-->

Sponsor Alanı

Slider

İlgi Çeken Videolar

Sağlık

Teknoloji

Sinema

Televizyon

Ne Nedir?

En5 Konular

ads

Bilgisayar virüsleri

"Bilgisayar virüsleri", gerçek virüslerden ilham alınarak ortaya atılan bir tabirdir. Bazıları onların "canlı" olduğunu zannederler, halbuki bu virüsler sadece ve sadece bir tür programdır; ortalığı karıştıran bir program. Gerçek virüsler nasıl hücrelerin yapısını bozuyorlarsa, bilgisayar virüsleri de benzer şekilde hafızada mevcut olan programların yapısını bozarlar.
Birkaç yıl öncesine kadar, ortaya çıkan bilgisayar virüslerini imha etmek zor değildi, fakat artık bu virüs programları o kadar kompleks bir şekilde hazırlanmaktadır ki radara yakalanmayan bir savaş uçağı gibi her tarafa sezdirmeden sızabilmektedirler. Bünyelerindeki husûsî komutlar yardımıyla kendilerini temizlemeye çalışan antivirüs programlarından gizlenebilmekte, hasara uğrayan kesimlerini onarabilmekte (yani kendini tedavi edebilmekte) ve her an farklı bir kimliğe bürünerek takip edilemez hale gelmektedirler. Onlardaki bu "kendini değiştirme" kabiliyeti, AIDS virüslerinin husûsiyetine benzemektedir. AIDS'e karşı tesirsiz kalan aşılar da, yeni nesil virüsler karşısında çaresiz kalan "aşı programlarını" hatırlatmaktadır.

Bilgisayar virüslerinin ortaya çıkışı hakkında enteresan tahminler mevcuttur. Bazılarına göre bunlar can sıkıntısıyla "değişik" ve "heyecanlı" şeyler arayan programcıların hazırladığı özel programlardır. Bazılarına göre de program korsanlığına karşı alınan caydırıcı bir tedbirdir. 1986'da virüs sayısı sadece bir düzine iken 1992'de bu sayı 1000'e ulaşmıştır. Birkaç yıldır en çok virüsün Bulgaristan'dan kaynaklanması ise, çok ilgi çekicidir. Haftada en az iki virüsün bilgisayar ağlarına salıverildiği bu ülkede virüs üretmek yasak değildir. 1980'li yıllarda bilgisayar teknolojisinde söz sahibi olmak için girişimlerde bulunan, ama başarılı olamayan Bulgaristan, farklı bir sahada ilerleme (!) göstermiştir. Yabancı programların şifrelerini çözme konusunda uzmanlaşan Bulgar gençler, "deha" seviyesine gelen bilgi ve tecrübe birikimlerini kullanabilecek uygun bir saha bulamayınca, meşhur olma hevesiyle harıl harıl virüs programları üretmeye başlamışlardır. Bu dahiler ordusunun böyle faydasız, hatta büyük zararlara yol açabilecek işlerle uğraşması gerçekten çok acıdır.
Bilgisayar virüslerinin bütün dünyaya bir anda yayılmasının iki teme! sebebi vardır: Korsanlık, ve ağlar. Programların izinsiz çekimi günümüzde o kadar yaygındır ki hazırlanan bir virüs, yasak kopyalama yoluyla kısa bir zamanda milyonlarca kişinin bilgisayarına yerleşebilir. Öte yandan bilgisayar ağlarının sağladığı büyük imkânlardan virüs programcıları da istifade etmişlerdir. Yazılıp ağa gönderilen gizli bir virüs, programların arasına saklanarak bir anda yine milyonlarca kullanıcıya ulaşabilmektedir. Bu virüslerin hastahanelerdeki kayıtlardan seyahat acentalarının rezervasyon programlarına, büyük şirketlerin malî hesaplarından istihbarat teşkilatlarının gizli bilgilerine kadar her türlü hayatî malumatı tehdit etmesi ise dehşet vericidir. Bilgileri silmediği için "zararsız" görülen virüsler de aslında zararlıdır. İşlemleri aksatacak şekilde yayılmasını önlemek üzere sistemlerini kapatıp bu virüsleri temizletmek için uğraşan bir şirkette işler yaklaşık bir hafta aksamıştır. Bu da şirkete en az 1 milyon dolara mâlolmuştur.

Virüslerin ideolojik yönü çok ibret vericidir. Meselâ "Jews" (Yahudi) virüsü, "Yahudiler hiçbir zaman teslim olmazlar" mesajını ekranda görüntüler. Hırsızlık için ise birebir virüsler mevcuttur. "Gp1" (Get Password 1) adlı virüs, bilgisayar ağları için özel olarak geliştirilmiştir. İletişim ağı içinde dolaşıp kullanıcıların şifrelerini toplar. Bu şifrelerle en gizli bilgilere bile ulaşmak mümkündür. Bazı virüsler ise daha az zararlıdır. Meselâ "keypress" virüsü, basılan bir tuşu tekrar ettirir. Bazı virüsler ekranda top dolaştırırken, bir tanesi de günün belirli saatinde Yankee Doodle şarkısını çalar. "Sunday" virüsü biraz daha muziptir. Pazar günleri ekrana, İngilizce "Bugün pazar, neden bu kadar çok çalışıyorsun?" mesajını yazar. AIDS virüsünün mesajı ise, "Bilgisayarınızın şimdi AIDS'i var" şeklindedir. Türkiye'de yazılan nadir virüslerden "şair" virüsünün 1994 mayısından itibaren, rastgele zamanlarda, ekrana:

"Ben garip bir virüsüm
Disket disket gezerim
Bugün kısmet sendeymiş
Yarın kim bilir kimdeyim?"

mânisini yazacağı tespit edilmiştir.
Virüs programlarını hazırlayan tiplerin ruhî durumları tatili! edilmeye değer. Bilgisayarınızın ekranında bir o yana bir bu yana gidip gelen ufak bir top çıktığında, saatlerce emek vererek yazdığınız bir makale ekranda harf harf eridiğinde, dosyalarınız bir anda gözden kaybolup size bir oyun oynamanızı, eğer oyunu kaybederseniz dosyalarınıza da bir daha ulaşamayacağınızı söyleyen bir programla karşılaştığınızda neler hissedersiniz? Bu virüs programlarını hazırlayan "şakacı gençler" hakkında ne düşünürsünüz? Çoğu genç olan bu virüsçüler, tam bir ekol teşkil etmişlerdir. Metal müziğin, popüler kültürün, Amerikanvari bir espiri anlayışının tesiriyle "macera" peşinde koşan bu gençler, batı kültürünün ödemek zorunda olduğu ağır bir fatura çıkarmışlardır. Ama şöhret, hırs ve rekabet hisleri kabaran bu dahilerle başa çıkmak için ter döken insanların sayısı hiç de az değildir. Büyük ünvanlara sahip insanların, bu gençleri tahrik edici iddialarda bulunmaları ise ortalığı daha da karıştırmaktadır. Meselâ bir öğretim görevlisi, uzun EXE dosyalarına virüs programlarının tesir edemeyeceğini iddia edince gençler inat olsun diye böyle bir program hazırlamışlardır. Kendilerine ait bir de ağ kuran bu gençler, kullanıcıların ağdaki bütün virüslerden istifade edebilmeleri için yeni bir virüs vermelerini şart koşmuşlardır. Bu arada ortaya çıkan anti-virüsçüler ise, virüsleri temizleyen programları herkese ulaştırmaya gayret ederek başlattıkları savaştan galip çıkmaya çalışmaktadırlar. Anti-virüs programlarını hazırlayan şirketlerin kâr hanelerinin her yeni virüsle arttığını hatırlamakta da fayda vardır.

Zararlı bilgisayar virüslerine karşı tedbir olarak teklif edilen şey ise, donanımda yeniliklere gitmektir. Mevcut techizat, her türlü programı kabul edecek şekilde olduğu için virüslere karşı muafiyet sistemi çok zayıftır. Ondaki bu bağışıklık sistemini geliştirecek yeni donanım ve yazılımlar hazırlamak da uzmanların plânlan arasındadır.
Bilgisayar güllerini sevenler, virüs dikenlerine şimdilik katlanmak zorunda. Gelecekte bilgisayarları nelerin beklediği meçhul. Diğer sahalarda olduğu gibi bu sahada da insanlığı terbiye ile faaliyetleri ıslah edecek bir kadronun yetişmesi her zamanki temennimiz.

KAYNAKLAR

- Buharalı, Mehmet (1989). "Bilgisayar Virüslerinin İstilası", Sızıntı,Cilt:11,Sayı:126.
- Mungo, P.B. Clough (1993). The Bulgarian Connection", Discover, February.
- O'Mailey, C. (l993)."Stalking Stealth Viruses", Popüler Science, January.
- Özbay, B. (1992). "Bilgisayar Virüsleri", Panzehir, Sayı: 24.

Yusuf Bayram

Yıldızların Verdiği Mesajlar

Bilim Felsefesi
Bilim ve teknoloji sahasında öyle enteresan keşifler vardır ki tesirleri yıllarca sürer ve insanlığa hizmet etmede her zaman yerini korurlar. Buharlı makinelerden, vakum tüplü lâmbalara kadar bütün buluşlar bugünkü bilgi çağının temel taşları olmuşlardır. Bu gelişmelerin bir parçası olarak uzay çalışmaları sayesinde büyük mesafeler katedilmiş ve kosmos hakkında yeni yeni bilgiler elde edilmiştir.
24 yıl önce keşfedilen gamma ışınları, bilinen ve bilinmeyen yönleriyle, bilim adamlarını hâlâ hayretler içinde bırakmaktadır.
Fotoğraf makinesi flaşlarına benzeyen ve yüksek enerjiye sahip bu ışınların patlaması, diğer bir ifadeyle yanıp sönmesi, ancak birkaç saniye sürmekte ve aynı yerde iki defa ortaya çıktıkları görülmemektedir.
Gama ışını patlamalarını inceleyen astronomlar yakın zamana kadar bunun Samanyolu içinden veya yakınlarından kaynaklandığına inanmakta ve sebeplerini bilememekteydiler. Ancak 1991 yılında fırlatılan bir uydu ile bu ışınların birçok sırları çözülmüş ve kaynağın Samanyolu olmayıp galaksimizden milyonlarca ışık yılı uzaklıkta olduğu tespit edilmiştir.
ABD'deki Compton Rasathanesi'nde son iki yıldır yapılan çalışmalarla, gamma patlamaları günde bir defadan, iki yılda yaklaşık 600 kez gözlenmiş ve gökyüzünü çapraz bir şekilde geçip havai fişeklerin kürevî bir şekilde açılması gibi parıltıların atmosferimizi kapladığı tespit edilmiştir.
Takip edilen havaî fişek benzeri simetrik görüntülerle, astronomlar, patlamaların kaynağının galaksimizin dışında, hatta görülen kâinatın sınırlarında olabileceğini düşünmeye başlamışlardır. Gerçekten de patlamalar Samanyolu'nun içinden kaynaklansaydı, dünyadan tespit edilen dağılımlarına ait görüntülerde çarpıklıklar görülecek ve galaksinin merkezine doğru yoğun bir yapı ortaya çıkacaktı.
İşte gamma ışını patlamalarının mükemmel bir şekilde simetrik dağılımı, kaynağın galaksimiz olmadığını göstermekledir. Çok uzaklardan gelmelerine rağmen bu şekilde parlak görülmeleri, bu ışınların ne kadar çok enerji taşıdıklarına dair kriter olarak değerlendirilmektedir. Yapılan tahminler, bir gamma ışını patlamasının 10 saniye içinde ürettiği enerjinin, güneşin 10 milyon yılda ürettiği toplam enerjiye eşit olduğunu göstermektedir. İşte bu kadar büyük bir enerjinin kaynağının ne olduğu bilim adamlarının cevaplamaya çalıştıkları önemli bir sorudur. Bu alanda yürütülen bir teoriye göre, nötron yıldızları veya daha yoğun haldeki kara delikler ışın patlamalarının sebebi olabilir. Enerjileri sona eren bazı yıldızlar çekim kuvvetinin tesiriyle küçülmeye başlarlar ve proton, elektron gibi yüklü parçacıklar uzaklaşır, geriye sadece yüksüz nötronlar kalır. Kütlesi ve çekim kuvveti son derece artan, bu hale gelmiş nötron yıldızına düşen bir nesne çok büyük enerji patlamalarına yol açar. Öyle ki bir avuç kumun dahi nötron yıldızına düşmesiyle milyarlarca tonluk dinamit patlamış gibi bir enerji ortaya çıkabilir. İşte iki nötron yıldızının çarpışması sonucunda da, bir gamma ışını patlamasında görülen enerjinin ortaya çıkması mümkün olabilir.
Etrafımızı görüp tanımada ışık ne denli öneme sahipse, kâinatın bilinmeyen derinliklerini tanımada da aynı öneme sahiptir. Bu ışınlar bir taraftan idrak edemediğimiz büyüklüğü ile kâinatta, taşıdıkları yüksek enerjiyi bir yerden başka bir yere taşıyarak yine bilemediğimiz dünyalarda enerji dengesini sağlamakta ve bu şekilde termodinamikteki entropi kanununun yürürlükte kalmasına vesile olmakta, diğer taraftan da insan olarak bize bilinmeyen dünyalardan, araştırmakla öğrenebileceğimiz bilgiler taşımaktadır.

Mehmet Güneş

Kolumuzdaki İncelikleri Farkedelim

Bilim Felsefesi
Basit bir mekanizma olarak ele aldığımızda kolumuz acaba mükemmel bir şekilde mi tasarlanmıştır? Dirseğimizin, kolumuzun tam ortasında olması tesadüfi midir? Bir yerine iki dirseğimizin olması daha mı iyi olurdu? Acaba elimiz istenilen noktaya ulaşmakta yeterli kabiliyete sahip midir? Akla gelebilecek bu ve benzeri soruları mekanistik açıdan değerlendirip cevaplar arayacağız.

Mühendislikte hareketli parçalan birbirine bağlayabilmek için çeşitli tasarımlar yapılmıştır. Bunlardan en basiti menteşelerdir (Şekil-1a). Menteşe sadece tek yönde açılıp kapanmaya izin verir. Bu tip sistemlere serbestlik derecesi 1 olan sistemler denir. Yani tek bir parametre ile bu sistemin konumu tam olarak tarif edilebilir. Menteşenin iki kanadı arasındaki açı, hareketi tam olarak tarif eder. Dirseğimiz menteşe sistemine güzel bir misaldir. 2 serbestlik derecesine sahip diğer bir bağlantı şekli ise kardan bağlantısıdır (Şekil-1b). Motor şaftı ile tekerlekler arasındaki bağlantı bu şekilde sağlanır. Şaft dönmediği durumda tekerleklerin süspansiyonla hareketinin şafta zarar vermemesi için menteşe gibi bir sistem yeterli olabilirdi. Ama şaft dönme vaziyetinde iken, her dönme durumu için tekerleklerin yaylanma hareketinden etkilenmemesi için kardan bağlantısında olduğu gibi iki serbestlik derecesine ihtiyaç vardır. Bileğimiz böyle iki serbestlik derecesine sahip bir bağlantıdır. Şekil-2a'da elimizin sağa ve sola hareketi, şekil-2b'de ise elimizin öne arkaya hareketi görülmektedir.




