim, nemlendirildikten sonra hayat oluşturmaya muktedirdi. Hayatın en gerekli maddesi su olduğuna göre, onun bulunduğu her yerde hayat oluşabilirdi. Çağımızın ilmî birikimine sahip olmayan Aristo, nemlendirilip orta yerde bırakılan kuru bir et parçasının belli bir süre sonra kurtçuk üretmesini, bu görüşün ispatı olarak görüyordu. Buradan yola çıkılarak hayatın ve organik olanın tamamına ezelî ilkah kabiliyeti isnat ediliyordu. Bunu 17. yüzyıl ünlü Alman filozofu ve astronomi bilimcisi Johannes Kepler daha da ileri taşıyacaktı. Kepler'e göre bit ve pire, köpeklerin ve kadınların kan ve terinden; böcek ve kurtlar çiyden; kurbağalar bataklık zemininden ve bütün bitkiler de, topraktan kendi kendine oluşuyordu. Böylesi hurafelerin ortadan kalkması, optik ve genetik biliminin gelişmesiyle oldu. Mikroskobun icadıyla mikroâlemlere açılan yeni pencereler, bu büyük yanılgıyı belgeliyordu.

1864 yılında Louise Pasteur'ün bakterilerin ısıtılarak öldürüldüğünde, kendilerini tekrar üretemediklerini ve böylece başta süt olmak üzere birçok gıda ürününün pastörize metoduyla muhafaza süresinin uzadığını ispat etmesiyle, hayatın kendi kendini ürettiği iddiası masallar diyarındaki yerini alıyordu. O tarihlerden itibaren canlıların oluşması için canlıya ihtiyaç olduğu gerçeği, değişmez bir kanun olarak bilim dünyasındaki yerini aldı. Hayat kendiliğinden kendini izah etme özelliğini yitirmişti. Dolayısıyla ilk canlıların oluşumunun izahı kaçınılmaz olmuştu.

Bu düşünce beraberinde birçok yeni sorular getirdi. Hayatın kaynağının ne olduğu, nasıl oluştuğu, hayat diye nitelendirilenin tarifinin nasıl yapılması gerektiği, o tarihlerde bilim adamlarını meşgul eden soruların başında geliyordu. Hayatın muhteşem ve çok özel olduğunun kabulü, aynı zamanda hayat denen mu'cizenin oluşumunun üstünü bir sır perdesiyle örtüyordu. Batı düşünce dünyası, o tarihlerde eskiyle hesaplaşma içindeydi ve Batı'da Aydınlanma diye adlandırılan dönem yaşanıyordu. Ve ne yazık ki söz konusu Aydınlanma döneminin kibirli düşünce yapısı içinde sır perdelerinin yeri yoktu. Nitzsche'nin deyişiyle "Tanrı ölmüştü." ve onu onlar, yani düşünürler öldürmüştü. Nitzsche'nin bu iddiası aslında bir vak'ayı değil, sadece sapık ve bâtıl bir arzuyu dile getiriyordu. Yani cinayet henüz gerçekleşmemişti. Bu işin altından kalkabilecek tetikçiler gerekmekteydi ve nihayetinde o tetikçileri bilim adamlarının sıralarından seçtiler.

Yaratılıştaki bu sır, her şeye isnat edilebilinirdi; fakat bu tarihlerde diyalektik materyalizmin hayat bulmasıyla tekrar keşfedilen pozitivizmin tesiriyle bir Yaratıcı'ya isnadı mümkün değildi. Bilimi kullanarak tali yollara başvurmaktan başka çare yoktu. Ne pahasına olursa olsun yolların bir Yaratıcı'ya çıkmasının engellenmesi gerekiyordu. Bu genel duruş, yani ilmî yolla elde edilen delillerin akla ve mantığa ters olarak yorumlanması, âdeta gelişmekte olan yeni düşüncenin belli bir süre sonra 'evrim' adı altında bir ideolojiye dönüşeceğinin ve oluşturulmakta olan yeni dünya düzeninin temelini teşkil edeceğinin en güçlü habercisiydi.

