-->

Sponsor Alanı

Slider

İlgi Çeken Videolar

Sağlık

Teknoloji

Sinema

Televizyon

Ne Nedir?

En5 Konular

ads

Muhammed B. İbrahim Fezârî

Fezârî'nin yaşadığı dönemde dünya, kâinat kitabını okuma metodu bakımından ikiye ayrılmıştı. Bir tarafta, bu kitabın hür şekilde okunmasını yasaklayan skolâstik Ortaçağ Batı dünyası; diğer tarafta ise, Dünya'yı, Güneş'i, Ay'ı, gezegen ve yıldızları bütün yönleriyle araştırma gayretinde olan İslâm dünyası... Skolâstik Batı'da, "Dünya dönüyor." diyen Galileo'ya bile tahammül edilemezken, İslâm ilim âleminde "Bu dünya bize dar geliyor." diyen bir anlayış hâkimdi. Kâinattaki muhteşem düzeni araştırmayı cezalandıran skolâstik Batı anlayışına karşılık, İslâm dünyasında, Allah ve Resulü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) adını her yere götürebilmek için ne lazımsa yapmaya hazır olduğunu beyan eden idarî mekanizmalar vardı.

Astronomiyle ilgilenen ilk Müslüman ilim adamı olarak değerlendirilen Fezârî, dünyanın böyle ikiye ayrıldığı bir anlayış hengâmında dünyaya gelmiş, vefat ettiği 806 yılına kadar da kâinat kitabının dilini çözmeye gayret sarf etmiş bir âlimdir. Meselâ usturlâp,1 ilim dünyasına Fezârî'nin bir armağanıdır.

Abbasilerin ilk dönemlerine denk gelen 8. asrın ikinci yarısında yaşamış bu ilim adamının hayatıyla alâkalı pek az şey bilinmektedir. Kaynaklarda, daha çok uğraştığı ilim dalıyla alâkalı bilgilere ve onurlandırıcı ifadelere yer verilmektedir. C. İzgi, onun dedesinin ashabın ileri gelenlerinden Semüre b. Cündeb olduğunu belirtmektedir. 11681229 tarihleri arasında yaşamış Coğrafyacı ve Seyyah Yakut el Hamevî, onun bir astronomi âlimi olduğunu ifade etmiştir. Mısırlı tarih ve biyografi yazarı elKıfti (d. 1173) ise, onun astronomiyle ilgilenen ilk Müslüman ilim adamı olduğunu belirtmiştir.2 Fuat Sezgin, astronomide özümseme döneminin başlangıcı olarak, Fezârî'nin çalışmalarını gösterir.

Fezârî, başlangıç meridyenlerine dâir yeni görüşler ileri sürmüş, bu çerçevede yeni analizler yapmıştır. Bu analizleri yaparken, Hintlilere ait bir metot olan, Güneş ile Ay'ın doğuşu arasındaki zaman farkını kullanmıştır. Bu metot, ekliptiğin ufuk üzerindeki eğimine imkân vermediğinden, artık geçerliliğini yitirmiştir. O, Hint astronomisiyle Yunan astronomisini birbirlerine tatbik etmiş, Ay ve Güneş'in, gezegen ve yıldızların hareketlerine dâir birtakım cetveller (zic) düzenlemiştir. Kendisini astronomi âlimi olarak üne kavuşturan ise, yaptığı bir tercüme çalışmasıdır:

Halife Mansur, Fezârî'den Sanskritçe3 yazılmış bir astronomi kitabını Arapçaya çevirmesini ister. O da sözkonusu eseri, 771 yılında, Zîcü'sSindHint elKebîr ismiyle Hint parametrelerine ve hesap araçlarına dayanarak Arapçaya tercüme eder. Bu eser, astronomik cetvellerle alakalı olarak çok sayıda bölüme ayrılmıştır. Sözkonusu eserden, 10. Yüzyıl'a kadar İslâm dünyasının doğusunda, 12. Yüzyıl'a kadar da Endülüs'te istifade edilmiştir. Eser, Endülüslü Zerkali gibi bazı astronomları etkilemiştir. Bu eser, daha sonra Muhammed b. Mûsâ elHârizmî tarafından güncellenmiş ve yeni hâliyle ilim dünyasının istifadesine sunulmuştur. Sözkonusu eser, İslâm astronomi dünyasında ilk köklü tercüme çalışması kabul edilir.