Kürevî mafsalda ise üç serbestlik derecesi vardır (Şekil-1c). Bu tip bağlantıda bir yuva içerisine oturtulmuş bilye ve bu bilyeye bağlı bir çubuk vardır. Çubuk her yöne doğru eğilebilme ve kendi etrafında dönebilme kapasitesine sahiptir. Mühendislik tasarımlarında bilyenin yarıdan fazlası yuvanın içerisindedir ve bu sayede çubuğun çıkıp kurtulması engellenir. Aynı sistem üst kol kemiğimiz olan 'humerus'un kürek kemiğine bağlantısında da yaratılmıştır (Şekil 3). Yalnız bunun mühendislik tasarımlarından bir farkı vardır; bilyenin yarıdan daha azı oyuğa oturtulmuştur. İlk bakışta dezavantaj gibi gelen bu özellik tam tersine birçok avantajlara sahiptir. Bu sayede kolun hareket serbestliği artmaktadır. Şiddetli bir darbede kol yerinden çıkabilmekte, bağlantı noktasında kırılmalar önlenmektedir ki, bu tip yerlerdeki kırılmalar en zor tedavi edilebilen kısımlardır. Kolun yuvada kalmasını sağlayan kaslardır. Bir kol çıkması durumunda bu kaslar zedelenmemekte ve bunların yardımı ile kol eski yerine kolayca oturtulabilmektedir.




Elimiz ile pazı kemiği arasındaki bağlantıyı sağlayan kemikler bir tane olmayıp bunlar ön kol kemiği ve dirsek kemiğidir (Radius ve Ulna, Şekil 3). Bu tip tasarım dirsekten itibaren elimizi döndürmemizi sağlamaktadır (Şekil 4). Eğer pazı kemiği ile elimizi tek bir kemik birleştirmiş olsa idi tornavida gibi aletleri kullanmak mümkün olmayacaktı. Bileğimizde ise sekiz küçük kemik olup bunların fonksiyonları hâlâ tam olarak anlaşılabilmiş değildir.




Kol mekanizmamızda toplam kaç serbestlik derecesi olduğuna bir bakalım. Omuz bağlantımızda 3, dirsekte 1. bilek arasında 1 ve bilekte 2 olmak üzere toplam 7 serbestlik derecesi vardır. Bu kaba hesaba omuz ve parmak kemiklerinin hareketleri dahil edilmemiştir. Şimdi ise endüstride çok kullanılan robotlara ait bir örneği alalım. Şekil 5'de görülen robotun ana gövde bağlantısında 2, dirsekte 1 ve uçtaki hareketli kısımda 3 serbestlik derecesi olmak üzere toplam 6 serbestlik derecesi vardır. Uzayda herhangi bir kayıt altında olmadan hareket eden bir cismin 6 serbestlik derecesi vardır. Bunlardan üçü, üç boyutlu uzayın x, y ve z koordinatları ile, diğer üçü ise bu koordinatlar etrafındaki dönme ile temsil edilir. Robot mekanizmasında görüldüğü gibi acaba 6 serbestlik derecesi elimiz için yetmez miydi?




Bunun 1 fazla olmasının tasarıma getirdiği avantaj nedir? Robotun uçtaki parçasının erişme mesafesi içerisindeki bir noktaya ulaşması ancak tek bir şekilde olur. Eğer bu ulaşma yolu üzerinde bir engel varsa robot bu noktaya ulaşamaz. Halbuki elimiz 7 serbestlik derecesinden dolayı erişme mesafesindeki bir noktaya birçok değişik yoldan gidebilmekte, bu sayede engellerin etrafından dolaşabilmektedir.




Şimdi dirseğin niye tam kolumuzun ortasında olduğu sorusunu cevaplayalım. Kolay anlaşılabilmesi için iki boyutta düşünelim. Şekil 6a'da birbirine bağlanmış q ve r uzunluğunda iki çubuk, kol mekanizmasını temsil etsin. q, r'den büyük olduğunda ortada hiç ulaşılamayan bir bölge kalmaktadır (Şekil 6b). Aynı durum q, r'den küçük olduğunda da geçerlidir (Şekil 6d). Halbuki q, r'ye eşit olduğunda her noktaya ulaşılabilmektedir (Şekil 6c).




Bir yerine iki dirseğimiz olsaydı serbestlik derecesi gereksiz yere 8'e çıkacak, dolayısıyla kolun mukavemeti azalacaktı.

Kabaca incelediğimiz kol mekanizmasında büyük mühendislik tasarımları yatmaktadır. Bu yazımızda kemik dokusunun hafiflikle mukavemeti nasıl optimize ettiği, kol ve el kaslarımızın mükemmel bir âhenkle çalışması, elimiz ve parmaklarımızdaki hârika yapı üzerinde hiç duramadık. Elimizin avuç içerisindeki derisi yerine, üstündeki derisi avuç içerisinde olsa idi, tuttuğumuz bardak elimizden kayıp gidecekti. Sayılamayacak kadar bu ve benzeri misaller bir araya geldiğinde, bu işlerin tesadüfen evrimleşerek ortaya çıktığını kabullenebilmek, ancak, ilmi kuşaklan inkâr etmekle mümkün olabilecektir.



Kaynak

- Alexander R. McNeill, The Human Machine, Colombia University Press, 1992.

Doç.Dr. M.Sami Polatöz

Okyanus Ve Gizemli Dengesi

Bilim Felsefesi
Herkes deniz suyunun tuzlu olduğunu bilir. Deniz suyunun yaklaşık olarak %3’ü sodyum klorür, yani bildiğimiz tuzdur. Fakat deniz suyu nehirlerden okyanuslara akan ve buharlaşma neticesi daha tuzlu hale gelen bir su değildir. Çünkü sodyum klorür ve diğer tuzların denizlerdeki ve nehirlerdeki izah miktarları farklıdır. Deniz suyunun bileşimini nasıl kazandığı ve koruduğu uzun zamandan beri tartışma konusudur. Atlantik tabanındaki sıcak kaynakların deniz suyunun bilinen kompozisyonunu elde etmesinde mühim bir unsur olduğu yakın zamanda anlaşılmıştır.

Deniz suyunun her litresinde yaklaşık olarak 35 gram ve nehir suyunun her litresinde 0,1 gram çözünmüş çeşitli tuzlar bulunmaktadır. Bunlar büyük nisbette sodyum, magnezyum, kalsiyum gibi pozitif yüklü ve klor, sülfat ve bikarbonat gibi negatif yüklü iyonlardan oluşur. Deniz suyu ile nehir suyu kıyaslandığında bu elementlerin derişimlerinin farklı olduğu görülür. Deniz suyunda miktarlarına göre büyükten küçüğe sodyum, magnezyum, kalsiyum iyonları ve yine aynı şekilde klor, sülfat ve bikarbonat negatif iyonları bulunur. Aynı sıralamaya göre nehir suyunda sırası ile kalsiyum, sodyum, magnezyum ve bikarbonat, sülfit klorit bulunur. Deniz suyu diğer birçok iyonu da ihtiva eden karmaşık bir terkiptir.

19. yüzyılın sonlarına kadar deniz suyunun kimyasının nasıl korunduğuna dair çok fazla birşey bilinmemekteydi. Bu husus 1865’le Danimarka Kraliyet Bilimleri Akademisi’nden Georg Farahhammer tarafından şöyle ifade edilmişti: “Deniz suyundaki çeşitli elementlerin miktarları, nehir suyunun denizlere taşıdığı elementlerin miktarları ile orantılı değildir, fakat denizlerde bazı elementleri çözülmez hale getiren kimyasal ve organokimyasal reaksiyonların meydana gelme ihtimaliyle ters orantılıdır.”

Deniz suyunda cereyan eden kimyevi ve biyolojik reaksiyonlar, nehirlerin okyanuslara taşıdığı bazı tuzların uzaklaştırılmasında rol alarak, deniz suyunun kimyasının korunmasını sağlar.

Mesela, mikroskobik bitkiler ve hayvanlar, deniz suyundaki kalsiyumu kabuk yapılarına alarak güçlendirirler. Bu da deniz suyunda nehirler ile kıyaslandığında neden diğer elementlere göre daha az kalsiyum bulunduğunu açıklar. Denizlerde eser miktarda çözünmüş olarak bulunan bakır, çinko, kadmiyum ve kurşun gibi metaller ise bu bitki ve hayvanların öldükten sonra yapılarında birikerek denizin dibine çöker ve sudan uzaklaştırılmış olurlar. Böylece deniz suyunun kimyası korunmuş olur.

Fakat bu süreç, mesela nehirlerin getirdiği magnezyumun okyanus suyundan nasıl uzaklaştırıldığını açıklamıyor. Dengeyi sağlayan böyle bir uzaklaştırma işleminin var olması gerektiğini biliyoruz. Çünkü nehirlerin katkısına rağmen deniz suyunda magnezyum miktarı sabit kalmaktadır. Bu arada, daha az bulunan lantanyum ve vanadyum gibi metallerin dengelerinin de nasıl sağlandığı bu işlemlerle açıklanamamaktadır. 1865’teki teori ileri sürülürken okyanuslara su girdisi sağlayan bir diğer kaynağın varlığından bilim dünyası habersizdi. Bu kaynak okyanus tabanındaki bazaltik yayılım sisteminin boşluklarında hareket eden ve nihayetinde sıcak su kaynağı girdisi olarak ortaya çıkan jeotermal akışkandı. Fakat böyle bir su girdisi bazı elementleri sudan nasıl uzaklaştırıyordu?

1977 senesinde Panama’nın 500 km batısında “Galapagos bazaltik yayılım merkezi” denilen bir denizaltı sıradağları bölgesinde okyanus tabanındaki yarıklardan 17 derece sıcaklığında su çıkışı keşfedildi ve bilim dünyası ilk defa denizaltı sıcak su kaynakları ile tanıştı. Bu akışkanın içinde siyah, yoğun duman özelliğinde olan ve birbiri üstüne kabararak dalga hareketi ile yükselen ergimiş kayaç tanecikleri ve deniz suyu bulunuyordu. Bu hidrotermal akışkanın, birbirine zıt iki çözelti olan sıcak kaynak suyu ile deniz suyunun birbirleriyle karışmasıyla oluştuğu neticesine varılacaktı. 1987 senesinden beri, bu karışımın yükselmesini sağlayan mekanizma ile bu sistemde yer alan kimyasal reaksiyonların araştırılmasına devam edilmektedir.

Bu sıcak su kaynakları keşfedilmeden önce jeokimyacılar hidrotermal faaliyetin okyanusların bileşimi üzerindeki muhtemel tesirlerinin ne olacağını bilmiyorlardı. Fakat bugün birçok bilim adamı tüm okyanus su hacminin 10 milyon yıl gibi bir periyotla hidrotermal sistemden geçtiğine inanmaktadırlar. Deniz suyu okyanus kabuğu içine birçok yolla girmektedir. Deniz tabanındaki bazaltik kayaların içinde ilerleyip denizaltı silsilelerindeki sıcak kaynaklardan dışarı çıkmaktadırlar. Bu ise yılda 1014 litrelik akış miktarına eşittir.

Hidrotermal kaynaklardan kökeni itibarı ile çıkan akışkan, aslında deniz suyudur. Fakat devr-i daim sisteminin bir yerinde çarpıcı bir değişikliğe uğramıştır. Deniz suyu alkalidir (pH8) ve sıcaklığı 3600 m derinlikte 2.7 C’dir. Tabandaki kaynaklardan çıkan akışkan ise asidik (pH3) ve sıcaktır; aynı derinlikte 365 C’a kadar ulaşır. Bu suyun bileşimi de değişiktir. Bazı elementler, mesela bütün magnezyum bu sudan uzaklaşmıştır ve bu su normal deniz suyu ile karşılaştırıldığında bazı gazlar ve elementler itibarı ile zenginleşmiştir. Çok fazla helyum ve hidrojen sülfür içermektedir, ayrıca mangan konsantrasyonu deniz suyunun 1 milyon katı kadardır.

Bu değişiklikler nasıl olmuştur? Cevap, devr-i daim yapan su ile suyun içinden geçtiği sıcak bazaltik yayılım arasındaki reaksiyonlarda bulunmaktadır. Deniz suyu 100 C’nin üzerine kadar ısıtıldığında içindeki, kalsiyum sülfat olarak çöker, gerisi ise hidrojen sülfür oluşturmak üzere indirgenir. Bazalt temelde silikat minerallerinden oluşan bir kayaçtır. Deniz suyundaki magnezyum bu minerallerle yüksek sıcaklıklarda karmaşık reaksiyonlara girerek magnezyumca zengin mineraller oluşturur ve çöker. Bu reaksiyonlar neticesinde açığa çıkan hidrojen iyonları suyu asidik yaparken, oksijenle birleşen mineraller de suyu oksijence fakirleştirir. Magnezyum ve sülfatın deniz suyundan bu şekilde uzaklaşması jeotermal akışkanın okyanus suyunun bileşimine etkisini tam olarak izah edemez.

Haziran 1990’da Orta Atlantik Denizaltı Sıradağlarındaki aktif sıcak su kaynaklarında bazı araştırmalar yapıldı. Bu araştırmalar neticesinde sıcak kaynaklardan gelen akışkanın deniz tabanından birkaç yüz metre yükseğe çıkana kadar deniz suyu ile karıştığı ve kimyasal reaksiyonlara girdiği anlaşıldı. Ağustos 1991’de yapılan analizlerde, akışkan çıkış noktalarından 10 metre kadar yükseklikte demirin, deniz suyunda çözülmüş demirin oksitlenip ilk geliş safhalarında çökmesine eş bir hızla çöktüğü görüldü.. Bu ise demir oksitlerinin akışkanın oluştuğunu ima ediyordu. Bu olay deniz suyunun bileşimine nasıl tesir ediyordu? Akışkandaki demirin yarısının deniz suyu ile karışır karışmaz metal sülfür olarak çöktüğünü biliyoruz. Su ile karışıp soğuyan ve sülfürler ile bileşik yapabilen metaller akışkandan çökerek uzaklaşırlar.

Fakat bu, söz konusu sürecin sadece bir kısmıdır. Eğer akışkan içindeki demirin diğer yarısı demir oksit olarak çöküyorsa, fosfor, molibden ve arsenik gibi diğer elementler de demir oksitlerle birlikte çökerler. Bu işlem sonucunda akışkan ile karışan bahsi geçen elementler çökecektir. Eğer bu doğru ise, hidrotermal kaynaklar bu elementlerin kaynaktan değil, bunları deniz suyundan uzaklaştırarak deniz suyu kimyasının dengesini sağlayan mühim bir unsurdur.

Demir oksitler lantanid grubu ve toryum gibi bazı ağır elementleri bünyelerine alırlar ve bu olay onların sudan uzaklaşması için diğer bir mekanizma oluşturur. Bu işlem demir oksit parçacıkları akışkan ile beraber hareket ettikçe devam eder. Bu yolla deniz suyunda azınlıkta ve eser miktarda bulunan elementler büyük oranda sudan uzaklaştırılmış olurlar. Lantanidler okyanusa nehirler vasıtası ile eklendikleri miktarda sudan uzaklaştırılırken vanadyum gibi eser miktarda bulunan elementler ise nehirler vasıtası ile eklendikleri miktarın % 30’una inerler.

1987’den bu yana süren araştırmalar, okyanus tabanındaki sıcak kaynakların okyanus suyundaki birçok elementin kaynağı olduğuna dair tahminlerin tam tersi sonuçlar verdi. Bu kaynaklardan, nehirlerin getirdiği elementlerin birçoğunu deniz suyundan uzaklaştıran reaksiyonların başlatıcısı durumundaki akışkanlar geliyordu. Bu jeotermal akışkan ile, karıştığı deniz suyu arasındaki reaksiyonlara bir başka açıdan bakıldığında ise, bu reaksiyonların deniz kimyasının kadmiyum, kurşun gibi kirlilik sebebi elementler ile nasıl başa çıktığını anlamamızı da kolaylaştırdığı görülmektedir.