Son 150 yılda Batı'da biyoloji alanındaki ilmî çalışmaların ortak özelliği, canlıların evrim inanışı doğrultusunda nasıl oluşmuş olabileceğini gösterebilmek gayretinin neticesi sayılabilir. Günümüzde canlıların temel yapıtaşları olan element ve moleküller, birçok yönleriyle bilinmektedir. Bu yapıtaşlarının işleyişlerinin arkasındaki kimyevî reaksiyonların da büyük bir kısmı çözülmüştür. Bilim teknolojisinin sürekli gelişmesiyle canlılardaki mikroâlemlerle alâkalı ciddi bilgiler edinilmiştir. Fakat ne talihsizliktir ki, elde edilen bilgiler herhangi bir şekilde eğilip bükülerek evrim düşüncesine uygun hâle getirilmeye gayret edilmiştir. Bu eğme ve bükme gayretlerinin en meşhur misâli, 1953'te Kaliforniya Üniversitesi'nde henüz öğrenci olan Stanley Miller'e aittir. Miller, lâboratuvarda dünyayı üç milyar sene önce kapladığı varsayılan ilk okyanusu, bir cam küpün içine sığdırıp ilk aminoasitlerin kendi kendine oluştuğunu ispatladığını ileri sürmüştü. Bu küp içindeki minyatür okyanusun karışımını nitrojen, hidrojen, metan, amonyak ve asetilen oluşturmaktaydı. Miller, bu karışımı 50 dereceye kadar ısıtıp, içine mini şimşekler boşaltarak aminoasitler elde ettiğini iddia etmişti. Fevkalâde kompleks bir oluşumun aşırı derecede basite indirgenmesi ve birçok hata kaynağı barındıran deneyin oldukça dikkat çekmesi ve Miller'in hızla şöhret basamaklarını tırmanmasının sebebi, deneyinin mükemmelliğinden ziyade kimyevî evrimin nasıl gerçekleştiğini ortaya koymakta tıkanan evrimcilerin imdadına yetişmesinden başka bir şey değildi. Çünkü onların inanışına göre en sonunda bu deneyle, canlıların oluşumunu başlatan ve devam ettiren Yüce Yaratıcı'ya güya ihtiyaç kalmamıştı(!) Hayatın temel taşı olan aminoasitler onlara göre kendi kendilerini sentez etme kabiliyetine sahiptiler.

Bu düşünce aynı zamanda ilmî mânâda eskiye dönüşü temsil ediyordu; çünkü hayatın kendi kendini oluşturma kapasitesinin olmadığı daha önceden açık bir şekilde ispat edilmişti. O tarihlerde, nemlendirilen et parçasının kurtçuk üretmesinin, hayatın kendi kendini sentez etmesi olarak kabul edilmesine yeni bir kılıf giydiriliyordu. O karışımda oluştuğu ileri sürülen aminoasitler, hayatın sadece yapı taşlarıydı. Üstelik hiçbir tuğlanın kendi kendine ev oluşturma kapasitesinin olmadığı inkâr edilemez bir gerçek olmasına rağmen, sözü geçen deney akıl almaz bir yoruma tâbi tutuluyordu. İlk okyanusta meydana gelen ilk organik maddenin çoğalmasıyla, ilk canlılar sayılan 'moner'lerin (kendi kendini sentez etme kabiliyetine sahip olan en basit canlı) ortaya çıktığı hâlâ ilmî çevrelerde kabul gören bir hipotezdir. Böyle bir canlının oluşabilmesi için sözü geçen 'tarih öncesi' okyanusun aşırı derecede aminoasit üreterek, katılaşması gerektiği bu oluşumun ön şartı olarak kabul görmektedir. Yani bir okyanustan ziyade aminoasit çorbasına ihtiyaç olduğu evrimcilere göre kaçınılmazdır. Okyanusu çorba yaptıktan sonra, ona gerekli tuzu biberi de ekip, çağın idrakine daha doğrusu damak zevkine sundular. Yiyen yedi, yemeyen ise; "Sen hoşaftan anlamıyorsun!" ithamına maruz kaldı.

Akıl almaz yorumlara ve suçlamalara zamanla onlarcası eklendi; fakat hepsinin ortak özelliği evrim inanışını ispatlamak adına akıl ve mantıktan uzak yorumların ilmî gerçeklermiş gibi yansıtılması ve kabul etmeyenlerin dışlanmasıydı. Batı'daki okullarda temel eser olarak okutulan bütün biyoloji kitaplarında Miller'in deneyine rastlamak mümkündür. Bu ithamlar günümüzde de şiddetini korumaktadır; çünkü evrim inancı ileri sürüldüğü gibi bir teori değil artık bir ideoloji olmuştur. Hattâ Almanya'da bir eyalet eğitim bakanının biyoloji dersinde evrim hipoteziyle beraber, yaratılışın izahında kullanılan dinî görüşlere de yer verilmesi gerektiği fikri, aynı bakanın cebren görevinden uzaklaştırılmasına sebep olmuştu.

Yüzyıllarca "ölü maddeden spontan olarak canlının oluşumu kabulü" kısır döngüsü içerisinde bulunan Batı düşünce dünyası, pozitif bilimin gelişmesiyle her canlının sadece bir başka canlıdan oluşabileceği gerçeğini kabul etti. İşte bu safhadan itibaren mesele, ilk canlının nasıl oluştuğu sorusuna, yani Yaratıcı'ya gelmişti ki, asıl tıkanıklık bu noktada yaşandı. Çok rahat bir şekilde bütün canlı türlerini ayrı ayrı Allah yarattı demek aslında mevcut ilmî gerçeklerle örtüşüyordu ve günümüzde de tazeliğinden hiçbir şey kaybetmedi.