DİĞER ESERLERİ

Fezârî'nin çalışmalarının bir kısmı bugün kayıptır. Bununla birlikte onun çalışmalarının birçok parçası, daha sonra yaşamış âlimlerin eserlerinde mevcuttur. Gezegenlerin ortalama hareketlerinin astronomik tablolarını verdiği çalışmasının4 yanında, öğle vaktinin tayin edilmesine dâir de bir eser5 kaleme almıştır. Başka bir eserinde6 ise, usturlaba ve gökyüzü koordinatlarını ölçen halkalı kürenin (dar elhalak / yıldızların enlem ve boylam derecelerini ölçmeye yarayan çemberler) yapımına dâir bilgiler vermiştir. Bu durum, bazı ilim adamlarınca, astronomi alanındaki özümseme döneminin başlangıcı görülmektedir. Düz (musattah) usturlabın yapımı hakkında kaleme aldığı eser7 ise, çok dikkat çekici bulunmuştur. Kıftî'nin bütün İslâm astronomlarının ilk kaynağı olarak değerlendirdiği eser8 ise, Ferâzî'nin kürenin düzlem hâline getirilişiyle alâkalı bir çalışmasıdır. Astronomiye dâir didaktik bir manzume olan elKasîde fî İlmi'nNucûm ise, aynı zamanda bir edebî eser mahiyetindedir.9

Fezârî, yaptığı çalışmalar ve ortaya koyduğu eserlerle Doğu ve Batı'nın ilim anlayışında yeni ufuklar açmayı başarmıştır. Fakat o, ilim mahfillerinde şimdiye kadar hak ettiği değeri görememiş; ilim tarihinin tozlu raf ve sayfalarına mahkûm edilmiştir.


DİPNOTLAR

1. Usturlâp: Yunanca menşeli bir kelimedir. Bu kelime, gök cisimlerinin konumlarını belirlemek için kullanılan, taşınabilir âlete isim olmuştur. Astronomi tarihinin en popüler âletidir. Güneş ölçüm âleti "mizânu'şşems" veya yıldızların aynası "mir'âtu'nnücûm" mânâlarını da ifade eder.

2. Hakkında başka kimler, neler demiştir:

- 994'te Bağdat'ta doğan; Arap edebiyatı ve tarih âlimi Merzübânî'ye göre; Fezârî, bir astronomi âlimidir. Abbasi Halifesi elMansur'un (754775) ilk yıllarındaki diğer astronomi âlimleri (Ebû Sehl Fazl b. Nevbaht, Mâşallah b. Eserî elBasrî ve Ömer b. Ferruhân etTaberî) ile birlikte önde gelen bir ilim adamıdır.

- 734743 yılları arasında Abbâsî bürokrasisinde bulunmuş olan Yahyâ b. Hâlid el Bermekî'nin kendilerinden sitayişle söz ettiği dört kişiden (Bu kişiler Halîl b. Ahmed, İbnü'lMukaffa ve Ebû Hanîfe'dir.) biridir.

- Cafer b. Yahyâ ise (767803 yılında yaşamıştır. Abbâsîler'in önde gelen devlet adamlarındandır.), Fezârî'nin hakkını verme adına şunları söyler: Astronomide Fezârî'den, 738805 arasında yaşayan ve nahiv sahasındaki yedi kıraat imamından biri olan Kisâî'den, şiirde elBâhilî Asmaî'den (Basra dil mektebinin önde gelen simalarından şiir ve ahbâr râvisi, dil ve edebiyat âlimi Olup 831'de vefat etmiştir.) ve ud çalmada Zelzele'den daha üstünü görülmemiştir.

3. Sanskritçe: HintAvrupa dil ailesinin Hintari koluna bağlı en eski lisandır. Günümüzde halk tarafından kullanılmayan Sanskritçeyi öğrenenler, bu lisandan Hint tarih ve dinini araştırma alanında faydalanmaktadır.