KAYNAK

— New Scientist, 13 Haziran 1992

M. Eyüp Yaşa

Zekâ Ve Akıl Hakkında

Bilim Felsefesi
Akıl nedir, zeka nedir? Aralarında ne gibi farklılıklar söz konusudur? Varlık sebepleri nelerdir? Zeki ve akıllı nitelemeleri ile neyi kastederiz? Her zeki insanın her hareketi akıllıca olur mu? Akıllı olmak için zeka, zeki olmak için akıl aynı değerde birer ön şart mıdır?

Zeka ve diğer fakülteler

Akıl kelimesi gibi Arapça asıllı olan zeki kelimesi; parlak ateş, parlaklık ve keskinlik anlamlarına gelmektedir (Felsefenin ilkeleri, Nihat Keklik; Doğuş Yay., İstanbul 1982).

İnsanın kendisini ve kendisini çevreleyen evreni beş duyusuyla algılayıp anlamlandırması zeka ile olur. Yeni durum ve olaylara intikal etme, anlama, öğrenme, analiz ve sentez etme yeteneği, beş duyunun ve sezginin belli bir verimlilikle kullanılması, dikkatin ve düşüncenin yoğunlaştırılması, ayrıntılara dikkat edilmesi zekanın varlığıyla olur.

İnsan zekası, insan ruhunun çatısı altında şuur, akıl, vicdan, sezgi, his ve hafıza gibi fakültelerin tek tek herbiriyle birlikte çalışmaktadır (Şuur, temelini insan zekasının oluşturduğu, sadece insana özgü bir uyanıklık ve algılama hali olarak tarif edilebilir.). Bu et-tırnak birlikteliğinden dolayı, indirgeyici veya soyutlayıcı yaklaşımlarla insan zekasını ana- liz etmek mümkün değil. İnsan zekasının, insanın mahiyetindeki diğer manevi fakültelere doğrudan bağlı olması, bizi, zeka kavramının tek bir tarifi olamayacağı sonucuna götürüyor ve insan zekası, hayvan zekası, -gerekiyorsa- yapay zeka gibi farklı zeka tarifleri yapmamızı gerekli kılıyor. Ayrıca insanda (belki bazı hayvanlarda da) zeka ile yetenek arasında kuvvetli bir ilgi söz konusu olduğundan, farklı zeka tiplerinden de sözedilebilir (Sosyal zeka, müzik zekası, matematik zekası gibi.).

Diğer yandan, her ruh ve zeka sahibi varlık aynı zamanda şuur ve akıl sahibi olmayabilir. Hayvanlar, kendi aralarında farklı olmak üzere, belli bir zeka düzeyine sahip, fakat akıldan yoksundur; dolayısıyla zekaları insan zekasından tabii ki farklıdır.

Peki hayvanlar öğreniyor mu? Yoksa bu, hafıza dediğimiz üniteye mekanik bir kayıttan mı ibaret? Öğrenme denecekse eğer, bu durum, hayvan daha önce karşılaştığına benzer bir koku, tat, eşya veya hareketle yeniden karşılaştığında refleksif bir tepki şeklinde kendini ortaya koyuyor, akli bir muhakeme ile değil. Dolayısıyla, hayvanın hafızası da insanın hafızasından farklıdır. İnsan hafızası ise, onun ruhundaki diğer fakültelerle girift bağlara sahiptir. Bilgiler hafızaya, zeka, his, sezgi, akli muhakeme ve niyet kanalıyla geliyor. Bizim için önemli olmadığına inandığımız bilgiler hafızaya girmiyor. Çünkü özel bir dikkat sarf etmiyoruz onlar için. Mesela bir arkadaşımızın yanında ilk defa karşılaştığımız bir kişi eğer bizim için herhangi bir anlam taşımıyorsa, bize ismen tanıştırılsa da genellikle adını hemen unutuyoruz. Fakat çeşitli sebeplerden dolayı adını öğrenmek istiyorsak, bu. hafizamıza özenle kaydoluyor. Sonuçta insanın, yapı ve işleyiş bakımından kendine özgü bir zeka ünitesine sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Ruh halinin zekanın kullanımına etkisi

Zeka ile düşünme yeteneği, düşünme ile de kişinin ruh yapısı (veya benliği) arasında kuvvetli bir münasebet söz konusudur. Çok zeki olduğu halde, çocukluktan itibaren aldığı terbiyenin ruh yapısı üzerindeki olumsuz etkileri sebebiyle sosyalleşememiş, tutuk ve ürkek kalmış, kendine güvensiz bir ruh halinde yaşayan kişilerin rahat ve takıntısız düşünce geliştiremedikleri, dolayısıyla zekalarının gereğini yerine getiremedikleri görülmüştür. Bu konuda Einstein’ın çocukluk dönemi tipik bir örnek teşkil eder: Okulda kendisine “utangaç Jean” manasına gelen “Biedermier” lakabını takmışlardı. Sorulan herhangi bir soruya karşılık olarak yanlış birşey söylememek için, ancak uzun bir düşünme süresinden sonra cevap veriyordu. Hatta bir ara aile içinde, zekasının geriliğinden korkulmuştu. Okuldaki durumu, annesinde, bir yakınına yazdığı mektupta şunları belirtme ihtiyacı ne yapacağımızı bilmiyorum, gerçekten pek birşey öğrenemiyor” Bu durum, Einstein’ın ilk ve orta öğrenimini, baskı atmosferinin hakim olduğu katolik bir eğitim müessesesinde yapmasından kaynaklanıyordu (1880’li yılların Almanyası’nda sadece dini okullar vardı). Einstein, hatıralarında, okuldaki eğitmenlerin tavrından ‘çavuş baskısı” olarak bahsedecek, hocaların ise “teğmenler” gibi davrandığını belirtecektir.

Bu misâlde de görüldüğü gibi bir kimse, şahsiyetinin zedelendiği veya sağlıklı gelişme imkanı bulamadığı böyle bir durumda, çok zeki dahi olsa, bu problemin üstesinden gelemeyebilir.Burada, insanın ideal sahibi olması onun şahsiyetini geliştirecek, kendisine güvenini artıracak, sonuçta kendisini daha hür hissetmesini ve daha rahat ifade etmesini sağlayacaktır.

Yukarıdaki durumun tersi de görülebilir. Kendine aşırı güvenen ve dağınık düşünen, kuvvetli analizler yapabildiği halde, bunlara sentez düşüncesiyle yaklaşma arzusu veya sabrı gösteremeven kişiler de vardır. Bunlar hayatlarında genellikle bir sonuca gitmeyi düşünmezler. Tenkit ağırlıklı konuşurlar. Bunda, dikkatlerinin yüksek oluşunun, doğuştan getirdikleri huy ve mizaçlarının,aldıklan terbiyenin rolü vardır. Diğer yandan, zeki olduğu halde sürekli tutarsızlıklar sergileyen, hareketleri akıllıca olmayan insanlar da vardır ki, bu, onların benliklerindeki itminan zayıflığına bağlı olarak ortaya çıkabilmektedir.

Yüksek zekanın karşılaştığı problemler

Bazı insanlar; süratli düşünme, bilgiyi süratle değerlendirip belli bir yere oturtma, ondan yeni fikirler geliştirme, süratli analiz ve sentez yapabilme kabiliyetine sahiptirler. İntikal ve vukuf kabiliyeti yüksek, süratli karar verebilen, dikkat ve merakları sürekli uyanık kalan zeki talebelerin, okullarda normal süratte uygulanan eğitim/öğretime ayak uyduramamaları, bu hız farkının onların canını sıkmasından dolayıdır. Bu kişiler süratle akan düşüncelerini aynı süratle yazıya geçiremedikleri için, genellikle konuşmayı tercih ederler. Çünkü düşünme mekanizması kalemi tutan elden daha süratli işler. Yazma işi hız kesicidir; dolayısıyla teklemeler, atlamalar,unutmalar ve sonradan hatırlamalar olabilir, bu da, iletilen bilgi dizisinde hatalı ardalanmalara, yer değişikliklerine yolaçar ve maksat istenen şekilde ifade edilemeyebilir. Dikkat ve ilgileri sürekli meşgul olan, zamanı lüzumsuz kullanmaktan sıkılan bu kişilerin yazıları çok düzgün olmayabilir.Bununla ilgili bir misal, Bediüzzaman’ın, düzgün yazamadığı için, kendisini yarım ümmi olarak tarif etmesidir. Onun bu özelliği, ilham yoluyla kalbine geldiği için dilinden süratle dökülen eserlerini talebelerine yazdırmasını gerektirmiştir (İlhamın, belli bir konuda diğer insanlardan daha fazla kafa yoranlara nasip olduğu da bir başka gerçektir). Bu yaratılıştaki kişiler, çok yönlü zihınlerinden gelip geçen parlak hakikat ifadelerini küçük notlar halinde yazmayı da tercih edebilirler. Onun ‘Sünûhat’ adlı eseri bunun güzel bir misalidir.

Bazılarında ise intikâl süratli değildir. Analiz-sentez kabiliyeti aynı derinlikte olsa da, bunlar mizaçlanndan dolayı, yeni şartlara daha ihtiyatlı yaklaşma, temkinli karar verme istidadındadırlar. Bilgiyi yazıyla aktarmak bunların yapılarına daha uygun olabilir. Bu noktada sabır mühim bir unsurdur. Sabırlı oldukları takdirde, birinci gruptakiler güzel yazılar da çıkartabilirler. Okuyucu bu yazıları, onları dinliyormuşçasına okur.

Zekâ / Akıl

Arapça sözlüklerde çeşitli manaları olan akıl kelimesi bir bakıma, bağlamak demektir. Burada, bağlamaktan maksat, birbirine uygun iki nesne veya iki kavram arasında bağlantı kurmaktır. Mesela, kalem ve yazmak kelimeleri arasında, uygun bir bağlantı (ilişki) vardır: Bu suretle, “kalem yazıyor” önermesi, akla uygundur (age).

Zeka ile aklın mathiyet ve fonksiyonları farklıdır. Akıl, hikmet içindir. Akletmek, muhakeme etmek, hüküm çıkarmak içindir.Kabul eden veya etmeyen, yani karar, tercih veren ve seçim yapan akıldır. Çünkü akıl, irade sahibidir aynı zamanda. Zeka ise irade sahibi değildir ve sadece aklın faaliyeti için gerekli verilen toplar. Beş duyu kanalıyla, ayrıca sezgiler ve hisler yoluyla insan şuuruna akan bilgileri algılar ve aklın önüne koyar. Bunların iradi, sübjektif değerlendirmesini akıl yapar. Böylece insan nihai karar ve tercihini, akli fonksiyonlarıyla belirler. Bu aynı zamanda insanın iradesini ortaya koymasıdır. Akıllı olmak için zeka tabii bir ön şart iken, zeki olmak için akıl sahibi olmak gibi bir ön şart söz konusu değildir. Böyle bir mukayese zaten doğru değildir, çünkü akıl, insanın zihin ve düşünme faaliyetinde sonraki aşamayı oluşturmaktadır.

Zeka, aklın kullanılması için verilmiş bir motordur ve bu motorun verimli ve faydalı kullanılması da aklın işlerliğiyle mümkündür. Aksi takdirde orta yerde sadece kurnazlık kalır. Çok zeki, daha doğrusu çok kurnaz bir hırsızdan sözedilebilir, fakat ona asla akıllı denemez. Çünkü o ileriyi düşünememiş ve kendisini çıkmaz bir yola sokmuştur. Gayrimeşru kazanç, hayatı boyunca vicdanını rahatsız edecektir.

Bir otomobile göre mukayese edecek olursak, zeka motora. akıl ise direksiyona benzetilebilir. Motor çok iyi çalışabilir, ama direksiyon iyi kullanılmıyorsa motorun verimi bir fayda sağlamaz. Araç her an kaza yapabilir. Sonuçta, akli muhakeme için bir ön faaliyet olan düşünme eylemi, zekanın varlığını gerektirmektedir. Fakat, her düşünen aklını kullanıyor demek değildir.

İnsan, akıl ve düşünme

İnsan aklı, kainatta en önemli bir meyve olarak kabul edersek, aklın kendisini yaratan Yaratıcı’yı tanıması nihai varlık sebebi olabilir; aklın diğer bütün faaliyetleri de bu sonucu vermesi açısından önemli ve anlamlıdır. Akıl, kainatı tarayacak, insan denilen müstesna varlığı tanıyacak ve bütün bunlar onu Yaratıcı’sına götürecektir. Çok zeki olduğu halde bu sonuca ulaşamayan, yani aklını kullanamayan veya kendisine doğuştan bir potansiyel olarak verilmiş olan aklını kuvveden fıile çıkaranıayan insanlar (bilim adamlan, düşünürler) gelip geçmiştir. Burada bir bakıma felsefe-hikmet ayırımını da görebiliriz: Sürekli analitik kalmaya mahkum bir çeşit zeka oyunu olan felsefe ile akli muhakemenin ulaştığı hikmet arasındaki ayırım. Bediüzzaman Kur’an’ın mahiyetinden bahsederken buna dikkat çeker: “Mesela Kur’an güneş için der: ‘Döner bir siracdır, bir lambadır.’ Zira Güneşten, Güneş için, mahiyeti için bahsetmiyor, belki bir nevi intizamın zenbereği ve nizamın merkezi olduğundan; intizam ve nizam ise, Sâni’in ayine-i marifeti olduğundan bahsediyor. Evet der: ‘Güneş döner.’ Bu ‘döner’ tabiriyle; kış, yaz, gece, gündüzün deveranındaki muntazam tasarrufat-ı kudreti ihtar ile, azamet-i Sânii ifham eder... Şimdi bak: Şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak diyor ki: ‘Güneş, bir kitle-i azime-i mâyia-i nâriyedir. Ondan fırlamış olan seyyaratı etrafında döndürüp, cesameti bu kadar, mahiyeti böyledir, şöyledir’ İşte insan zekasının bugün geldiği seviye, varlık alemini bilimsel gözlem ve deneylerin sonuçlanyla çok detaylı olarak tanıtıp şerhedebiliyor. Fakat bir adım daha atarak bu varlık mucizesinin arkasındaki ilim ve kudreti görebilmek, ancak aklın faaliyet alanına giren, aklın kullanılmasıyla mümkün bir husus oluyor (Kader açısından da bir nasip meselesi.). Yani, tek başına zeka yeterli olmuyor. Kur’an’ın,“Göklerin ve Yer’in yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşisıra gelmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyarak yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirdiği bir su ile, ölmüş olan toprağı diriltmesinde, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları ve yer ile gök arasında emre amâde bekleyen bulutları döndürmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah’ın varlığını ve birliğini ispatlayan) pek çok deliller vardır.” (2/164); “Allah, dilediğine hikmet verir. Kime hikmet verilirse ona pek çok hayır ve üstünlük verilmiştir. Gerçekleri ancak akıl sahipleri anlar.” (2/269); “İşte Allah ölüleri böyle diriltir, size alametlerini gösterir, ta ki, akledesiniz.” (2/73) gibi ayetleri zekanın faaliyet alanını aşan, ancak aklın nasibi olan ve insanı hikmete götüren bu idraki, bu akletmeyi, bu muhakemeyi ortaya koymaktadır. Bu yüzden Kur’an “akıl sahipleri” diyor, “zeka sahipleri” demiyor. Çünkü zeka, akıl için sadece bir ön şart. Zeka yoksa akıl zaten yok. Nihai hedef akıl. Kur’an aklı muhatap alıyor. Çünkü idrak ve muhakeme, nihai karar ve tercih akıl ile olacak. Bu yüzden denebilir ki, Kur’ani manada tefekkür, zekanın hakikati arayışıdır, kendini en doğru şekilde, en doğru yerde kullanmasıdır ve akletme denilen olayın ta kendisidir. Böyle bir akıl, zekanın faaliyetiyle toplanan bilgilerin arkasındaki hikmeti görmekte, yani sadece kuru bilgi aşamasında kalmamaktadır; bir üst fakülte olarak fonksiyon görmektedir. Zeka gerçeği ve görünür realiteyi, akıl ise hakikati algılamak üzere yaratılmıştır. Yani sahaları farklıdır. Böylece, ancak niyeti hakikati arayıp bulmak olan kişiler bunu başarabilir, hakikate uygun kararlar alabilirler.