"Hayat, canlıdan oluşur." gerçeği her insanın lâboratuvara girmeden tespit edebileceği hakikat olmasına rağmen, burada istisna tutuldu. Böylece maddeye, kör tesadüflere ve mutasyonlara en imkânsız kabiliyetler isnat edildi. İstisnanın adı kimyevî evrimdi. Hiç kimsenin şahitlik yapabilmesinin mümkün olmadığı bu kimyevî evrim, yıllarca ilmî bir gerçekmiş gibi yansıtıldı ve hâlâ yansıtılmaktadır. Bu kadar akıl ve mantıktan uzak yorumlarla Allah'ı inkâr etmeye yeltenen bir kısır felsefeye karşı, sadece mantıklı cevaplarla ve ağır ilmî yazılarla değil, aynı zamanda mizahî olarak da yaklaşmak ve gülüp geçmek gerekir.

İbrahim ÖZTÜRK

Fosil Kayıtlarının Eksikliği ( Evrim )

iF
Evrimcilerin geçiş formu fosillerinin azlığı (hattâ yokluğu) konusunda başvurdukları en yaygın açıklama, fosil kayıtlarının eksikliği, yani fosillerin henüz bulunamadığıdır. Aslında bu, Darwin'den itibaren evrimcilerin her sıkıştıklarında tercih ettikleri bir çıkış yoludur. Nitekim kitabında "(Fosil kayıtlarındaki boşlukların) açıklaması, benim inancıma göre, jeolojik kayıtların eksikliğinde yatmaktadır." demiştir.1 Ancak bu kayıtların gerçekte hiç yaşamamış veya var olmamış oldukları için mi, yoksa yaşadıkları hâlde fosilleşmedikleri için mi bulunmadıklarını tartışmamız gerekir. Elbette ki, hayatın yaratılışı boyunca birçok organizmanın nesli tükenmiş, birçok organizma da fosilleşemeden çürümüştür. Asıl sıkıntı, fosilleşmedikleri veya bozuldukları için kayıtlara geçmeyen herhangi bir türe ait büyük sayılardaki fertlerle ilgili değildir. Tabiî ki bir türe ait bütün fertlerin fosilleşmesini bekleyemeyiz. Fakat her hâlükârda, fosilleşen çok sayıda fert vardır ve bunlar devamlı bulunmaktadır. Esas eksiklik, farklı tip organizmaları yansıtacak biçimdeki formların fosil kayıtlarındaki yokluğundadır. Zîrâ bulunan bir fosilin, evrimi gösterecek biçimde önemli olması için, her bir cinsin fosil kayıtlarında temsil ediliyor olması gerekir.

Fosilleşme ile ilgili kritik soru, bu hâdisenin sadece tek bir tip organizma için sayısız kereler mi olduğu, yoksa çok sayıda farklı tip organizmanın her biri için bir kere mi olduğudur. Evrimci paleontologlar ikinci durumu tercih ederler. Çünkü onlara göre aynı organizmaya ait fosillerin tekrarlanması boşlukları doldurmaz; fakat fosil kayıtları daha çok sayıda farklı tip organizmayı temsil ettikçe eksiklikler azalacaktır. Onların asıl sığındıkları ise, bir organizmaya ait fosilleşmenin bir kere veya çok nadir olduğu düşüncesidir.

Peki, gerçekten fosil kayıtları böyle midir? Maalesef evrimcilerin düşündüklerinin ve iddialarının aksine, korunmuş farklı organizma tiplerine ve bunların ne kadar temsil edici olduklarına bakıldığında, fosil kayıtlarının aslında oldukça iyi durumda oldukları görülecektir. En azından canlıların tarihçesine ait geniş mânâlar ihtiva eden çizgiler çizilebilmektedir. Bunu anlamak için, bilinen organizma türlerinden kaç tanesinin kayıtlarda temsil edildiğine bakmak yeterlidir. Yaşayan türlerin fosil olarak bulunma nispetleri, farklı tip organizmaların fosil kayıtlarında genel olarak ne kadar korunduğu hakkında iyi fikir verir. Meselâ; karada yaşayan omurgalıların bilinen 43 takımından (ordo) 42'si fosil olarak bulunmuştur. Buna göre, kara omurgalılarının sınıflandırma seviyesinde % 98 nispetinde fosilleştikleri söylenebilir. Bu yüzden, eğer geçmişte yaşamış başka bir kara omurgalısı takımı var olsaydı, bunların da fosilleşmiş olmaları gerektiğini düşünmek doğru bir düşünce olacaktır.