4. Kitâbü'zZîc Âlâ Sini'lArab

5. Kitâbü'lMikyâs li'zZevâl'i

6. Kitâbü'lAmel bi'l'usturlâb ve HüveZzâtü'lHalak

7. Kitâbü'lAmel bi'lUsturlâbi. İslâm dünyasında ilk defa hem düz (musattah) hem de üstüvânî (mubattah) usturlapları yapıp kullanan isim olarak bilinecektir. Musattah usturlap: sâdece eni boyu olan ancak derinlik ve yüksekliği olmayan, düzlem hâlinde bulunan, düz bir yüzey üzerine yayılmış, bir düzlem üzerine resmedilmiş olan demektir.

8. Kitâb Tastîhi'lKüre

9. Eserin baş tarafı şöyledir:
"Hamd yüce Allah'a mahsustur
Fazilet ve kerem sahibi, en büyük cömert O'dur
Birdir, tektir, çok cömerttir, nimeti de boldur
Yaratıcısıdır O, kat kat yedi göğün
Işığı şu karanlığı aydınlatan Güneş'in
Ve nuru ufukları doldurmuş olan dolunayın."

Yazar: Yusuf KARAOSMANOĞLU / Biyografi - Nisan 2016

KAYNAKLAR

Süleyman Çaldak, Taşköprülüzâde'nin Mevzû'âtu'l Ulûm'undaki İlimler Tasnîfi Üzerine, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 15, Sayı 2, Sayfa 116146.

İslâm Bilim Tarihi I, Astronomi, Ed.Rüşdi Raşid, Litera Yayıncılık İst. 2006, Çev. Habib TürkerCemile İpar, Sayfa 3940.

Fuat Sezgin, İslâm'da Bilim ve Teknik, Cilt, III, Sayfa: 979, Ankara 2007.

Seyyid Hüseyin Nasır, İslâm ve Bilim, Türkçesi: İlhan Kutluer, İnsan Yayınları, İstanbul, 1989.

Cevat İzgi, "Fezârî", TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 12. Sayfa 540541.

Abdurrahman Fehmi Efendi, İslâm Medeniyeti Tarihi, Yayına Hazırlayanlar: Hüseyin ElmalıCüneyt Eren, Yeni Akademi Yayınları, 2005.

Ali Bakkal, İslâm Astronomi Tarihinde İbn Rüşd, Dib Yayınları, 237252.


Hz. Sa'd İbni Ebi Vakkas

"Hayret etmeyin Kafirlerin sanatına. Acemi olmayın, tok gözlü olun. Bizim Keçilerimiz onlardan daha hünerli. Bakın, bembeyaz süt veriyor."

Mahmut Efendi Hazretleri (k.s) sözüyle yazımıza başlayalım:


Sa'd Bin Ebî Vakkâs Hakkında


Ashab-ı Kiramın büyüklerinden olup dünyada iken cennetle müjdelenen on sahabiden biridir. İslam için ilk kan akıtan, ilk ok atan ve ilk ok yiyen sahabedir. Aynı zamanda İran'ı zapt eden ordunun komutanıdır.


İsmi Sa'd, künyesi Ebû Vakkas'dır. (Ebû baba demektir). İlk Müslüman olanların yedincisidir. On yedi yaşında iken Hazreti Ebû Bekir (r.a('ın vasıtasıyla Müslüman olmuştur. Müslüman olmasıyla alakalı olarak şöyle anlatılmaktadır.

Hz. Sa'd İbni Ebi Vakkas


Müslüman olmazdan önce bir rüya görür. Rüyasında, zifiri bir karanlığın içinde iken, birdenbire her tarafı aydınlatan parlak bir ay doğar. Bu ayın aydınlattığı yolu takip ederken aynı yolda Zeyd bin Harise, Hazreti Ali ve Hazreti  Ebû Bekir (radıyallâhu anhüm)'ün önünden ilerlediklerini görür. Onlara sorar:

-    Siz ne zaman buraya geldiniz? Onlar da; "Şimdi geldik" diye cevap verirler.