Gerçek yalandan, iyi kötüden, doğru yanlıştan akl-ı selimle ayırt edilebilir, zeka ile değil. Zeka realiteyi tespit eder, akıl kişinin niyetine göre bu tespiti yorumlar ve kendince bir yere oturtur. Akıl, hislerin önünde tutulabilirse sağlıklı muhakeme yapabilir. Bunu başaran insanlar için hakikat tektir, değişmez. Aksi durumda insan sayısınca doğru ortaya çıkar. Bu yüzden “aklın yolu birdir” denilmiştir. Aklın kullanılamaması, nefsin ve hislerin onun önüne perde olmasından dolayıdır genellikle. Bu, peşin hükümlülük, şartlanmışlık ve nefsani, hissi tepki şeklinde tezahür eder. Hisler ise kalp ile alakalıdır. Kur’an, “Kalpleri vardır, hissetmezler.” derken, sıhhat ve selametini yitirmiş bir kalbi nazara verir.Burada bir diğer önemli husus, kalbin de bir şuur melekesiyle donatılmış olabileceğidir.

Sonuçta zeka, aklın kullanılması için bir kapasitedir. Sonrası kişinin niyetine kalmıştır ve ona göre şekillenir.Bediüzzaman, hayatta dört önemli hakikate ulaştığını söyler; bunlardan biri de niyettin Niyet aslında kalbin meylidir ve akli muhakemenin yönünü ve sonucunu belirler.Yani, eğer kişinin niyeti hakikati aramak değilse, “kalp gözünün körelmesi” ifadesiyie anlatılmak istenen, akli muhakemenin dumura uğraması hali söz konusu demektir. Böyle bir durumda, kişinin çok zeki olmasının, hakikat adına ona kazandıracağı hiçbir şey yoktur.

Yrd. Doç. Dr. Ömer Said GÖNÜLLÜ

Bilim Kurgu ve Spekülasyon

Bilim Felsefesi
İnsan. düşünme kabiliyetiyle çok seviyeli eserler verebildiği gibi. hayal gücü ile de gerçeklikten uzak, fakat çok cazip konularla da ilgilenebiliyor. Hayal, ön sezi ve kurgu bazen büyük gelişmelere sebep olabildiği gibi bazen de insanları avutmada bir vasıta olarak kullanılabiliyor. Bilim kurgu türlerinde ise bunun en sık rastlananları ışınlama ve zamanda yolculuktur.

Teknolojik zaman cetveline göre ışınlama dört kademededir:

1. Ses: Radyo ve telefon ile. sesin nakli hayata geçirilmiştir.

2. Görüntü: Bir cismin görüntüsü sinema ve televizyon ile iki boyutlu, hologram teknolojisi ile üç boyutlu olarak iletilip görüntülenmektedir.

Yine VRML (sanal gerçeklik) simülasyonları ile üç boyutlu görüntüler âleminde seyahata çıkabiliriz.. Bilimin bugünkü geldiği seviye Beyaz Saray'ın holografik modelinin İstanbul Boğazı'nın üzerinde kurulabilmesine engel olmadığı gibi, programlanan bir simülasyon ile sizin Mekke'ye gitmeniz de mümkündür.

3. Koku: Kokunun uzak mesafelerden nakli hakkında ise elimiz kolumuz bağlıdır. Zaten kokunun sırrı da henüz anlaşılmış değildir.

4. Madde: Koku naklinde olduğu gibi. elimizde nakledilebileceğine dair müşahhas bir delil yoktur.

Işınlama, çok sayıda filme konu olmuştur. Makroskobik cisimlerin ışınlanması ile ilgili bir gelişme kaydedilmezken, çok küçüklerin dünyası olan atomaltı parçacıklarında birtakım gelişmeler kaydedilmiştir. Bunların en önemlisi Kuantum Teleportasyonudur.

Teleportasyon, ışınlamanın İngilizce karşılığı olup, feza yürümesi de denmektedir. Kuantum Teleportasyonu da kuantum seviyesindeki atomaltı parçacıklarının (foton gibi) bir yerden bir yere nakli demektir. Kuantum Teleportasyonu teori seviyesinde ortaya atıldığında Heisenberg'in belirsizlik ilkesine ters düştüğü gerekçesiyle ciddiye alınmamıştır.

Teorinin doğruluğunu ispatlamak için kuantum mekâniğindeki Einstein-Podolsky-Rosen etkisi (EPR korelasyonu) kullanılırsa, bazı yardımcı parçacıklar vasıtasıyla ispatlanabilecekti. Nihayet Innsbruck deneyinde EPR korelasyonu sayesinde aralarındaki mesafe çok uzak olan iki foton kullanıldı. Bu iki fotonun birinden ötekine o fotonun polarizasyon hâli aktarıldı.' Bu deneyin kritikleri sonucunda Kuantum Teleportasyonu ispatlanmış oldu. Fakat ortaya yeni bir problem çıktı: Bu deneyin sonucu teorik olarak ışık hızının aşılmasıdır. Kuantum Teleportasyonu ispatlandı. Fakat ışık hızının aşılması gerçekleştirilemedi,

Işık hızının aşıldığını belirlemek için bize ışık hızından daha hızlı detektörler lâzım olduğundan ve şu anda elimizde böyle bîr teknoloji bulunmadığından ışık hızının aşılabileceğini tespit edemiyoruz.3 Ancak tespit edilememesi demek. ışık hızı aşılmıyor demek değildir. İnsan gibi cismanî olmayan bazı varlıkların (melek veya cin gibi) hareketlerinin ışık hızını aşması kuvvetle muhtemeldir. Bu çalışmalarla görüleceği gibi her gelişme ile ortaya yeni bir problem çıkmaktadır. Einstein bu problemlerin çözümü ile ilgili olarak şunu söylemektedir: "Karşılaştığımız büyük problemlerin çözümü. onları oluştururken kullandığımız mantıkla çözülemez."1

Işık hızının aşılmasıyla ilgili bir diğer faraziye de "takyon" denilen parçacıklardır. Bunlar ışıktan hızlı gittikleri için sanal kütleli kabul edilmektedir. Maxwell denklemlerini atomik seviyede uygulayınca takyonların varlığı tabiî olarak kabul edilmektedir. Fakat bunların varlığı deneylerle hiçbir zaman gösterilememiştir.5

Işınlama ile ilgili en çarpıcı spekülasyon Philadelphia deneyi olarak bilinen olaydır: Söylenenlere göre, "23 Temmuz 1943 sabahı Eldridge gemisindeki jeneratör çalışmaya başladı. Geminin etrafında yeşilimsi bir sis oluştu. Sonra sis kayboldu ve gemi de görünmez oldu. 15 dakika sonra jeneratörler durdurulunca önce yeşilimsi sis ve ardından da Eldridge gemisi görüldü."

Ve bu olaydan üç ay sonra:

"28 Ekim 1943'de Eldridge gemisinde tekrar jeneratörler çalıştırıldı.

Geminin suyla temas eden yeri dışında kalan kısım görünmez oldu. Sonra mavi bir şimşeğin çakmasıyla gemi tamamen kayboldu. Virginia açıklarında Norfolk'ta açığa çıktı. Birkaç dakika sonra tekrar kaybolarak Philadelphia'ya geri döndü."6

Hakkında bu tür bir sürü rivayet bulunan ve hiçbir resmi dayanağı olmayan bu deney bir spekülâsyondur. Işınlama hâdisesi, deneyin yapıldığı tarihten 13 yıl sonra CM. Ailende isimli şahıs tarafından ortaya atılmıştır. Deneyin asıl maksadı gemiyi bir şekilde görünmez yapmaktı. Gemi radarla tespit edilse bile, yanlış yerde algılanması isteniyordu.

Etraftaki su buharlaştırılırsa, güneşin de etkisiyle gemi sisten dolayı görünmez olabilirdi. Bugün hem radara yakalanmayan araçlar, hem de sis sayesinde görülemeyen gemi üretilebiliyor. Ama makro seviyede bir cismin ışınlanması hakkında en ufak bir gelişme kaydedilmiş değil. Sıradan mekânik ve inorganik bir cisim için durum böyle iken bugün organik ve şuurlu varlıkların ışınlanmasından bahsetmek bilimin vazifesi midir?

Kuantum Teleportasyonu ise mikro seviyede bir ışınlamadır ve fizik bununla makro seviyedeki ışınlama arasında teorik olarak bile bir bağıntı kuramamıştır. Kaldı ki teorik olarak mümkün gözüken bir sürü hâdisenin de pratikte yapılması çok zor hattâ imkânsız gibidir. Meselâ bilinen dört çeşit kuvvetin tek bir kuvvet olarak açıklanabilmesi için 1019 GeV'luk enerjiye ihtiyaç duyulurken pratikte ancak 103 GeVa ulaşabiliyoruz.

Eğer bu dört kuvvet birleşirse atomlar seviyesindeki parçacıklar için geçerli kanunları aynen gündelik hayatımıza yani makro âleme uygulayacaktık. Böylece her hâdiseye basit bir izah getirmek mümkün olacaktı.

Bilim kurgularda yer alan bir diğer özellik ise madde nakli yapılırken beraberinde zaman yolculuğu yapmaktır.

Bu konuda da pratikte bir ciddi gelişme kaydedilmezken, teorikte mümkün bazı yollar vardır. Geleceğe ya da geçmişe gitme bu tür kurgularda sıkça işlenmektedir.

Geleceğe gitme yollarından bir tanesi şudur:

Özel izafiyet teorisinin sonuçlarıyla yaklaşık 10 m/s2"lik bir ivmeyle fezada yolculuk yapan bir vasıta bir yıl içinde ışık hızına iyice yaklaşır. 40 yıl bu ivmeyle hızlanmaya devam edip dünyaya geri dönerse dünyada 60 bin yıl geçmiş olacaktır. Yani dünyada 60 bin yıl geçerken, zaman, fezada ışık hızına yakın gidenler için yavaşlayacak ve dünyaya geri dönünce kendilerini sadece 40 yıl yaşlanmış görecekler. Fakat gerçekte bunu doğrulayacak teknik imkânlar sınırlıdır. Teknik imkânların olması durumunda ise. bu deneyi kesinleştirmek için dünyada birilerinin 60 bin yıl bekleyip veya gelecek nesillere bilgi bırakarak sonucu doğrulatmalarını gerektirmektedir. Bu bütün fizik kanunlarına göre normaldir. Fakat gereken enerji miktarı gibi teknik yetersizlikler büyük mesele teşkil etmektedir. Eşme'ye göre, ancak gezegen büyüklüğünde bir kütle enerjiye dönüşürse bu mümkün olabilir.7

Geçmiş'e gitmek ise daha belirsizdir. Einstein'ın genel izafiyet teorisine göre insanı geçmişe götürebilecek birçok zaman koordinatı mevcuttur. Ancak şimdiye kadar kâinatta zaman yolculuğu olduğu hiçbir deney ya da gözlemle gösterilememiştir. Geçmişe yolculuk (wormhole) solucan deliği, ile açıklanmaktadır. Solucan deliği uzayzamanın ayrı bölgelerini birleştiren tünellerdir. Solucan deliğinden geçmek de geçmişe doğru yolculuğu temin etmelidir. Bu konuyla ilgilenen ku-a n t u m gravitasyonu bize solucan deliklerinin 1033 cm olduğunu söylüyor. Yani bir elektronun milyar kere milyarda biri demek. Bazı fizikçiler bu büyüklükteki bir solucan deliğini alıp normal büyüklüğe büyütebileceklerine inanırken, Stephen Hawking "Chronology Protection Conjecture" isimli eserinde bunun mümkün olmadığını savunmaktadır.8

Message Contact filminde de ateist bir bilim kadını bir solucan deliğinden geçtikten sonra yıllar önce kaybettiği babasıyla buluşuyor. Fakat geri döndükten sonra bir kişi dışında kimseyi inandıramıyor. Sonra o da bazı fikirlerinden vazgeçiyor.

Bilim kurgulara dikkat edilirse:

* Temel gayesi halka bilimi sevdirmek olup akademik seviyedeki bilgiler ile halkın şu andaki bilgi seviyesi arasında köprü olmaktır.

* Hayal, kurgu ve mucize gibi vakaları, bilim adamları çok az bir gayret ve tesadüflerle(!) (meselâ şişelerin kırılıp karışmasıyla elde edilen rastgele bir formül ile yaşlanmaya karşı bir çare bulunması vs.) açıklama kolaycılığına alışmışlardır.

* Halka telkin ettiği mesajlarla geleceğin bilim adamlarına bir mesaj vermektedir. Bu mesajın tesiriyle büyüyen bilim adamları sanki tek vazifelerinin bu gibi fantastik olaylara izah getirmek olduğunu düşünmekte ve buna göre hareket etmektedirler.

Oysa ki, bilim kurguların çoğu köprü değildir.

* Halka uygun metodolojiyi anlatmaktan uzaktır. Gerçek bilim adamı sezginin yanında mutlaka bir metot takip eder ve yaptığı buluşlar bu metoda dayanır.

* Bilim kurgucu halka gerçek bilimi anlatacağına genelde mucizeleri, spekülâsyonları o günkü bilimin geldiği dar seviye ile anlatır. Öğreticilikten ziyade insanı hayal kurmaya yönlendirir.

* Ancak burada dengeyi iyi kurmak gerekir. Hayal kurmak insan olmanın bir özelliğidir. Bazı şeyler hayalden geçirilmeden gerçekleşmez. Jules Verne'in o gün için hayal mahsulü gibi görünen bazı romanlarının daha sonra gerçekleşmesi İle: o hayalleri kuran insanın, bilim adamlarının ufkunu açmaya sebep olduğu inkâr edilemez. Birçok keşfin altında önce onların hayal dünyasındaki projeleri yatar.

Modem fiziğe önemli bir katkısı olan Ge-orge Gamow'un kaleme aldığı "Mr. Tompkins'in Serüvenleri" isimli hikâye, modern fiziğin karmaşık kurallarını, gündelik hayatımıza indirgeyerek herkesin bu kanunları kolayca anlamasını sağlıyor. Bu eser gerçekçi bir bilim kurgu olduğundan öğretici boyutu ağır basmaktadır ve akademik bilimlerle halk tıraşında uygun bir köprüdür.

Eğitim çağındaki gençler, televizyondaki bilim kurgu kaosu içinde, büyük hakikatleri, anlama seviyesi düşük olan kimselerin anlayacağı türden örnekler vererek anlatan eserlere ve türevlerine muhtaçtır.

Hayvanlar âleminden alınacak ibretler ise düşündürücüdür ve bu hayvanları taklit ederek gelişen bilim dallarının önü açıktır (Helikopteri "helikopter böceği"ne bakarak tasarlamak gibi). Burada tecelli eden İlâhî sanat ve sağlam kaynaklarda belirtilen peygamber mucizelerinden alınacak dersler, kalp-kafa bütünlüğüne ermiş bilim adamları için tükenmeyen ilham kaynaklarıdır.

Netice itibarıyla her şey ilme bağlıdır. Zaman zaman insanların aklı, ışınlama gibi spekülâsyon değeri hayli yüksek olan konularla meşgul olur. Bunun popüler bilim ve bilim kurgu olarak avama bazı peyleri öğretmesinin Taydaşı inkâr edilmese de (ne kadar öğretebilir!!!), bu yolla kâinatın sırlarının, şüphe duyulmadan, sorgulanmadan keşfedilmesi bir hatadır. Bunun için gelişmiş üniversitelerde bilim adamı olmak isteyen müleheyyiç ruhlu araştırmacılar için bilimsel metodolojinin öğretildiği araştırma ve bilgiyi sorgulama dersleri açılır. Gerçek ilim adamlarının; bütün çalışmalarının spekülâsyondan çok. ilmî tecrübeler ve en doğru kaynaklar ışığında, bir dedikodu vasıtasından ziyade, ayaklan yere basan hayal kurmayı kazanarak, kâinatın karanlık köşelerine aydınlık götürecek gerçek değerine ulaştıracağına inanıyoruz.