Geniş çerçevedeki sınıflandırmadan daha özel ve dar seviyelere inildikçe, fosil kayıtlarında korunan organizma tiplerinin yüzdeleri küçülür; ancak ortadaki sayı yine de önemlidir. Meselâ, kara omurgalıların bilinen 329 ailesinden (familia, ordo'nun hemen altında yer alan sınıflandırma birimi), 261'i fosil olarak bulunmuştur ki, bu durumda fosilleşme nispeti % 80'dir. Fosilleşmeye daha az yatkın olan kuşlar hâriç tutulursa, bu takdirde bilinen ve kuş olmayan 178 kara omurgalı ailesinden 156'sı fosil olarak bulunmuştur ki, bu durumda fosilleşme nispeti % 88 olur. Cinsler (genus) seviyesinde ise fosilleşme nispeti % 66 gibi hiç de az olmayan bir değerdedir.2

Benzer şekildeki sayım ve tespitlere dayalı analizler, omurgasızlar ve bitkiler için de yapılabilir. Herhangi bir sınıflandırma seviyesinde, yaşayan organizmaların fosil olarak korunma nispetlerine bakarak, paleontologlar, genel olarak soyu tükenmiş veya hâlen yaşayan organizmaların fosil olarak korunma yüzdeleri hakkında karşılaştırma yapabilecek bir referans değeri elde ederler. Burada çok açık görülen ve kuvvetli bir delil teşkil edecek biçimde ağır basan husus, fosil kayıtlarının, yüksek sınıflandırma birimi seviyelerinde organizmalar için güvenilir bir bilgi kaynağı olduğudur.

Fosil kayıtlarının bu durumuna karşı, evrimciler geçmiş zamanda soyu tükenmiş canlıları temsil etme açısından fosilleşme sürecinin (jeolojik ve meteorolojik şartların), hâlen yaşayan canlıları temsil etmeye nazaran daha kötü olduğunu iddia edebilir veya jeolojik süreçlerin sistematik olarak soyu tükenmiş organizmaların fosil kayıtlarını silerken, yaşayan organizmaların fosil kayıtlarını koruduğunu düşünürler. Sanki birisi şuurlu olarak evrimcilerin ihtiyacı olan fosilleri silip süpürmüş, evrime karşı olanların istediği gibi fosilleri hazırlamıştır. Ancak bütün bu türlü düşünce ve faraziyeler ad hoc hipotezlerdir, yani delilerle desteklenmekten uzak, özel maksatlı tasarlanmışlardır. Zîrâ evrimcileri üzecek diğer bir husus da, fosilleşme sürecinin jeolojik tarih boyunca büyük nispette değişmeden kaldığına ve fosillerin de aşırı derecede dayanıklı olduklarına dâir tespitlerdir.

Sınıf (classis) ve takım (ordo) gibi yüksek sınıflandırma seviyelerinde, organizmaları birbirine bağlayan geçiş formlarının fosil kayıtlarındaki eksikliği, bu tür hayalî geçiş formlarının aslında hiç var olmadığına dâir kuvvetli bir delildir. Meselâ, derisidikenliler (echinodermata) veya yumuşakçalar (mollusca), yahut halkalı solucanlar (annelida) gibi farklı hayvan şubelerinden (phylum) ikisi ortak bir ataya sahip iseler, o zaman bu iki hayvan şubesini birbirine bağlayacak sayısız miktarda takımlar (ordo) ve aileler (familia) olmak mecburiyetindedir. Hem Darwin'e hem de bugünkü evrimcilere göre, hayatın bütün canlı formları ortak bir ataya sahip olduğundan, dallanmış büyük bir ağaç benzeri yapıda olmalıdır ve hâlen yaşayan organizmaların takım ve aile seviyesindeki yüksek fosilleşme nispetleri düşünüldüğünde, bu geçiş formlarının çoğunun fosil kayıtlarında temsilcileri olmalıdır. Ancak, Kambriyen patlamasında görülen şubelerin hiçbirisinin arasında geçiş formları bulunmamıştır. Neticeyi biraz daha açarsak; bir denizyıldızı ile balık veya mürekkepbalığı ile solucan yahut eklembacaklı arasındaki boşlukları dolduracak tedrici geçişler, diğer bir tabirle merdiven basamakları veya yan dallanmalar bulunamamıştır.

Ara fosillerin hiçbir yerde bulunmamasını, aslında hiçbir zaman var olmamış oldukları mânâsında düşünsek de, evrimciler bu durumu fosilleri bulmak için yeterli gayret sarf edilmediğine veya yetersiz araştırma yapıldığına dayandırırlar. Bu düşünceyi kabul etmek, en azından yüksek sınıflandırma seviyelerinde fosillerin dünya ölçeğinde, çok büyük bir nispette korunduğu, ancak bilim adamlarının bu fosilleri bulmak için yeterli zamanı ve gayreti sarf etmedikleri inancını kabul etmek demektir. Diğer bir tabirle, fosiller yerin altında yatmakta ve hazır hâlde bilim adamlarının kendilerini bulmasını beklemektedir; fakat bilim adamları onları bulamamaktadır(!)