Sa'd ibn Ebi Vakkas (r.a.) gördüğü bu rüyadan üç gün sonra Hazreti Ebû Bekir (r.a) geldi ve kendisine İslamı anlattı. Bu esnada kalbinde İslama karşı bir sevgi ve muhabbet hasıl oldu.

Bunun üzerine Hazreti  Ebû Bekir onu Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'e götürdü. Ve Resulullah'ın o yüce huzurunda çağlayarak iman edip sonsuzluk kervanının yolcularından oldu.


Nesebi; hem baba hem de anne  tarafından  Kainatın Efendisi Hazreti Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi vesellem)'e ulaşır.    

Yazının devamını Lalegül Dergisi Ocak 2016'da bulabilirsiniz. Biz buraya bir kısmını yazdık. 

Kaynakça: Lalegül - Aylık İlim- Kültür ve Fikir Dergisi: yıl,3 sayı:35, sayfa: 38 Ocak 2016

Doç.Dr. Dilaver Selvi

Doç.Dr. Dilaver Selvi Kimdir?

1962 yılında Tokat/Reşadiye’de doğdu. İlkokul eğitiminden sonra hafızlık yaptı. 1982’de İstanbul Zeytinburnu İmam-Hatip lisesinden, 1986’da Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldu. 1989’da aynı üniversite bünyesinde Tefsir Ana Bilim Dalında Yüksek lisans çalışmasını tamamladı. 1996’da “Meşhur Tefsir Literatüründe Tasavvufa Bakış” konulu çalışmasıyla Tefsir Doktoru oldu. 1991-1994 yılları arasında Üsküdar İmam-Hatip Lisesinde Meslek Dersleri öğretmenliği yaptı. 2011’de YTÜ Eğitim Fakültesi Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Eğitimi Bölümünde Yrd. Doç olarak göreve başladı. 2012’de Tasavvuf Anabilim Dalında Doçent oldu. 2013-2015 yılları arasında Kastamonu İlahiyat’ta görev yaptı. 2015’te Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne naklen atandı. Halen fakültemiz Tasavvuf Ana Bilim Dalında öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.

Kaynak >> https://ilahiyat.marmara.edu.tr/bolumler/temel-islam-bilimleri/tasavvuf/docdr-dilaver-selvi/

Seyyid Mübarek Erol

S. Mübarek Erol Kimdir.


Gavas Hazretleri Seyyid Abdulbaki Babamızın 3. oğludur.

Gavs'ımızın 5 Oğlu ve 2 Kızı Vardır...
Oğullarının İsmi Büyükten Küçüğe Doğru
1- Seyyid Saki Erol ( Halife Hz. )
2- Seyyid Muhammed Fettah Erol
3- Seyyid Mübarek Erol
4- Seyyid muhammed Mahsun
5- Seyyid Muhammed Emindir..
damatlarının İsimleri Büyükten Küçüğe Doğru

1-SeyyidTaceddin,
2- Seyyid Mazhareddin. bu iki damadı aynı zamanda rahmetli sultan muhammed raşid hz evladlarıdır.

Annelerimizin isimlerini  adaptan dolayı yazmadık.

Andrew Wiles

Sir Andrew Wiles Kimdir?


Sir Andrew John Wiles, KBE, FRS (d. 11 Nisan 1953) , İngiliz matematikçi ve Oxford Üniversitesi'nde Royal Society araştırma profesörüdür.

11 Nisan 1953 tarihinde Cambridge - İngiltere'de doğmuştur. 1974 yılında tamamladığı Cambridge Üniversitesi'ndeki lisans eğitiminin ardından 1979'da yine aynı okulda doktora çalışmasını yaptı. Halen ABD'de Princeton Üniversitesi'nde profesör olarak görev yapmaktadır.

Andrew Wiles


"Herhangi x, y, ve z pozitif tamsayıları için, x^n + y^n = z^n ifadesini sağlayan ve 2'den büyük bir n doğal sayısı yoktur" biçimindeki Fermat'ın Son Teoremi olarak bilinen matematik problemini , 1637 yılında ortaya atıldığından 357 yıl sonra 1994'te Richard Taylor ile birlikte çözmesiyle ünlenmiştir.