Kaynaklar:

1. IBM Anounctis Quantum Teleportation. liltp://www.research.ibm.com/quantuminfo/_teleportation

2. The Innsbruck Experiment. http://dm2/uibk.ac.al/c/c7/c704/qo/photon/tdepori/index.htm 3. Scientific American Explanations. http://www.sciam.com/fxplorations/12229 7/teleport/index.html

4. Steinberg. A. M. Kwiat. P. G. ve Chiao. R.Y. "Measurement of the Single Photon Tunneling Time". Physical Review Letters. Vol. 71. (sayfa 708; 1993)

5. Whai is known about tachyons?. http://www.sciani.com/physics/physics29.html

6. The Philadelphia Experiment (Project Rainbow). http://www.insearchof.com/frames/philadelphia_experiment/philadelphia_f.htm1

7. Is it theoretically possible to travel through time?. http://www.seiam.com/physics/physics18.html

8. What exactly is a wormhole"?. htt p://www.sciam.com/physics/physics34.html

Alper Çiftçi

Kur’ân-ı Kerim, bir bilimler kitabı değildir

Bilim Felsefesi
Kur’ân’ın Ana Maksatları ve Bilimlerin Konularına Bakışı
Kur’ân’ın dört ana maksadı vardır: Allah’ın varlığını ve birliğini izah ve ispat, Âhiret, Peygamberlik ve ibadet, adalet. O’nun bütün açıklamaları, emir ve yasakları, önceki milletlerden ve tarihî hadiselerden bahisler açması, hep bu dört ana maksadı zihinlere nakşetmek, kalblere yerleştirmek ve günlük hayata esas yapmak içindir. Yine aynı gayeye yönelik olarak ve tabiat, Allah’ın İsimleri’nin tecellî sahası, hattâ tecellîlerinin neticeleri ve dolayısıyla O’nun varlığının ve birliğinin âyetleri, yani apaçık işaretleri ve delilleri olduğundan, Kur’ân-ı Kerîm, sık sık yaratılış gerçeklerine, ‘tabiat’ hadiselerine ve, bir açıdan tabiatın bir parçası, bir diğer açıdan ise, yaratılış ağacının meyvesi ve minyatür örneği olan insana atıflarda bulunur.

Kur’ân-ı Kerim, bir bilimler kitabı değildir. Fakat, bilimler tabiatı ve insanı ele aldığı, bilim ve teknoloji insanî zekâ, gayret ve çalışmalara İlâhî bir lütuf ve dolayısıyla insan hayatının önemli bir boyutu olduğu için, "yaş, kuru her şey"i ya açıkça, ya işareten ve sembol halinde, ya ayrıntılı, ya öz olarak, ya da teşbih, temsil ve mecaz gibi san’atlar yoluyla ihtiva eden Kur’ân, bilimlere ve bilimsel gelişmelere, aynı şekilde, bazen açıkça bazen işaret ve sembollerle parmak basar. Şu kadar ki, bilimler tabiatı ve eşyayı kendi adlarına, ‘manâyı ismî’leriyle ele almalarına ve ‘nasıl’ sorusu üzerinde yoğunlaşmalarına karşılık, Kur’ân-ı Kerim, bunlara Allah adına ve sözünü ettiğimiz ana maksatları çerçevesinde temas eder. İkinci olarak, Kur’ân-ı Kerim, takip ettiği ana maksatlar temelinde insanları irşad etme, iman ve güzel ahlâk kaidelerini kalblerine yerleştirip, hayatlarına hayat yapma gayesini güder. O, belli bir kesime, belli bir zaman ve mekâna ve belli seviyelere hitap etmez. Her dönem, her zaman ve mekân, her milletten ve her seviyeden insanı karşısına aldığı ve insanların çok büyük çoğunluğu bilimlerden, bilimsel gelişme ve gerçeklerden, en azından tam ve ayrıntılı olarak haberdar bulunmadığı için, Kur’ân, hiç şüphesiz bilimlere ve bilimsel gerçeklere, bizzat bilimler gibi yaklaşmayacaktır. Ayrıca, bilim, insan için her şey demek değildir; o, insan hayatında sadece şeylerden bir şeydir. Bilim, çok büyük ölçüde insanı dünya hayatı açısından ilgilendirir ve onun faydası ancak kabre kadardır. Halbuki, Kur’ân’ın nazarında dünya hayatı, bir hadisin ifadesiyle, uzun ve ebede uzanan bir yolculuğa çıkmış bulunan insanın bir ağaç altında bir süre dinlenmesi gibidir; insanın ebed yolculuğunda bir safha, Âhiret’i, yani yolculuğun asıl bölümü için gerekli erzak ve malzemeyi toplama dönemidir ve bunda, bilimlerin katkısı hiç de abartılacak ölçüde değildir. Üçüncü olarak, Kur’ân, her şeyden önce bir irşad kitabı olduğu ve ana maksatları temelinde bütün insanları irşad etmeyi hedeflediği için, irşadda delilin tezden gizli olmaması, tam tersine, açık ve anlaşılır olması gerekir. Meselâ, Kur’ân-ı Kerim, ana maksatları çerçevesinde güneşten modern bilimlerin bahsettiği gibi bahsetseydi, sözgelimi, "güneş, şu büyüklükte, iki trilyon kere trilyon ton ağırlığındaki şu gazlardan ve daha başka şu elementlerden oluşmuş ve her milyon hidrojen atomuna karşılık 85.000 helyum atomu ihtiva eden bir kütledir" deseydi, güneş hakkında bu bilgilerin ortaya çıktığı döneme kadar yaşayıp gitmiş insanları, ayrıca, bugün ve Kıyamet’e kadar bu gerçeklerden habersiz olan, haberdar olmaları da gerekmeyen, hattâ haberdar olmaları kendilerine hiçbir şey kazandırmayacak milyarlarca insanı şaşkınlığa sevk etmiş, zihinlerini faydasız malûmat yığını ile doldurmuş ve onlara müsbet manâda hiçbir şey vermemiş olurdu. Gerekli her şeyi ve gerektiği ölçüde ihtiva ve takdim eden kesin bir vahiy olarak Kur’ân-ı Kerim, her anlayış seviyesindeki insanı muhatap kabûl eder, gizli ve esrarengiz kalmayı değil, anlaşılır olmayı ve anlaşılmanın arkasından hayata hayat yapılmayı hedefler.

İnsanların çoğu, duyularıyla elde ettiklerine inanır ve onlara göre hükmeder; dolayısıyla Kur’ân, bu noktada düşülebilecek yanlışlara kapı aralamadan ve kimseyi yanlışa da sevk etmeden, buna da saygılı davranır.

Kur’ân’ın Yaratılış Gerçeklerine Yaklaşım Üslûbu
Meselâ, Hz. Zülkarneyn’in kıssasını anlatırken, "(Zülkarneyn), güneşin battığı yere vardı ve güneşi kızgın, çamurlu bir gözede batıyor buldu" der. (Kehf: 86) Açıktır ki, güneş bir gözede batmaz; hattâ, güneş batmaz, fakat her iki yarımküredeki insanlar, onu batıyor gördükleri için, bugün de güneşin battığından söz ederiz ve bütün dünya dillerinde bu, böyle ifade edilir. Söz konusu âyet-i kerîme de, daha sonra ortaya çıkarılacak pek çok gerçeğe parmak basmanın yanı sıra, insanların duyularıyla elde ettiklerini de nazara almaktadır. Bu âyetten, her şeyden önce, Hz. Zülkarneyn’in batıya sefer yaptığını ve etrafı, en azından batı ucu suyla çevrili bir kara parçasına ulaştığını anlıyoruz. Bu yüzdendir ki, pek çok müfessir, buradaki gözeden kasdın Atlas Okyanusu olduğu neticesine varmıştır. İkinci olarak, âyet, Hz. Zülkarneyn’in, batıda fethettiği bu kara parçasının sahillerine kadar gitmeyip, ulaştığı yerden bakıldığında, karayı batı tarafından çevreleyen suyun bir göze gibi göründüğü noktaya kadar ilerlediğini açıkça ifade etmektedir. Üçüncü olarak, aynı âyetten, Hz. Zülkarneyn batı seferindeki uç noktaya vardığında mevsimin yaz ve havaların çok sıcak olduğu, dolayısıyla buharlaşma sebebiyle suyun uzaktan çamurlu gibi göründüğü sonucunu çıkarıyoruz. (Bazı müfessirler, "Kızgın, çamurlu bir göze" ifadesinden, bir krater veya volkanik göl kastedildiği manâsını anlamış, Zülkarneyn’in böyle bir gölün bulunduğu noktaya kadar ilerlediğini ifade etmişlerdir.) Dördüncü olarak, âyet, bir başka önemli ve ince noktaya daha temas eder. "Göze" olarak tercüme edilen "ayn" kelimesi, göz manâsına da gelir ve "göğün gözü" olması hasebiyle güneşe de işaret eder. Kur’ân, semavî olup, bakışının da semavî olması ve dünyayı semâdan gözleyen daha başka sayısız gözlerin bulunması hasebiyle, ne kadar büyük olursa olsun, bir okyanus, yukarda belli bir noktadan bakıldığında ancak bir göze, bir pınar kadar görünür. Âyette işarî bir başka manâ vardır ki, Allah’a inananlar, bir gün dünyanın en azından büyük bir bölümünde hâkim olacaklar ve göklere çıkarak, dünyayı yukarılardan seyredeceklerdir.

Büyük bir paragraf halinde, ihtiva ettiği bazı manâlarına değindiğimiz Kur’ânî ifade, sadece beş kelimeden oluşmaktadır. Kur’ân’ın bütün ifadeleri, bazen açık, bazen kapalı, bazen de ima ve işaret yoluyla, bazen ayrıntılı bazen özet olarak pek çok anlamı ve gerçeği birden ihtiva eder. Her dönemde her seviyeden her insan, bu ifadelerden kendini tatmin edecek hisseyi alır. Burada, bilhassa konumuz çerçevesinde vermek istediğimiz bir diğer ve aslı dört kelimeden oluşan misal de şudur: "Güneş, kendisi için (takdir edilen) bir durma noktasına doğru, (yine kendisi için takdir edilen) bir yörüngede akar gibi gitmektedir." (Ya Sîn: 38)

Bu Kur’ânî ifadenin daha başka manâ ve çağrışımlarına geçmeden önce belirtilmesi gereken bir husus var: Eskiden insanlar, yine duyularına dayanarak, yerin hareketsiz ve güneşin hareketli olduğuna inanıyorlardı. Daha sonra bilimlerde görülen gelişmeler ve yapılan gözlemler, yerin kendi ekseni etrafında ve bir de güneşin etrafında döndüğünü ortaya koyarken, güneşin ise sâbit olduğu iddiası ortaya atıldı. Kur’ân, güneş için "akar gibi gitmektedir" derken, her şeyden önce, halkın duyularla algıladığına saygı göstermekte ve takdim buyurduğu tez, yani imanî esas adına, bu algının aksine ve asırlarca tezden daha gizli kalacak ve bilimsel gelişmelerle ispatlanması gereken bir delil kullanmaya gitmemektedir. Kur’ân, burada güneşi, kâinatta Allah’ın İzzet ve İlmi’nin bir alâmeti, bir delili olarak olarak hüküm süren muhteşem sistem, düzen ve ahenge misal ve delil olarak takdim buyurur:

Kur’ân ve Güneşin Hareketi Konusunda Son Astronomi Keşfi
Bir âyettir gece onlar için; ondan gündüzü sıyırırız da, karanlığa gömülüverirler. Güneş ise, kendisi için (takdir edilen) bir durma noktasına doğru, (yine kendisi için takdir edilen) bir yörüngede akar gibi gitmektedir. Bu, Azîz ve Alîm Olan’ın takdiridir. Aya gelince, onun için de menziller takdir ettik; (bu menzillerden geçe geçe), eski hurma salkımı çöpü gibi, kuru, kavisli haline döner. Ne güneş için aya yetişmek vardır, ne de gecenin gündüzü geçmesi söz konusudur. Her biri bir felekte (kendi alanında ve bir yörüngede) yüzer. (Ya Sîn:37-40)

Yukardaki metinden ilk anladığımız, güneşin kâinatın düzeninde, evrensel sistemde hayatî bir fonksiyonu olduğudur. Kur’ân’ın bu fonksiyonu ifade için kullandığı kelime ‘müstekar’dır. Müstekar, istikrar, istikrarın sağlanma yeri, yani yörünge ve hareketten sonra varıp durulacak nokta manâlarına gelir. Buradan, güneşin kâinatın düzeninde merkezî bir mevkii olduğunu anlıyoruz. Ayrıca, müstekar kelimesinin başında kullanılan ‘li’ edatının üç manâsı vardır: için, içine, içinde. Bu durumda, yukardaki âyetlerde geçen ve "Güneş ise" ile başlayıp, "...akar gibi gitmektedir" ile biten ve aslında dört kelimeden oluşan ifadenin manâsı şu olur: "Güneş, bir yörüngede, kendisi için takdir edilen bir istikrar noktasına doğru, sisteminin istikrarı için akar gibi gitmektedir."

Son yıllarda, güneşle ilgilenen astronomlar, güneşin, modern bilimin daha önce zannettiği gibi, hareketsiz olmadığı sonucuna varmışlardır. M. Bartusiac imzasıyla, American Scientist dergisinin Ocak-Şubat 1994 sayısının 61-68’inci sayfalarında ‘Sounds of the Sun (Güneşin Sesleri)’ başlığı altında çıkan yazıda, güneşin, kendisine dokunulmuş bir gong gibi yerinde sarsılarak, silkinerek hareket ettiği ve sürekli sesler çıkardığı ifade edilmektedir. Güneşin bu silkinme veya titremelerinin, onun iç yapısı ve katmanları hakkında ve ayrıca, kâinatın yaşı konusunda yapılan hesapları etkileyici bilgiler verdiği de belirtilen yazıda, güneşin kendi içinde tam olarak nasıl dönüp durduğunun, Einstein’in genel izafiyet teorisini test etmede de çok önemli olduğu kaydedilmektedir. Yazıda şu önemli yorumlara da rastlıyoruz:

Astronominin başka pek çok önemli keşfi gibi, güneşle ilgili bu keşif de hiç mi hiç beklenmiyordu. Güneşin sarsılarak, silkinerek ve ses çıkararak hareket ettiğini keşfeden astronomlar, bütün aletleri aynı anda çalan bir senfoni orkestrasını andırdığını belirtmektedirler. Güneşin titremeleri, onun yüzeyinde zaman zaman öyle toplu bir titreme meydana getirmektedir ki, bu diğer titremelerinden binlerce defa daha güçlüdür.