Böyle bir fikir, Darwin zamanında makul görünebilirdi; ancak günümüzde fazlasıyla zayıflamış ve çürütülmüştür. Daha önce de zikredildiği gibi, bütün ana omurgasız tipleri, erken Kambriyen'de ansızın görünmeye başlamıştır. Geçen 150 yıl boyunca, paleontologlar bu organizmaları, geçiş formları ile birbirine bağlamak yönünde anormal derecedeki gayret göstermiş olmasına rağmen, bu bağlantılar henüz bulunamamıştır. Bu süreçteki ilerleme eksikliği, akl-ı selim sahibi ilim adamlarını düşünmeye sevk etmelidir. Darwin, Kambriyen kayalarının mânâsını bilmekteydi ve o zamanlarda yapılacak kısmen küçük paleontolojik araştırma gayretleriyle Kambriyen patlamasının öncesindeki ve sonrasındaki geçiş olduğu iddia edilen formlar keşfedilebilirdi. Ancak, şu zamana kadar önemli miktarda paleontolojik buluşlar yapılmasına rağmen, Kambriyen patlaması için öne sürülen atalara ait hiçbir işaret bulunmamıştır. Michael Denton bu durumu geniş olarak ele almış ve üzerinde durmuştur: "Darwin'in zamanında, yaşı altı yüz milyon yıldan daha fazla olan kayalara ait hiçbir cins fosil bilinmemekteydi; ancak o zamandan bu zamana, tek hücreli ve bakterilere ait fosiller Kambriyen devrinden binlerce milyon yıl öncesine ait kayalarda bulunmuştur. Ayrıca, bundan bir yüzyıl önce bilinmeyen çok sayıda yeni organizma çeşidi, Ediakara'daki Burgess Şistleri'nde, Kambriyen ve geç-Kambriyen dönemine ait kayalarda bulunmuştur; ancak, bu keşiflerden hiçbirisi, büyük hayvan filumlarının menşeine veya aralarındaki münasebete bir ışık tutmamıştır. Şimdiye kadar bilinmeyen, ancak yeni keşfedilen gruplar, ister yaşıyor ister fosilleşmiş olsunlar, devamlı surette ispat edilmiştir ki, bu gruplar birbirinden ayrıdır ve izole olmuşlardır ve evrim teorisinin gerektirdiği şekilde bağlantı kurucu olduklarına dâir hiçbir şekilde bir yorum yapılamamaktadır."3

Bu yüzden, bilinen fosiller içerisinde geçiş formlarına ait fosillerin kıtlığını öne sürecek tarzdaki açıklamaları, yetersiz araştırmaya bağlamak çok zayıf bir dayanak olarak kalmaktadır. Elbette, evrimciler açısından dünyadaki kaya tabakalarına ait çok teferruatlı bir araştırma yapmanın imkânsız olduğu her zaman söylenebilir ve eksik halkaların eninde sonunda ortaya çıkacağı ümit edilebilir. Ancak, ayrıntılı araştırmalar, geçiş formlarının bulunma ihtimalinin daha çok olduğu tabakalardaki belirli dar bölgelerde yoğunlaştırılmasına rağmen paleontologlar, yüksek sınıflandırma seviyesindeki organizmaları birbirine bağlayacak eksik halkaları keşfetmekte devamlı olarak başarısızlığa uğramaktadır. Yüzlerce metre uzunluğunda tabakalar ve tonlarca ağırlıktaki kayalar boyunca eksik halkaları bulmak için çok büyük fedakârlıklar sergilenmesine rağmen, evrimcilerin yüzünü güldürecek neticeler elde edilememiştir. Bu sebeple ne fosil kayıtlarındaki eksiklik, ne de yetersiz araştırma iddiaları, bilinen fosiller arasında geçiş formlarının kıtlığına mantıklı bir açıklama sunmamaktadır. Micheal Denton, bu probleme şu cümlelerle parmak basmaktadır: "Fosil kayıtlarındaki boşlukları, yetersiz araştırma veya kayıtların eksikliğine bağlayarak yapılacak açıklamalardaki temel problem, kayıtların sistematik bakımdan temsil edici karakteridir. Farklı büyük canlı grupların arasında daha küçük gruplara nispeten daha az sayıda geçiş türü vardır... ve bu kaide, evrensel olarak bütün organizma türlerinden, âlemlere kadar, fosilleşmeye pek yatkın olmayan böceklerden ve fosilleşmeye yatkın olan yumuşakçalara kadar geçerlidir. Ancak bu, (Darwinci) evrimin gerektirdiğinin tam tersidir. Fosillerdeki devamsızlıkları, belki, bir kısım örnekleme hataları ile örtbas edebiliriz; ancak sistematik temsil karakteri bütün açıklamalara meydan okuyabilir."4

Denton'un yukarıdaki açıklamasında zikredilen "sistematik temsil karakterine" sahip fosiller önemlidir. Bir yumuşakça ile derisidikenli veya balık arasındaki ayırıcı temel karakterlerin nasıl tedrici olarak geçiş fosilleriyle ortaya çıktığını gösteren fosiller yoktur. Bir kara omurgalısı cinsindeki ayak tiplerindeki küçük farklılıklar, çeşitli türlerin hayat şartlarına göre farklılıklar gösterebilir; ama hiçbir modeli olmadan ortaya çıkan yeni bir vücut tipi veya organ modelinin geçiş formlarını hayal etmek bile çok zordur.