10 yaşındayken yerel halk kütüphanesinde bir matematik kitabında karşılaştığı Fermat'ın Son Teoremi çok ilgisini çekmişti. Belki de matematikçi olmasına yol açan bu problemi çözmek için çalışmaya daha o yıllarda başladı.

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Andrew_Wiles

Muhammed İhsan Oğuz Efendi Hazretleri Kimdir?

Büyük İslam Alim ve Mutasavvıfı Muhammed İhsan Oğuz Efendi,  27 Ramazan 1304 hicri, 19 Haziran 1887 miladi tarihinde Kastamonu da dünyaya gelmiştir.

Babasının ismi Atâullah, annesinin adı Hacer'dir.  İlk Mektepten sonra orta tahsilini Kastamonu Askeri rüştiyesinde ve yüksek tahsilini ziyaiye medresesinde yapan "Muhammed İhsan Oğuz" Efendi Hazretleri, saygın bir alim ve müderris eniştesi ve hocası Ahmet Ziyaettin Efendi dende hususi  dersler almış; onun genç yaşta vefatı üzerine tek başına ilmi çalışmalarına devam ederek kendisini yetiştirmiştir.

Muhammed İhsan Oğuz Hazretleri mumuriyet hayatına Osmanlı döneminde Posta ve telgraf idaresinde başlamış; bir ara Sultani mektebine katiplik, askeri rüştiye de Hüsn-i Hat (güzel yazı anlamına gelmektedir) ve Türkçe öğretmenliği görevlerinde bulunmuştur. Posta ve Telgraf idaresinde, muhabere memurluğundan Başmüdürlüğe kadar çeşitli kademelerde görevler yapmış, İstiklal harbi sırasında memleketimiz için değerli hizmetler ifa etmiş; 1938 yılında emekliye ayrılmış ve ilmi çalışmalarını daha da hızlandırmıştır.

Tasavvuf hayatı ise çok küçük yaşta başlamış, 7 yaşlarında iken Şeyh Muhammed Evliya Efendinin terbiyesine gitmiştir. İnsan-ı kamil olma yolunda senelerce süren çalışma ve araştırmalardan sonra Harput'ta Seyit Ahmet Çapakçuri hazretlerini bularak kendisine intisap etmiştir.

Yazdığı dokuz mektupla ve rûhâniyyet yoluyla irşâd ettiği bu yüksek yaratılışlı talebesine hicrî 1340 ( milâdî 1921 ) yılında "İrşad İcâzesi" veren Seyyid Ahmed Hazretleri , aynı yıl (94 yaşlarında) ebedî âleme göçmüştür. Muhammed İhsan Beyefendi'nin tasavvufî hayâtı son nefesine kadar devam etmiş, çocukluğundan itibâren pek çok Allah Dostundan ve Peygamber (S.A.V.) Efendimiz'in rûhâniyyetinden feyz almış bütün ilim ve feyzini eserleri, sohbetleri ve mektuplarıyla zihinlere ve gönüllere aktarmıştır. Bir asrı aşan hayatı "Hak ile hakîkatin bilinmesi, yaşanması ve anlatılması" uğrunda geçen Muhammed İhsan Oğuz Beyefendi, 2 Ağustos 1991 (21 Muharrem 1412) Cuma'yı 3 Ağustos Cumartesi'ye bağlayan gece saat 2.15'de aramızdan ayrılıp ebedî âleme intikal etmiş, hasret ve iştiyâkında olduğu Allah ve Resulü'ne kavuşmuştur.

Alıntı yapılan kaynak >>  allahinyolu.blogspot.com.tr/2011/05/muhammed-ihsan-oguz-ks.html

Seyyid Ahmet Sünneti Efendi Kimdir

Şeyh Şa'bân-ı Veli Caminin kıble tarafında mefdun bulunan Seyyid Ahmet Sünneti  Efendi, Peygamberimizin soyundan gelen alim, fazıl, şair bir halveti şeyhidir.