Bilim, ne yazık ki, materyalist ve ideolojik saplantıları adına, kendi kendisini sınırlamakta ve insanları bazen asırlarca yanlışlarla meşgul ettikten sonra, tek tek doğrulara varabilmektedir. Oysa bilim, önce iman edip, sonra Allah adına ve imanî sorumluluğun çizdiği çerçevede yaratılış gerçeklerine yaklaşsa, ne insanların başına faydadan çok zarar getirecek, ne sürekli yanlışlardan yola çıkma zorunda kalmayacak, ne de insanları, manâsız bilim-din çatışmalarıyla meşgul etmeyecektir. Fakat bugün bilimi kullananlar, onu maddî menfaatleri ve siyasî hakimiyetleri adına en büyük bir silah olarak telâkkî ettikleri ve bu sebeple de onu materyalist ideolojinin kurbanı haline getirdikleri için, bilim, yoluna gözü kapalı ve el yordamıyla devam etmekte ve neticede insanlığın başına, saadetten çok felâket getirmektedir. Bir de, Bediüzzaman’ın güneşin hareketi konusunda, yukarıda sözünü ettiğimiz astronomik keşiften yaklaşık 90 sene önce yazdıklarına kulak verdiğimizde, söylemeye çalıştığımız hususların doğruluğu daha bir belirgin hâle gelecektir.

Güneşin Hareketi Konusunda Bediüzzaman, 90 Yıl Önce Ne Yazmıştı?
"Tecrî (akar gibi gitmekte)" kelimesi bir üslûba işaret eder; ‘müstekarrında’ ifadesi ise, bir gerçeğe parmak basar. Evet, ‘tecrî’ lafzında şöyle bir üsluba işaret vardır: Güneş, demiri altından, süslü, altın kaplamalı, zırhlı bir gemi gibi, esirden olan ve gerilmiş dalga tabir edilen semâ okyanusunda seyahat edip, yüzmektedir. Her ne kadar, istikrar bulduğu yörüngede demir atmış gibi ise de, semâ denizinde o erimiş altın kütlesi cereyan etmekte (akıp gitmekte)’dir. Fakat bu cereyan, gözün gördüğüne saygılı kalınarak, âyetteki ana meseleyle ilgili ikinci, üçüncü dereceden bir husus olarak zikredilmiştir.

İkinci olarak, güneş, yörüngesinde, mihverinde hareket halinde olduğundan, erimiş altın gibi olan parçaları dahi cereyan etmektedir. Bu gerçek hareket, yukarda ifade olunan mecazî hareketin kaynağı, belki zembereğidir.

Üçüncü olarak, güneş, yörüngesi denilen tahterevanıyla ve gezegenler denilen hareketli askerleriyle göçüp, âlem sahrasında seyr ü sefer etmesi, hikmetin gereğidir. Zira, İlâhî Kudret, her şeyi hareketli kılmıştır ve hiçbir şeyi mutlak sükun ile mahkum etmemiştir. Rahmeti bırakmamış ki, herhangi bir şey, ölümün kardeşi ve yokluğun amca oğlu olan mutlak atalet ile kayıtlı bulunsun. Öyle ise, güneş de hürdür. İlâhî kanuna itaat etmek şartıyla serbesttir. Gezebilir. Fakat, başkasının hürriyetini bozmamak gerektir ve şarttır. Evet, güneş, İlâhî emre itaat içinde ve her bir hareketi Allah’ın dilemesine uygunluk içinde olan bir çöl paşasıdır. Cereyanı, hakîkî ve bizzat olduğu gibi, ona ilâve bir özellik ve hissî bir algılama da olabilir. (Muhakemat, s. 68)

Bediüzzaman, eserlerinin bir başka yerinde, güneşin hareketi konusunda daha nettir ve kullandığı ifadeler, aynen, astronominin yukarda ifade ettiğimiz son keşfiyle tıpatıp uygunluk içindedir:

Güneş, nurânî bir ağaçtır, gezegenler ise onun hareketli meyveleridir. Ağaçların aksine, güneş silkinir, tâ ki meyveleri düşmesin. Eğer silkinmezse, düşüp dağılacaklar. Hem hayalde canlandırılabilir ki, güneş, bir zikir halkasının meczup idarecisidir. Bu halkanın merkezinde cezbeli zikr eder ve ettirir. (Sözler, 25. Söz)

Evet, güneşin meyveleri vardır, silkinir, ta ki hareketli olan meyveleri düşmesin.

Eğer hareket etmeyip dursa, cezbe kaçar, ağlar fezada muntazam meczupları.

Yukarıdaki ifadeleriyle, Bediüzzaman, güneşin hareketi konusundaki gerçeği şairane ve çok yönlü olarak ifade etmektedir. Güneş, son astronomik keşfin de ortaya koyduğu üzere, kendi içindeki müthiş hareketiyle, Bediüzzaman’ın ‘cezbe’ dediği çekim gücü oluşturmakta ve gezegenleri bu gücün tesiriyle onun etrafında dönmektedirler. Eğer güneş dursa, hareketsiz olsa, bu güç ortadan kalkar ve gezegenler bir anda boşlukta kalır ve dağılırlar.

Ali ÜNAL

El ve Ayak İzlerinde ki Şifreler

Bilim Felsefesi
Vücudumuzun hangi noktasını ele alsak mükemmellik, nizam, plân, sistem ve bir harikalık hemen gözümüze çarpıyor. Bu harika yapılardan biri de parmak izleridir. Parmak izleri ve diğer deri kabartılarına dermatoglifikler adı verilir. Bundan 50 yıl önce bilim adamları genetik bir hastalık olan Down Sendromu (mongolizm) ile avuç içindeki dört parmak çizgisi denilen bir çizgi arasında münasebet keşfettiler. Avuç içinde her zamanki enine iki çizgi yerine Down Sendromlu çocuklarda avuç içini enine kesen sadece bir tane çizgi bulunuyordu. Bunu takip eden yıllarda tıp uzmanları el ve ayaklardaki daha çok kavis, çizgi ve yaylar ile Down Sendromu ve diğer bazı hastalıklar arasında bağlantı kurmayı başardılar.

Dermatoglifik Nedir?

Derma (deri) ve glyphe (oyuk) kelimelerinden oluşan bu tabirden kastedilen, parmak uçları, avuç içi ve ayak tabanlarındaki deri çizgilerinin kıvrımlar yaparak oluşturdukları özel şekillerdir. Bu şekillerle yapılan işe dermatoglifik çalışması, bu işi yapan uzmana dermalog denir. (Deri bilimi denen dermatoloji ile uğraşanlara ise dermatolog denir.)

İlk defa eski Çin belgelerinde rastlanan parmak izlerine ait çalışmalar, günümüzde özellikle adlî tıp vakaları başta olmak üzere tıbbî araştırmalardan falcılığa kadar pek çok alanda kullanılmaktadır.

Bunlardan ayrı olarak dermatoglifikler kromozomal ve bazı irsî hastalıkların teşhisi için genetikte yaygın olarak kullanılan bir metot durumundadır.

Deri Çizgileri Ne Zaman Oluşur?

Dermatoglifikler anne karnındaki hayatımızın yaklaşık 10-18. haftaları arasında belirmeye başlarlar. Ayaklardaki desenler ellere göre birkaç hafta daha geç oluşur. 19. haftada ise Yaratıcımız'ın mührü olan, derimizin deseni hemen hemen tamamlanır. Hamileliğin yaklaşık 5. ayında bizi diğer insanlardan ayıran özel deri çizgilerimiz çizilmiş olur.

Genlerimizle kodlanmış programa göre yazılan deri kabartılarının, genetik olarak kusurlu olan durumlarda normalden farklı oluştuğu bilinmektedir.

Deri çizgilerimiz; doğumdan ölüme kadar yaşla ve çevre tesirleriyle değişmediği gibi, çok Özenle yaratılmış ince yapılan ile kişiden kişiye oldukça farklılık gösterir. Hiçbir kimsenin dermal çıkıntıları diğer bir insana benzememektedir. Parmak izimizi düşünecek olursak acaba 1 cm2'lik bir alanda yapılan tasarrufla milyarlarca insan nasıl tek tek birbirine benzemeden kodlanmıştır?

Deri Çizgilerinin Adlandırılması

Parmak ucu, avuç içi ve ayak tabanındaki dermal çıkıntılar sayı. yapı ve şekil bakımından değişik özel örnekler oluştururlar.

l) Avuç içi: Avuç içi hipotenar ve tenar bölgelerine ayrılır. Her parmağın dibinde triradivs denilen bir delta (üçgen) şekli vardır. Parmak diplerinden gelen çizgilerin bilek çizgisine yakın oluşturdukları açıya da atd açısı denir. Atd açısı yaşa bağlı olarak uzun veya dar olabilir.

2)Parmaklar: Parmak uçlarında kemer, ilmek ve düğüm yapılan vardır.

Kemer: Deri çizgilerinin kemer biçimi alacak şekilde üst üste dizilmesinden oluşur. Değişik türleri vardır.

İlmek: Bir üçgenin bulunduğu yapı.

Düğüm: İki ya da daha fazla üçgen bulunduran ve iç içe geçmiş halkalardan oluşan desenin simetrik, spiral ve çift ilmekli düğüm gibi türleri vardır. Doğu toplumlarındaki düğüm tipi desenler. Avrupalılardakinden daha fazladır.

3) Bükülüm çizgileri: Derinin daha altta bulunan dokulara tutunma yerlerini gösteren bu çizgiler cenin hayatının 6-10. haftalarında oluşur. Falcılar tarafından da kullanılan bükülüm çizgileri baş, kalp ve ömür çizgisi diye adlandırılan üç enine çizgiden oluşur.

4) Ter bezi delikleri: Parmak ucu ve avuç içinde bükülüm çizgileri üzerinde bulunan ter bezi delikleri röntgen filmi tekniği ile incelenerek değerlendirilir. Kulak zan, dudak kenan gibi derinin bir çok yerinde bulunan ter bezi delikleri vücuttaki dağılımları bakımından farklılık gösterir ve embriyonik hayatın 20. haftasında oluşmaya başlarlar. Bu deliklerin sayısı kişiden kişiye değişebildiği gibi, değişik hastalıklarla da bir münasebet göstermektedir.

5)Ayak tabanı: Ayak tabanında baş parmağın arkasındaki bölgede bulunan (hallukal bölge) deri desenleri incelenir.

Desen Çıkarma Teknikleri

Deri çizgileri incelenecek şahsın sahip olduğu deri desenini çıkarmak için değişik teknikler kullanılabilir, bunlann başlıcaları:

a)Röntgen filmi tekniği,

b)Kâğıt-mürekkep tekniği,

c)Walker-favrot tekniği,

d)Selobant tekniğidir,

Bütün metotlar genel olarak çizgilerinin kalıbı alınmak istenen yerin boyanarak veya bir kimyevî madde ile ıslatılarak izinin röntgen filmine veya kâğıda çıkarılması esasına dayanır.

Deri Çizgilerinin Kullanıldığı Yerler

En küçük noktamızın bile bir ilim, hikmet ve kudrete tercüman olduğunu başta söylemiştik. Bu durumda sahip olduğumuz deri çizgilerinin de abes olarak veya boşuna yaratıldığını kimse iddia edemez. Hiç bir atomun başıboş dolaşmadığı kâinatta, elimize ve yüzümüze çizilmiş bu çizgilerin muhakkak bir peşin ve görünen faydası olduğu gibi, bir de görünmeyen ve herkesin okuyamayacağı gizli mânâlarının olması gerekir.

Tıpta bilindiği ve uygulandığı kadarıyla;

a)İkizlerde benzerlik teşhisinde.

b)AnomaliIerin embriyonik hayat döneminde olup olmadığının belirlenmesinde,

c)Hastahk sebebinin ve ortaya çıkışının embriyonik hayatın hangi döneminde olduğunun belirlenmesinde,

d)Genetik hastalıkların teşhisinde, yardımcı metot olarak kullanılırlar.

Kimlik Kartlarımız: DNA ve Parmak İzi

Parmak uçlarımızdaki dermal çıkıntıların meydana getirdiği deseni çok eski yıllardan beri kişileri ayırmada kullandığımız gibi. son yıllardaki teknik gelişmelerle parmak izi deseni gibi, DNA desenini de suçluların tespitinde kullanmaktayız. Ayrıca ilâve olarak DNA deseni; babalık testi, doğum öncesi teşhis, gen haritalanması gibi sahalarda kullanılmaktadır.

Okuma-yazma bilmeyenlerin imza yerine parmak izlerini basmalarının sebebi de. herkesin şahsına ait hususî parmak izlerine sahip olduğunun keşfedilmesidir. Bu hususa Yüce Kitâbımız'da şu şekilde dikkat çekilmiştir. Kıyâmet sûresinin 3. âyetinde "İnsan, kendisinin kemiklerini bir araya toplanamayacağımızı mı sanıyor?" denildikten sonra, hemen arkasından 4. âyette cevabı veriliyor: "Evet, bizim onun parmak uçlarını bile aynen eski hâline getirmeye gücümüz yeter." Burada hem parmakların, en ince sanatlardan en ağır işlere kadar her türlü faaliyetteki hassasiyeti ile birlikte yapılışlarındaki mükemmeliyete dikkat çekilmiş, hem de yeniden yaratılışta insanın parmak ucundaki çizgilere varıncaya kadar herkesin hususî vasıflarıyla tekrar diriltileceği anlatılmıştır. Diğer bir anlatımla; Allah (c.c)'ın ilim ve kudretinin sonsuzluğunu nazara vermek için. "Sizin parmak uçlarınızdaki en ince detayı bile onları yaralan bilir! Çünkü herkesin bu hususî çizgileri tesadüfen değil, O'nun ilim ve kudretiyle çizilmiştir!" denilerek, dikkatimiz çekilmiştir.

Henüz DNA şifresinin bilinmediği dönemlerde el ayası, parmak ucu ve alın çizgileri insanoğlunun dikkatini çekmiş ve bunları mânâlandırmaya çalışmıştır. Her insan özel olarak yaratıldığına ve üzerinde binlerce harika sanatlar bulundurduğuna göre, bu antika sanat eserinin üzerindeki çizgilerin tesadüfi ve boşuna olduğunu söylemek, meseleyi çok basitleştirmek olur. Ama bunu mânâlandırırken de işi bir oyun hâlinde falcılığa dökmek, gaipten haberler vermek, aksine, suiistimal etmek olur. Zira bu çizgilerden tıbbî olarak istifade etmek, maddî bir ilim olsa bile, bu çizgilerin -perde arkasında gizli- mânevî yönünü okuyabilmek, falcılıkla alâkası olmayan, özel ihtisas gerektiren bir alana ait olduğundan, bugünkü tıp ilminin sahasına girmemektedir.

Kadir CAN

Bilgi Bilinmeyen Bilinemez ve Bilinebilir

Bilim Felsefesi
Bilme hâdisesi, esas olarak, bilen kişi (özne), bilinen şey (bilgi) ve bilgi edinme işlemi olmak üzere üç unsurdan oluşur. Bilgi, tabiatı gereği sınıflandırıldığında, nesnel (objektif veya müşahhas) ve soyut (mücerret), fizik" ve metafizik", madd" ve ruh" gibi çeşitli alt gruplara ayrılabilmektedir. Her bir bilgi çeşidinin kendine has öğrenilme yolları vardır. Bu noktadan, hangi bilgi çeşidine talipseniz onun metotlarını kullanarak o bilgiyi öğrenebilirsiniz. Meselâ, "bilimsel bilgi"yi arayan kişi, kendini objektif, fizik" bilgiyle sınırlamıştır ve illiyet (sebep-netice) mekanizmalarını çözmek zorundadır. Ayrıca edindiği bilgileri, şüphe süzgecinden geçirmelidir. Aynı şekilde din" bilgileri kazanmaya talip olan kimse, inancının temel özelliklerini taklitten ziyade tahk"ke (araştırmaya) dayalı olarak akıl ve mantığın süzgecinden geçirerek öğrenmeli ve birinci derecedeki kaynakları inceleyerek bilginin doğruluğunu kontrol etmelidir. Din" bilgi; müşahede ve tecrübeden ziyade, inanmaya, aklın ve mantığın prensipleriyle tartmaya dayalı olarak öğrenilen bilgidir, fakat bu husus, gözlem ve deney yapmaya da engel değildir.
Başka bir açıdan bilgi, bilinmeyen, bilinemez ve bilinebilir olmak üzere üç alt grup altında incelenebilir. Bu sınıflamada esas alınan kriter, insanın sahip olduğu bilgi edinme ve öğrenme vasıtaları ile kazanılmak istenen bilgi çeşididir. Bir de insana ait olmayan, Allah'ın sahip olduğu bilgi vardır ki, insanoğlu bu bilgiden ancak, peygamberler ve semav" kitaplar vasıtasıyla nasiplenebilmektedir. Bu bilgilerin bir çoğunun anlamı mutlak olduğundan, bunların doğru anlaşılabilmesi de ancak belli bir eğitim ve öğretim neticesinde mümkün olmaktadır.