Bu durumda, fosil kayıtlarının, çok da eksik olmadığı ortaya çıkar. Ayrıca, fosil kayıtlarına dâir araştırmalar şimdiye kadar çok geniş bir şekilde yürütülmüştür. Darwinci evrimin iddia ettiği geçiş formlarına -aslında hiç yaşamamış canlılara- ait eksik kayıtlar, biraz da çaresizliğin bir göstergesidir. Elbette, araştırmalardaki bazı ilerlemeleri göstermek açısından, küçük bölümlerin arasındaki boşlukların dolması devam edecektir; balinalara, kaplumbağalara ve fillere ait yeni fosillerin bulunması bunun delilidir. Ancak, bu, Darwin'in kademeli ve yavaş evrim görüşünü doğrulamaktan çok uzaktır; aksine bulunan fosillerin, eksik olduğu düşünülen ara boşlukları doldurma yerine bilinen türlere ait olması bu görüşün bindiği dalı kesmektedir. Hâlbuki aile, cins ve tür seviyesindeki nispeten daha küçük sistematik münasebetleri birbirine bağlayabilecek ara fosiller bile yokken, şube, sınıf ve takım gibi büyük bölümleri birbirine bağlayabilecek yüzlerce ara fosilin bulunabileceğini iddia etmek akla ziyan gibi görülebilir.

Dipnotlar
1. Darwin, C. (1859): Origin of Species, 280
2. Denton, M. (1985): Evolution: A Theory in Crisis. Adler&Adler, Bethesda, p.189–190.
3. Age, s.187.
4. Age, s.191–192.

Prof.Dr. Arif SARSILMAZ

Fosilden Senaryo Üretme ( Evrim )

Bilim Felsefesi
Evrimcilerin en iyi yaptıkları iş, noktaları birleştirip çizgiler çizerek senaryo üretmektir. Onlar boşluktaki iki noktayı işlerine geldiği şekilde birleştirerek bir çizgi çizerler ve sonra da bu çizgiyi gerçek kabul edip üzerine bir sürü plân inşa ederler. Bulunan fosilleri nokta kabul edersek, bu noktaları birleştiren çizgiler, evrimcilere göre soyun evrimci menşeini belirler. Tabiî ki bu noktaların mantıklı bir şekilde bağlanması gerekmektedir ve en önemlisi bu çizgi üzerinde çok sayıda noktanın (veya fosilin) bulunması lâzımdır. Bu yüzden, fosil kayıtlarındaki boşluklar ve eksik halkalar, evrim için problem oluşturmaktadır. Evrimci bir biyolog olan Douglas J. Futuyma'ya göre: "Memelilerin menşei sürüngenlerden gelmektedir. Sürüngenlerle memeliler arasındaki boşluk, memeli benzeri sürüngenlere ait fosiller tarafından kesin olarak doldurulmuştur ve burada herhangi bir boşluk yoktur. Memeli benzeri sürüngenlerin incelenmesi (Futuyma'nın hüsn-ü şehadetiyle) özelliklerin nasıl yüksek derecede değişime uğrayıp yeni fonksiyonlara hizmet edebildiğini göstermektedir."1

Futuyma zihninde kurguladığı peşin hükümle geçiş formu olarak iddia ettiği memeli benzeri sürüngenlerin (therapsid'lerin), 150 milyon yıllık bir süreç içerisinde iskelette, anatomide, harekette, sindirimde, yeme alışkanlıklarında ve genel hayat tarzlarında gösterdikleri yavaş değişmeleri tarif ederken, bilhassa sürüngen çenesindeki kemiklerin, memelilerin orta kulaklarındaki hassas işitme kemiklerine dönüştüğünü söylemektedir. Ancak burada her şey, Futuyma'nın iddia ettiği gibi kesin çizgilerle ve kolay anlaşılır şekilde ortaya konulmuş olmadığı gibi, birçok biyolojik bilgi de göz ardı edilmektedir. Therapsid olarak isimlendirilen çok sayıda omurgalının Permian periyodunun ortasından Trias döneminin ortasına kadar yaygın bir şekilde görüldüğünü biliyoruz (Resim–1). Evrimci biyolog James Hopson, sekiz therapsid kafatası serisini kendine göre öyle bir dizmiştir ki, dokuzuncu sıraya da, ilkel memeli kabul ettiği Morganucodon'u yerleştirmiştir.2