Asıl adı Ahmet olan bu zat, sünnete son derece bağlı ve hayat tarzını Peygamberimizin haline çok benzettiği için "sünneti" lakabı ile meşhur olmuştur.

Kuvvetli bir alim olduğu gibi güzel konuşması ve şairliği ile de meşhur olup "Sünneti" mahlâsı ile şiir iradına da kadir idi.

Zahiri ilimlerde söz sahibi olduktan sonra mağrifet ilmine talip olup devrindeki bazı şeyhlere biat ederek tasavvuf yoluna girdi. Kendisini irşad eden mürşitler, ondaki kabiliyeti görüp "Hakikat ilmindeki sonu olmayan mertebelere yükselme kabiliyetiniz var. Amma bizim bundan sonrasına ilmi gücümüz kafi değildir. Devrin kutbu ve güzide alimlerden Seyyid Yahya-i Şirvani Hazretleri Acem diyarından Rum'a (Anadolu'ya) gelmiştir. Sizin feyz ve tahsiliniz onlar tarafından mümkün olabilir" diyerek kendisini bu alime yönlendirdiler.

Sünneti Efendi, Şirvani'nin huzuruna yaklaştığında Yahya Sultan dervişlerine: "Sadık bir derviş ve samimi bir talip kokusu alıyorum. Rasulüllah evladından gerçek bir er geliyor. Onu karşılayınız!" diye emretti. Kapı dervişleri misafiri karşılayıp huzura aldılar.

Edep ve vakar ile huzura girilip el öpüldükten sonra Yahya Sultan: "safa geldin derviş! Amma (seyyidlerin nişanı olan) yeşil sarığını neden sarmadın? " diye sorunca Sünneti Efendi şu cevabı verdi:

- Sultanım! Aşhanenize canla başla hizmete geldim. Hizmetten başka bir nesneye kadir değilim. Buna rağmen Rasulüllah evladındandır diye erkanda ilk şartlardan olan hela hizmeti ve benzerleri verilmeyip de asitanenizde lazım olan hizmetim ve dolayısı ile tahsil edeceğim mağrifette noksanlık kalır endişesiyle yeşil sarığımı giymedim."

Bu cevap üzerine Yahya-i Şirvani:

- "Derviş! bu halis niyetle, samimiyetle sen o hizmetleri yapmış oldun. Biz sana layık ve lazım olan hizmeti biliriz. Var yeşilini giy" buyurdu.

Yahya Sultan ocağında seyr-ü sülukunu tamamlayıp kendi vilayeti olan Kastamonu'ya hilafetle gönderildi. Şehrin Hisarardı Mevkinde Şaban-ı Veli'ye kadar "Seyyid Sünneti Mescidi" adıyla bilinen mescidi yaptırdı. Nice zaman salah, takva ve şeriata bağlılıkla halveti tarikatı erkanı üzere insanları irşad edip alimler, sadıklar yetiştirdi.


Hazretin keşifleri ziyade olup mana alemine vakıf idi. Bu sebepten bir süre sonra silsilesinin kesilip seccadesinin boş kalacağını keşfetmişti. Bunun için üzülür, Allah Teala'ya niyazda bulunurdu. 

Zaman zaman Hızır (Aleyhisselam) ile buluşup kendisinden istifade ederdi. Bir defasında Cenâb-ı Hakk'a niyazından sonra Hızır (a.s.) gelip: "Ya Seyyid Ahmet! Hiç üzülmeyiniz. Gerçi Allah'ın emriyle silsileniz kesilip seccadeniz bir müddet boş kalacaktır.


Velakin nica zaman sonra yine sizin mürşidiniz Yahya Sultan silsilesinden zamanın kutbu ılan bir sultan gelip seccadeniz sahibini bulacaktır. Kendilerinin ve halifelerinin  ruhani kuvvetleri ve  feyizleri ile seccadenizde telkin ve irşad daim olacaktır. Onlar da sizindir. Siz, unutulmayıp kıyamete kadar hayır dua ile anılacaksınız" diyerek hatırlarını hoş etmiştir.