"Bilgi çağı" dediğimiz günümüzde, farklı düşünceye sahip kişiler arasında sağlıklı bir iletişim ancak; hangi bilgi çeşidinden bahsedildiği ve o bilginin uygun usullerle nasıl kazanıldığının farkında olunmasıyla mümkün olacaktır. Bilhassa son birkaç asırdır, ideolojik gruplar, "bilimsel bilgi" ile "din" ve ahlâk" bilgi"yi karşı karşıya getirmeye çalışmışlar ve birbirlerine zıt oldukları intibaını vermişlerdir. Bu grupların, bilimin metotlarıyla bilinmeyen, ama başka metotlarla bilinebilir olan, veya asla bilinemez olan bilgi çeşitleri arasındaki farkı ve sınırları kavramaları gerekmektedir. Bilgideki çeşitlilik, gerçekte biri diğerinin tamamlayıcısı iken, çatışmacı bir bakış açısıyla birbirlerinin düşmanı gibi algılanmaktadır. Aslında, tabiattaki çeşitlilik de, "farklılıkların bütünlüğü ve birliği" prensibini bizlere öğretmektedir. Sadece bu anlayış sayesinde, farklı bilgilere sahip kesimler arasında anlaşma ve barış sağlanabilecektir. Daha açık bir şekilde ifade edecek olursak, "bilimsel bilgi" ile din" (inanç) bilgi, farklı bilgi çeşitleri olup bunlar farklı metotlarla elde edilebilirler ve bu iki bilgi, insan hayatında anlamlı bir bütün oluşturur. Burada kritik olan husus, farklı iki metotla elde edilen bu bilgilerin günlük hayatta sağlıklı bir sentezinin yapılabilmesidir.

Bilinemez şeylerin neler olduğu ve sınırları, gerçekte felsefe ve epistemolojinin konusu olup, bu konularda filozoflar kendi aralarında tartışmaktadırlar.

"Bilinmeyen" ve "Bilinemez" Problemi
Modern bilimdeki*, bilinmeyen ve bilinemez kavramlarının mânâsı nedir? Ve bunlar arasındaki sınırı belirleyebilir miyiz? Mantık bilimiyle uğraşan Kurt Godel'in 1931 yılında, bilimin iletişim dili olan temel matematikle asla ispatlanamayacak veya çürütülemeyecek önerme ve kabullenmelerin (belirsizlik teoremi) var olduğunu göstermesi, bilim dünyasında şok etkisi yapmıştı. 1980'li yıllarda İngiliz matematikçi Turing ise, Turing makinesi olarak bilinen bir bilgisayarda, belli bir soyut problemin doğru cevabının önceden verilemeyeceğini ispatlamıştı. Acaba bu iki tespit, bize bilimde bilinemezlerin yeri ve derecesi konusunda birşeyler söylemekte midir?

Matematikten yola çıkarak onun tespitlerini bütün bilimlere uygulamak ne ölçüde doğrudur? Amerika'daki Alfred P. Sloan Foundation isimli kuruluşun başkanı Ralph Gomory, bilimi üç alt parçaya bölerek daha iyi anlayabileceğimizi belirtir. Bilim dünyasında bilinenler, bilinmeyenler ve bilinemezler vardır. Okullarda ve üniversitelerde öğretilenler, bilimin bilinenler kısmını oluşturur. Bunlar aynı zamanda bilim müzelerinde ve sergilerinde gösterilen bilgiler olup, nelerin başarıldığının bir özetidir. Bilim adamları ve araştırmacılar ise bilinmeyeni araştırıp, onu bilinebilir kılmanın heyecanını duyarlar. Gomory'e göre bir gün bilimde şu an için bilinmeyen şeylerin bir kısmı, bilinebilir hâle gelebilir. Ancak bilinemez olanlar ise asla hiçbir zaman bilinemeyecektir. İşte bilimin sınırını, bilinmeyen ile bilinemez arasındaki ince çizgiler belirler. Bazılarına göre, bu sınırlar çok katı olup, önceden belirlenmiştir ve asla değişemez. Bazılarına göre ise, bilim ve dinin sınırları gibi, bu sınırlar izaf" olup, değişebilir ve genişleyebilir. Bu konuda açık ve esnek görüşlü olup, bilinmeyen ve bilinemez arasında veya bilim ile din arasında çok kesin ve katı sınırlar oluşturmamak lâzımdır. Bugün cevabı bilinmeyen ama gelecekte bilinebilir olan sorular vardır.

Yeryüzü sisteminin dinamik işleyişi modellenebilir ve bu meyanda zelzelelerin tahmin edilemez yapısı anlaşılabilir mi? İnsanlığın yaptığı üretim ve tüketim faaliyetlerinin yerkürede yapabileceği cidd" değişiklikler neler olabilir ve bu nasıl önlenebilir? Başka gezegenlerde akıllı yaratıklar var mıdır? Varsa onlarla nasıl ve ne şekilde irtibat kurulabilir? İnsanda şuur gelişimi nasıl ortaya çıkmaktadır ve hür iradenin beyindeki fizik"-kimyev" hâdiselerle münasebeti nedir? Ekonomiyi, kaosa götürmeden belli bir nizam ve sistem içinde sürdürülebilir kılmanın kaideleri nelerdir? Bu soruların hangilerinin cevabının bilinemez olduğunu önceden ispatlayabilir miyiz?

Joseph Traub'a göre, Godel'in teoremi, matematiğin gücünü sınırlar. Belli bilimsel soruların cevaplanamaz olduğu konusunda herhangi bir şey söylemez. Ayrıca bilimde belli soruların cevaplanamaz olmasını belirleyen bazı hususların var olduğuna inanır.

Birincisi: Arkeolojide, tarihte ve dillerin ortaya çıkışında, verilerin yetersiz olması.

İkincisi: Bazı hâdiselerin birlikte, eş zamanlı olarak ortaya çıkması veya bulunması sonucunda bunları ayırt edemeyişimiz, belli olayları açıklamayı zorlaştırmaktadır. Örnek olarak, hayatın ilk ortaya çıkışında bir çok hâdisenin birlikte eş zamanlı olarak ortaya çıkması ve bunlar arasında sebep sonuç münasebetinin ayrıştırılamaması verilebilir.

Üçüncüsü: Kaynakların ve metotların yetersizliği. Meselâ bugün var olan çeşitli teorilerin hangisinin doğru ve geçerli olduğuna dair yapılacak deneyler için, enerji ve kaynak yetersizliği veya metot, deney hazırlamanın yetersizliği örnek olarak gösterilebilir. Bu noktadan bir şeyin bilinemez olduğunu belirtirken çok dikkatli olmalıyız. En azından gerekçelerini doğru şekilde ortaya koymadan bir şeyin bilinemez ve cevaplanamaz olduğunu iddia etmek bilimsel gelişmelerin ve ilerlemenin önünü tıkamak olabilir. Öte yandan bir çok bilim adamı ise bunun tam tersine, bilimin cevaplayamayacağı, bilinemezler âleminin varlığını reddetme eğiliminde olup, bilimin gerçekte bilinebilir olan âlemi anlama ve çözümleme gayreti olduğunu kabul eder.

Bilimdeki Gerçeğin Farklı Boyutları
Amerika'daki seçkin dâhilerin istihdam edildiği ve 21. yüzyıl üniversite modelinin prototipinin şekillendirildiği Santa Fe Enstitüsü'nde değişik branşlardan bilim adamları, kendi alanlarında bilinmeyen ve bilinemezler arasındaki sınırları çizebilmek için belli aralıklarla toplantılar yapmaktadırlar. Bu kişiler bilimde gerçeğin veya realitenin beş ayrı boyutu olduğunu vurgulamaktadırlar. Bunlar fizik" ve objektif âlemin gerçekliği, bu gerçekliğin matematik modellerine dayalı gerçeklik, bu modellere dayalı olarak üretilen bilimsel bilgilerin ve yorumların tasvirine dayalı olarak üretilmiş ve yorumlanmış gerçeklik, bilgisayar ortamında üretilen siber (sanal) gerçeklik, bilgisayar ortamında yapılan simulasyonlara (taklit benzetmelere) dayalı olarak üretilen gerçeklik. Bu, bize gerçek ile gerçeğin modellerinin farklı olduğunu söyler. Bazı araştırmacılar ise birisi fizik" dünya veya tabiat, diğeri de bilgisayar olmak üzere sadece iki gerçek dünyanın olduğunu kabul ederek, her iki dünyanın da ayrı ayrı modellenmesinin söz konusu olduğunu belirtirler. Bu noktadan bilimde bilinmeyen ve bilinemez arasındaki sınırı oluştururken, hangi gerçekliği veya modeli kullanacağımız önemli olmaktadır.

Bu ayırımları aşağıdaki örnek üzerinde akla yakınlaştıralım. Bütün canlılar, proteinlerden yapılmıştır. Bu proteinlerin, fonksiyonel olabilmeleri için üç boyutlu yapı şeklinde katlanmaları gerekir. Bu katlanmanın muhtemel şekillerinden bir veya bir kaçı fonksiyonel iken diğerleri mânâsız katlanmalar kümesini oluşturur. Canlı sistemlerde sentezlenen bir proteinin doğru şekilde katlanması milisaniyeler içinde gerçekleşir. Bugün en süper bilgisayarları kullansak da protein katlanması olayını bilgisayar ortamında taklit edemiyoruz. Bilgisayar ortamında kullanılan teori ve algoritmalar yetersiz olduğundan, model ve gerçek arasında uyumsuzluk söz konusudur.

Bunun temel sebebi ise, canlı sistemde, aminoasitlerin sırasının, doğru katlanmayı kolayca gerçekleştirebilecek şekilde seçilmiş olmalarıdır. Bilgisayar ortamında ise biz bu seçimi nasıl modelleyebileceğimiz konusunda yetersiz bilgiye sahibiz. Çünkü gerçek ile gerçeği algılama ve zihinde oluşturma olayı bire bir örtüşmemektedir. Bu konuda geçmişte Niels Bohr, felsef" tartışmalara bir açılım kazandırabilmek için "ben gerçeği anlayamam ancak onu tahmin edebilecek bir matematik" model geliştirebilirim" diyerek, yapılabilecek olanı özetlemiştir. A. Einstein ise, matematik modellere dayalı teorilerin tanımlayabileceği bir gerçeklik olduğuna inanmıştır. Bugün ise benzer" tartışma bilim dünyasında Bohr'un görüşlerini savunan Stephen Hawking ile Einstein'ın fikirlerini savunan Roger Penrose arasında devam etmektedir.

Bilimin Sonu mu?
Bilimin sonu geldi diyenlerin temel dayanakları, kâinatın fizik" gerçekliğine dair temel keşiflerin yapıldığı iddiasıdır. Onlara göre, bundan sonra geriye onun muhtevasını doldurmak kaldı. Meselâ atom altı parçacıklar bulundu. Canlılığı kodlayan moleküller bulundu ve bununla genler tespit edilmeye başlandı. Uzay teknolojisini mümkün kılan temel teoriler geliştirildi. Belki bundan sonra temel buluşlar yerine daha çok teknolojik ürünler geliştirilecektir. Ayrıca bilime bu kadar para ve destek olunmasına rağmen bilim tek başına insanlığın problemlerini çözemedi ve kan dökülmesine mâni olamadı. O hâlde bundan sonra paralar daha çok, insanı tanımaya ve onun refah ve huzurunu sağlayabilecek bilimlere (sosyal bilimler, din" ve ahlâk" bilimler) yatırılmalıdır. Ayrıca tek başına bilimsel bilgi her şey demek değildir. Bilimin bulgularının insan" ölçüler içinde insanlığın yararı doğrultusunda kullanılabilmesi için ahlâk" ve din" bilgi çeşitlerine de ihtiyacımız olduğu ortaya çıkmıştır. Bugün Batı'da etik dersleri, üniversitelerde mecburi dersler hâline gelmiş bulunmaktadır. Daha müşahhas, cevaplanabilir ve fayda değeri yüksek sorular üzerine araştırmaların yoğunlaştırılmasının gerekli olduğuna inanan bilim adamları da vardır.

Diğer yandan ise, "hayır, bilimin sonuna gelinmedi, daha yapılacak ve bulunacak çok şey var" diyenler de var. Bu kişiler ise, bilimin kabul ettiği metotlar aracılığıyla keşfettiklerinin henüz çok az olduğunu, bilimlerin kendi aralarında ve sosyal bilimlerle çaprazlanmasıyla yeni interdisipliner araştırma alanlarının ortaya çıktığına dikkat çekmektedirler. Ayrıca, şimdiye kadar yapılan keşiflerin temelde indirgemeci bilim anlayışıyla gerçekleştiğini bundan sonra bilimde hâkim paradigmanın, sistemci düşünme olacağını ve her şeyin bir bütün hâlinde ağ tabanlı etkileşimlerinin araştırılacağını ve bunun bizim kâinat ve bilim anlayışımızda çok farklı pencereler açacağını vurgulamaktadırlar. Şimdiye kadar, parçaların bilgisi üzerine yoğunlaşan bilim dallarının bundan sonra sistemlerin ve karşılıklı münasebetlerin tabiatını anlama üzerine yoğunlaşacağı belirtilmektedir.

Burada bahsedilen modern bilim; gözlem, deney matematik" modelleme ve açıklama yoluyla kâinattan elde edilebilen bilimsel bilgi anlamında olup, din" ilimleri ve bilgileri içine almamaktadır.

Dr. Selim AYDIN

Darwin'in Evrim Teorisi Hakkında

iF
Yıllarca insanlığın kafasını karıştıran ‘Evrim teorisi’nin bugün açıklamakta aciz kaldığı noktalar nelerdir?
-Darwin, teorisini çok basit bilgiler üzerine mi temellendirmiştir, Darwinizm’in hayatın kompleksliği karşısındaki çıkmazları nelerdir?...
-”Evrim” neden çok sathi bir nazariyedir?
-Bugün ilmî bir teori olmaktan çıkarak ‘ideolojik bir kabul’ hâline gelen Darwinizm sahneden çekilme yolunda mı? “Akıllı dizayn” teorisinin sahibi Prof. Behe kendisiyle yapılan röportajda bunları nasıl açıklıyor?...


Charles Darwin'in 1859'da yayımlanan Türlerin Menşei adlı kitabıyla gündeme gelen tabiî seleksiyona dayalı evrim teorisi, o zamandan bu yana tartışılıyor. Teori, dünya üzerindeki hayatın rastlantılarla doğup geliştiğini ve bütün canlıların ortak bir atadan türediğini ileri sürüyor. Aynı teoriye göre, insanların en yakın akrabası da maymunlardır.