Hopson bu seri içerisinde, memeli vücut plânına doğru gelişiyormuş gibi görünen bacakların birleşme biçimini, kafanın hareketliliğindeki artışı, damaktaki birleşmeyi, çenedeki kas yapılarını ve sürüngenin çenesinin arkasındaki oynak ve dört köşeli kemiklerin, orta kulak kemikçikleri oluşturmaya doğru gittiğini gösterecek şekildeki çok sayıda karakteri incelemiştir. Hopson, kafataslarını öyle hesaplı seçerek dizer ki, hepsinin zamanlı meydana geldiği ve bu çok sayıda özelliğin memelilere doğru devamlı bir seri hâlinde değiştiği düşünülür. Hâlbuki fosillerin hiçbirisi geçmişte yaşamış bu canlıların üreme, solunum, boşaltım veya dolaşım gibi sistemlerinin veya bezlerinin ve diğer yumuşak dokularının nasıl olduğu hakkında hiçbir bilgi vermez.

Daha doğrusu bunlar bir menşe ve orijin bildirmeyen, sadece kemik yapılarına ait serilerdir. Hâlbuki yapılan sadece eldeki kafataslarının kısmî dış benzerliklerine göre dizilmesinden ibarettir ve hiçbir zaman jeolojik zamanlardaki sıralandırmaya uymamaktadır. Bu iki seri arasında hem zaman bakımından hem de morfolojik açıdan çok sayıda uyuşmazlık vardır. Hopson'un seri olarak sıraladığı ilk üç therapsid, iki ayrı takıma bağlıdır ve aynı zamanda yaşamıştır. Bundan daha önemlisi, bazı evrim biyologları bile Hopson'un listesindeki bazı therapsid'lerin gerçekten memelilerin ataları olup olmadığını tartışmaktadır. Ayrıca, yapı bakımından kısmî benzerliklerin zaman bakımından da uyuşuyor gibi gözükmesi için tamamen keyfî bir şekilde kaydırmalar yapılmıştır. Geçişlerin mümkün olduğunca yumuşak olması için fosiller yapılarına göre yan yana dizilirken, zaman açısından sıralama bozulmuştur. Meselâ; dördüncü kafatası, beşinciden günümüze daha yakın zamanda yaşamıştır ve son sıradaki therapsid, atası olduğu farz edilen memeliden (Morganucodon) daha sonra yaşamıştır. Fosil kayıtları; eksiklikler veya yetersiz araştırmalar yüzünden, sorgulanan organizmanın ilk ne zaman ortaya çıktığını göstermekte başarısızdır. Evrimcilerin böyle bir faraziyesi, tamamen bir ad hoc hipotezdir, yani önceden olmasını istedikleri şekilde bir şeyin olacağını farz etmektir. Bunun da hiçbir ilmî değeri yoktur.

Kafataslarının morfolojik seriler hâlinde benzerliklerine göre dizilmesi, genetik akrabalık hakkında hiçbir şey ifade etmediği hâlde, problemi basit bir şekilde ele alıp bunların tek bir orijinden ortaya çıktığını ileri sürmek mantıklı değildir. Fosil kayıtlarında çok sayıda therapsid türü vardır. Aslında, Futuyma da bir taraftan çok fosil olduğunu ve sürüngenler ile memeliler arasında eksik halka kalmadığını iddia ederken, diğer taraftan tevilli bir itirafta bulunarak "Therapsid sürüngenlerden, memelilere kademeli geçişin her mertebesi, bulunan tür grupları ile o kadar bol miktarda belgelenmiştir ki, hangi therapsid türünün, modern memelilerin gerçek atası olduğunu söylemek imkânsızdır."3 demekte ve asıl iddiasıyla çelişmektedir. İstendiği takdirde therapsid fosillerinden çok sayıda fosil seçilerek, sadece bir şekilde değil çok sayıda evrimci seriler oluşturulabilir. Ancak fosillerin bu farklı şekilde düzenlenmiş hâllerinin çok büyük kısmı, çözdükleri problemlerden daha çok problem üretir.

Meselâ, eğer memeliler bu soylardan sadece birinden meydana geldiyse, o zaman diğerleri kimin atası olacaktır. Eğer çok sayıda birbiri ile alâkasız tür, aynı memeli benzeri özelliklere sahip olarak "gerçek ata" kabul ediliyorsa, bu özelliklerin atalığa ait bir delil olması nasıl inandırıcı olabilir? Memeli benzeri özellikler, ortak ata ile ilişkili olmadan ortaya çıkamaz mı? Benzer veya ortak özellikler, ille de bir Darwinci yorum mu gerektirmektedir? Yoksa, Darwinci bir yorumu göstermek için hususen mi seçilmiştir? Bazı evrimcilerin iddia ettiği gibi, memeliler birçok kere çok sayıda farklı therapsid'den türemişse, tesadüfî ve gelişigüzel ortaya çıkan mutasyonların, kertenkelenin kafa kemiklerini bir heykeltıraş gibi yontarak memeli kulağında harika şekilde bir araya getirilmiş orta kulak kemikçiklerini birbirinden bağımsız olarak ortaya çıkarması imkân hârici bir durumdur.

Memeli kulağının öne sürülen evrimine daha yakından bakalım. Therapsid'lerin kafatasının ve alt çene kemiğinin, ilk memelilerinkine benzer (homolog) olduğu söylenir. Sürüngenlerin alt ve üst çeneleri, memelilerde bulunmayan iki kemikle birbirine eklemlenir. Darwin teorisine göre, bu iki kemiğin yeri modifikasyonların aktarılması sırasında, memelilerin orta kulağı olarak değişmiştir (Resim–2). Darwinciler bu hâdiseyi sürüngenlerin çene kemiklerinin, memelilerin kulağındaki yeni yerine "göç etmesi" olarak ifade ederler. Ancak, böyle hayret verici bir sürece dâir hiçbir fosil kaydı yoktur. Neo-Darwinci tabiî seleksiyon mekanizmasının da, tesadüfî genetik değişmeler üzerinde çalışarak, bu kemiklerin ne şekilde hareket ettiğine, çok özel yeni şekiller aldığına ve yeni bir yere en uygun biçimde yerleştiğine dâir hiçbir delil ve ikna edici izahı yoktur. Şöyle bir fikir yürütelim: bu değişimi yapmak için, önce bu kemiklerden birisinin, alt çene kemiğinden kafatasının orta kulak kısmına, çene eklemini atlayarak geçmesi gerekmektedir. Daha sonra ise, Neo-Darwinci akıllı ve şuurlu bir mekanizmanın(!) bu kemikleri yeniden şekillendirerek, yüksek derecede özelleştirmesi lâzımdır. Zîrâ bu orta kulak kemikçikleri son derece ölçülü, hesaplı ve plânlı inşa edilmiştir. Sesin iç kulağa en verimli şekilde iletilmesi için ayarlanması bu kemikler vasıtasıyla yapılır (Resim–3). Bu derece hassas ve hususi yapıların kendi kendine, herhangi bir akıl, ilim ve irade gerektirmeden, tesadüfen ve birden çok kereler meydana geldiğini iddia etmenin ideolojik bir saplantıdan başka bir izahı olabilir mi? Bu yüzden, memeli kulağının, sürüngen çenesinden evrimleştiğine dâir deliller çok zayıftır; dolayısıyla evrimin sürüngen çene kemiklerini, memeli kulağına nasıl göç ettirdiğine dâir hiçbir delilin olmadığını söyleyebiliriz.

Meselâ dev ve kırmızı pandaların her ikisi de, teknik olarak önkola ait "radial sesamoid" isimli bir kemiğe sahiptir (Resim-4). "Panda başparmağı" olarak isimlendirilen bu genişlemiş bilek kemiği her iki panda türü tarafından da tercih edilen bir yiyecek olan bambuları soymak için kullanılır. Evrimci teorisyenler, şu an bu iki pandanın birbirinden ayrı atalardan türediğinde hemfikir olmasına rağmen, bu atalardan hiçbiri bu tür bir kemik yapısına sahip değildir. Bu yüzden, "panda başparmağı", bir kere dev pandada, bir kere de kırmızı pandada olmak üzere ayrı ayrı iki kere evrimleşmiş olmak zorundadır. Ancak, eğer "panda başparmağı" gibi son derece belirlenmiş hususi bir yapıyı paylaşmak, evrim bakımından bir münasebete işaret etmiyorsa, o zaman neden sürüngenlerin çene kemikleri ile memeli kulağındaki kemik sayılarının birbirine yakın olması, evrim açısından bir münasebeti göstermek zorunda olsun? Aynı mantığı birbirine zıt iki şekilde kullanamayız. Eğer panda başparmağı gibi çarpıcı benzerlikler evrim bakımından bir yakınlığa işaret etmiyorsa, eşit kemik sayısı gibi küçük benzerlikleri temel alarak, nasıl evrimci bir münasebetten bu kadar emin olabiliriz?

Dipnotlar
1. Futuyma, D. J. (1998): Evolutionary Biology, 3rd ed. Sunderland, Massachusetts: Sinauer, p.146
2. Hopson, J. A. (1987): The Mammal-Like Reptiles: A Study of Transitional Fossils. American Biology Teacher 49 (1):16-26
3. Futuyma, D. J. (1982): Science on Trial: The Case for Evolution. New York: Panteon, p.85.

Prof.Dr. Arif SARSILMAZ