Teoriyi savunan nispeten insaflı bilim adamları, bunun bir teori olduğunu itiraf etseler de, bu teori, kitlelere takdim edilirken ilmî bir hakikat gibi gösterilmektedir. Halbuki bunun aksini gösteren ve sayıları her geçen gün artan pek çok ilmî delil vardır. Son olarak, insanlarla maymunlar arasında büyük bir genetik benzerlik bulunduğu iddiası çürütüldü. Ünlü bilim dergisi Nature'un son sayısında yayımlanan "Şempanze Kromozomu Şaşkınlığa Sebep Oldu" başlıklı makalede, insan ve şempanze genlerinin bugüne dek sanılandan çok daha farklı olduğu açıklandı.1

Bu konuyu, ABD'nin biyo-kimya alanındaki ünlü isimlerinden biri olan Prof. Michael J. Behe'ye sorduk. Evrim teorisini eleştiren kitap ve makaleleriyle tanınan Prof. Behe, kendisiyle görüşmemizde hayatın gerçekte nasıl var olduğu sorusuna ışık tutan önemli açıklamalarda bulundu:

- Sayın Prof. Behe, Nature dergisinde bu yıl yayımlanan ve insanlarla şempanze genlerinin gerçekte çok farklı olduğunu gösteren son ilmî bulgu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu araştırmayı Tokyo Üniversitesi'nden bir araştırmacı grubu, insan ve şempanzelerin 22 ve 21. kromozomlarının genetik alfabesindeki bütün harfleri karşılaştırarak yaptı. Buldukları sonuç ise, son derece önemli; çünkü iki canlı türü arasında daha önceden kabul edilenden çok daha büyük bir fark olduğu gösterildi. Bu sonuç, en azından insanın menşei açısından, Darwin'in teorisini büyük bir açmaza sokuyor.

Aslında genel olarak biyoloji hakkında ne kadar şey öğrenirsek, Darwinizm'in problemleri de o kadar artıyor. Darwinizm, canlılar hakkında ne kadar az bilgiye sahip olursak, o kadar ikna edici olabilen bir teoridir. Çünkü canlıları ne kadar az tanırsak, onu o kadar basit zannederiz ve Darwinizm de bu basit sandığımız sistemleri küçük tesadüfî değişimlerle açıklar. Ama son 30 yılda, hayatın daha önceden hayal bile edemeyeceğimiz kadar karmaşık olduğunu öğrendik. Meselâ; en evrimci taksonomide en basit canlı olarak görülen bakterilerde, hareket etmelerini sağlayan minik ama çok kompleks ve mükemmel biyo-kimyevî motorlar var. Bu detaylı mekanizmaların nasıl oluştuğu sorusuna verilebilecek tek cevap, tabiatüstü bir yaratmadır.

-Peki canlıların farklı organlarının, genlerinin veya proteinlerinin birbirine benzer olması ne anlama geliyor? Bunlar, bütün canlıların ortak bir atadan geldiğini savunan Darwinizm için bir delil sayılabilir mi?

Hayır. Farklı canlılardaki benzerlikler, öncelikle biyolojinin temel sorusunu cevaplamıyor. Bu soru, farklı canlıların kendilerine has ve son derece kompleks olan organ ve sistemlerin nasıl ortaya çıktığıdır. Darwinizm'in buna verebildiği bir cevap yok.

Öte yandan birbirine en uzak olarak kabul edilen organizmalar arasında bile şaşırtıcı benzerlikler var. Meselâ, insanla bakteriler arasında... Soru şu: Bu benzerlikler, Darwin'in teorisine uygun bir tablo oluşturuyor mu? Aslında oluşturmuyor; çünkü evrim teorisine göre birbirine çok yakın akraba olması gereken canlılar, kimi zaman genetik olarak daha farklı çıkıyor. Veya birbiriyle tamamen ilgisiz olması gereken canlılarda çok benzer organ veya genler var. Meselâ insan gözü ile ahtapot gözü neredeyse birbirinin aynısı. Ama bu elbette ahtapotlarla akraba olduğumuz anlamına gelmiyor. Bu iki göz yapısının 'ortak ata'dan değil, 'tek bir Yaratıcı'nın ilminden' kaynaklanan bir dizayn olduğunu kabul etmek, daha mantıklı.

-Bu dizayn kavramı, sizin de savunucuları arasında bulunduğunuz 'akıllı dizayn' (intelligent design) teorisinden geliyor sanırım. Sizce bu teori, canlılar arasındaki benzerlikleri daha mı iyi açıklıyor?

Evet, bu benzerlikleri dizaynla da açıklayabilirsiniz. Biliyoruz ki pek çok dizayncı veya mucit, farklı sistemlerde pek çok benzer parça kullanır. Meselâ somunlar, vidalar veya kablolar, pek çok farklı cihazda yer alır. Çünkü bunlar, söz konusu mekanik sistemleri yaparken kullanılabilecek en ideal parçalardır. Elbette her ikisi de kablo bulunduran iki makineden biri, diğerinden evrimleşerek ortaya çıkmamıştır. Ayrı ayrı tasarlanmışlardır. Biyolojideki benzerlikleri açıklamak için ortak dizayn kavramını kullanmak da son derece tutarlıdır.
Michael Behe Kimdir?

ABD'nin itibarlı Lehigh Üniversitesi'nde biyo-kimya profesörü olan Michael J. Behe, 1997 yılında yayımlanan "Darwin'in Kara Kutusu: Evrime Biyo-Kimyasal Meydan Okuyuş" adlı kitabıyla bilim dünyasını sarstı. Ünlü National Review dergisi, Behe'nin eserini "20. yüzyılın en müessir yüz kitabından biri" olarak tanımladı. Prof. Behe, Türkçeye de çevrilen kitabında hayatın menşeini açıklamak için "akıllı dizayn" (intelligent design) adlı yeni bir teori öne sürdü.
Bugün ABD'de akıllı dizayn teorisini savunan yüzlerce bilim adamı, pek çok enstitü ve ilmî vakıf var. Bu kuruluşların itirazları sonucunda, ABD'nin Georgia, Ohio ve New Mexico gibi eyatlerinde ders kitaplarındaki Darwinizm yanlısı açıklamalar düzeltildi. Diğer eyaletlerde çalışmalar sürüyor. Akıllı dizayn hareketinin liderliğini yürüten Discovery Institute adlı kuruluşun başkanlığını ise, ABD'nin eski başkanlarından Ronald Regan'ın yardımcılığını yapan Bruce Chapman yürütüyor.

-Söz konusu dizayn teorisi Darwinizm'i savunanlar tarafından kimi zaman şiddetli bir biçimde eleştiriliyor ve tartışma dışı bırakılmak isteniyor. Darwinizm'i biyolojinin reddedilemez bir parçası gibi göstermeye yönelik bir eğilim var. Bunun sebebi sizce nedir?

Bu sebep ilmî değil, felsefî ve ideolojik bir mahiyete sahiptir. Bazı bilim adamları, kâinatı ve hayatı, sadece tabiî faktörlere dayanarak açıklamak gerektiğe inanıyorlar. Bu inancın temelinde ise, kâinatın ve hayatın zaten sadece fizikî güçlerin ürünü olduğu ön kabulü yatıyor. Peki ama böyle değilse? Bir gözlük gördüğümüzde bile, bunun sadece fizikî güçlerin ürünü olmadığına, akıllı ve sanatkâr bir gözlükçü tarafından yapıldığına hükmedebiliyoruz. Hayat ise, bundan binlerce kere daha kompleks. Dolayısıyla hayatın da yaratılmış olması gerektiği neticesine varıyoruz. Burada önemli olan, ilmî delilleri mümkün olduğunca önyargı olmaksızın değerlendirebilmek.
İnsan ve şempanze genlerinin çok farklı olduğu ortaya çıktı.

İnsanlarla şempanzelerin genetik yapısını karşılaştırmak için yapılan son ilmî araştırma, iki canlı arasında bugüne kadar sanılandan çok daha büyük bir fark olduğunu ortaya çıkardı. Japonya'nın Yokohoma şehrindeki Riken Genom Bilimi Enstitüsü'nde görevli Dr. Todd Taylor başkanlığında bir ekip tarafından yürütülen çalışmada, insan ve şempanze genleri ilk defa birebir karşılaştırma metoduyla incelendi. Varılan netice, yüksek bir benzerlik bulmayı ümit eden bilim adamlarını şaşırttı.
Dr. Taylor ve ekibi, elde ettikleri neticeyi ünlü bilim dergisi Nature'un Mayıs 2004 sayısında yayımlanan makalelerinde duyurdular. 'Şempanze Kromozomu Şaşırttı' başlıklı makalede, yapılan ilk detaylı karşılaştırma, 'Şempanze ve insan genlerini beklenmedik şekilde farklı çıkardı.' yorumuna sebep oldu.
Daha önceden yapılan bazı sınırlı karşılaştırmalar sonucunda, insan ve şempanze genlerinin % 98 oranında benzer olduğu iddia edilmiş ve bu rakam sürekli tekrarlanan bir 'evrim delili' haline gelmişti. Dr. Fujiyama ve ekibi ise, konu hakkında ilk defa detaylı bir inceleme yaptı. Şempanzenin 22. kromozomunu, onun insandaki karşılığı olarak kabul edilen 21. kromozom ile birebir karşılaştıran ekip, toplam 68.000 DNA biriminin tamamen farklı olduğunu buldu. Araştırmacılar, Nature'daki makalelerinde, inceledikleri 231 gen içinde, % 83 gibi son derece büyük bir farklılık nispeti belirlediklerini, inceledikleri genlerin % 20'sinin ise tamamen farklı olduğunu belirttiler.
Avustralya'da yayımlanan Sydney Morning Herald gazetesi, bu neticeye "Şempanzeler bize sanıldığı kadar yakın değil." diyerek yorum getirdi. Fransa'daki Genoscope adlı genetik araştırma kuruluşunun başkanı Dr. Jean Weissenbach da bu belirlemeyi doğrulayarak, şempanzelerin bizden son derece farklı olan binlerce geni bulunduğuna işaret etti.

Darwinistler, bilimin, madde ötesi bir gücü kabul edemeyeceği iddiasındalar. Oysa 19. yüzyılın ortalarına kadar bilim adamlarının büyük bir çoğunluğu bir yaratıcı gücü, yani Allah'ı kabul ediyordu. Bilimin materyalist olması gerektiği iddiası, Darwin sonrasında yaygınlaşmış bir görüştür; ancak bu iddia ilmî delillerle giderek daha fazla çelişmektedir. Bilim, hayatın materyalist bir açıklamasını yapmak için değil, doğru açıklamasını yapmak için çalışmalı. Bazı insanların felsefî kabulleri rahatsız edilse de, verilerin peşinden gidilmeli.

-’Darwin'in Kara Kutusu’ adlı kitabınız, National Review dergisi tarafından 20. yüzyılın en önemli 100 kitabından biri olarak gösterildi. Bu kitabı bu kadar önemli kılan husus sizce neydi?

Bunun sebebi kitapta yer alan yeni ve orijinal bilgiler değil aslında. Sadece okuyucuya, hayatın moleküler seviyesinde çok hassas ve kompleks sistemler bulunduğunu ve bunun da şuurlu bir plânlama ve organizasyona delil oluşturduğunu gösterdim. Çoğu insan hayata sathî bir nazarla baktığında, bitkileri, hayvanları, kuşları veya balıkları müşahede ettiğinde, bunlarda bir plân ve program olduğunu hissedebiliyor. Ama okullarda öğretilen Darwin'in evrim teorisi, tabiattaki bu nizâm ve sistemin, bir Sanatkâr olmadan açıklanabileceğini söylüyor. Kitabımın sanırım en büyük tesiri; Darwinist açıklamanın çok sathî ve yanıltıcı olduğunu göstermek oldu.

- Sizce Darwinizm'in karşılaştığı en büyük mesele nedir?

Darwinizm'in en büyük problemi, yeni biyolojik yapıların, yeni canlıların nasıl ortaya çıktığını açıklamaktır. Darwinizm, zaten var olan biyolojik yapıların küçük değişmelere nasıl uğrayabileceği konusuna ışık tutabilir. Meselâ Galapagos adalarındaki ispinozların gagalarında küçük farklar doğmasına dair bir açıklama sunabilir. Ama kuşlar ilk başta nasıl ortaya çıktı? Kuş tüyü veya kanadı gibi kompleks organlar nasıl oluştu? Beyin, göz, akan kandaki pıhtılaşma gibi çok fazla parçanın uyum içinde işlemesiyle çalışan hassas organ ve sistemler nasıl var oldu? Darwinizm'in bunları açıklaması imkânsız; çünkü bunların her biri, ancak eksiksiz olduklarında vazife görebilen son derece karmaşık yapılar. Bunların menşeini açıklamanın en tutarlı yolu, şuurlu ve sonsuz kudret sahibi, tabiatüstü bir Yaratıcı'nın müdahalesini kabul etmektir.

Darwin’e karşı yeni bir delil.

İnsan ile şempanze arasında büyük bir genetik benzerlik olduğu iddiası, 19. yüzyılda İngiliz tabiat bilimci Charles Darwin tarafından ortaya atılan evrim teorisine dayanıyor. Darwin, bütün canlıların ortak bir atadan rastlantılarla evrimleştiğini iddia ederken, insanın en yakın akrabasının da maymunlar olduğunu ileri sürmüştü. Ancak 20. yüzyılın ikinci yarısında elde edilen çeşitli ilmî deliller, Darwin'in iddiaları ile çelişiyor. Bu yüzden evrim teorisi, başta ABD'de olmak üzere Batılı ülkelerde pek çok bilim adamı ve ilmî kurum tarafından sorgulanıyor. Bu ilmî kurumların çalışmaları sonucunda, ABD'nin Georgia, Ohio ve New Mexico gibi eyatlerinde ders kitaplarındaki Darwinizm yanlısı açıklamalar geçtiğimiz yıllarda düzeltilmişti. Diğer eyaletlerde de aynı konuda tartışmalar devam ediyor.

- Darwinizm’in geleceğine dair bir beklentiniz var mı? Darwinizm yaşayacak mı?

İnanıyorum ki, Darwinizm sahneden çekilme yolunda. Hayatın açıklamasının bu teoriyle mümkün olmadığı görülecek ve teori terk edilecek. Bu sonuca giden süreç başlamış durumda zaten. Bunun sebebi de benim tarafımdan veya başka bilim adamları tarafından yapılanlar değil. Hayat hakkında ne kadar çok şey öğrenirsek, onun ne kadar kompleks olduğunu o kadar iyi anlıyoruz. Bilim adamları, bu kadar kompleks yapıların Darwin'in öngördüğü gibi gâyesiz, tesadüfî mekanizmaların ürünü olamayacağını görmeye başlıyorlar.

- Bilindiği gibi Darwinizm'i savunanlar genellikle kendilerinin ilmî bir zeminde düşündüklerini, kendilerine karşı çıkanların ise sadece dinî inançlara dayandıklarını söylerler. Sizin tarif ettiğiniz tablo ise bunun doğru olmadığını gösteriyor gibi. Ne dersiniz?

Evet, tam da o şekilde. Darwinizm'e karşı geçmişte pek çok insan sadece dinî kaynaklara dayanan itirazlar öne sürerdi. Teorinin savunucuları ise, bugüne kadar bilimin kendi taraflarında olduğunu iddia ettiler. Oysa 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren elde edilen şaşırtıcı ilmî bulgular, tabloyu tersine çeviriyor. Bugün Darwin'e karşı itirazımız, bilmediklerimizden değil, bildiklerimizden kaynaklanıyor. Dogmatik düşünce yolunu seçenler ise artık Darwinistler. Biz onlara, canlılığın plânlı ve programlı yaratıldığını gösteren ilmî deliller sunuyoruz, onlar ise bunları, sadece felsefî ve ideolojik dünya görüşleri sebebiyle reddediyorlar.

Zaten ilmî devrimlerin öncesinde, eski teorileri bu şekilde ısrarla savunan bağnazlar olur. Ama sonra bilim, yanlış teoriye karşı galip gelir. Darwinizm'in de yakında başına bu gelecek.


Kaynak
- The International Chimpanzee Chromosome 22 Consortium, Nature, Sayı:429, Sayfa:382-388 (2004).

Mustafa AKYOL