Kaynakça: Lalegül - Aylık İlim- Kültür ve Fikir Dergisi: yıl,3 sayı:35, sayfa: 29,30 Ocak 2016

Mükrimin Halil Yinanç

Mükrimin Halil Yinanç Kimdir?


Mükrimin Halil Yinanç
En belirgin özelliği hafızası ile tanınır. Ve tarihçi kişiliği ve ilim ehli olmasının yanı sıra kitap sevgisi kendisinde o kadar büyüktür ki bu yüzden kendisine "kitap aşığı" denilmektedir.

Selçuklular ve Türk tarihi alanında ihtisas merakını celb eden birçok şeyi kuşatmış aynı zamanda hafızası ile öne çıkmış büyük bir tarihçi olarak tarihe geçmiştir. 

Mükrimin Halil Yinanç, Kahramanmaraş ilinin Elbistan bölgesinde hayata gözlerini açmıştır, 1900 senesinde.  Daha çok küçük yaşlardan itibaren kendinden ilim öğrenme hevesi vardı. Babası ise kadılık vazifesi yapmaktaydı. İlim öğrenmesi için yaşadığı bölge onun için kolaylık sağlamıştır. Bu sayede ilmini öğrenebileceği birçok yer memleketinde bulunmaktaydı. 

Çevresinin etkisiyle de henüz daha küçük bir çocuk olan "Mükrimin Halil Yinanç" İlk olarak Kur'an-ı Kerim'i ezberleyerek hafız olmuştur. Bunun akabinde Arapça ve Farsça'da öğrenmiştir. 

Büyük şahsiyet yaşamış olduğu bu dönem itibariyle ülkemizin önemli süreçlerinden ötürü bazı tarihi olayları görmüş ve ailesinin anne ve ve babasının Ermeni kesimlerce acımasızca katledilmesine şahit olmuştur. 

İlk yazısını ise  15 yaşlarında iken kaleme almış ve yayınlamıştır. 1920 senesinde ise "Tehlikeler Önünde Türk İstanbul"  başlığı altında yeni bir yazısını yazmıştır. Bu yazıyı o zamanki savaşın tesiriyle yazmıştır. 

Aynı zamanda öğrenciliğine devam etmektedir. Mektebi Mülkiyede devam edegelen öğrencilik yıllarında" Kâzım Gürkan"ın hakkında 'Herkes kitap okur, Mükrimin Halil hoca kütüphaneler okur'. sözünün hakkını vererek okuma sevdasından hiçbir zaman vazgeçmemiştir. 

En ilginç ve önemli olanı ise bir zamanlar  Fransa'ya gider ve burada Türk tarihi ile ilgili başka yerde bulunmayan eserleri incelemek ve okumak için araştırma yapar.  Ve Fransa'nın Milli kütüphanesinde bulunan ve asla dışarı çıkarılması, kopyalanması ve çoğaltılması yasak olan bir nüshayı okur.  Düstûrnâme-i Enveri isiminde olan 3730 beyitlik olan eseri sabah veya  gündüz kütüphanede okumuş ve ezberine almıştır. Kaldığı otel odasında ise akşam üzeri ezberine aldığı kitabı yazarak kopyalamıştır. Bundan sonra ise bu hiçbir yerde bulunmayan eserin ikinci bir nüshası bulunmuş ve bu kopyasında hiçbir hatanın dahi olmaması insanları şaşırtmıştır. Hiçbir yanlış olmadan ezberlediği meydana çıkmıştır. Bunun neticesinde Mükrimin Halil Yinanç hoca hafızası ile de meşhur bir şahsiyet haline gelmiştir.

Mükrimin Halil Yinanç tarihimizin en önemli simalarından biridir. Bu yüzden bizler için önemli bir yeri vardır.  Kitap aşığı, ilim sahibi ve özellikle hafızası ile gönüllere taht kurmuştur. 

Uzun yıllar  hem öğrenmiş hemde öğretmiştir. Bir gün kürsüde ders verdiği esnada kalp krizi geçirmesi nedeniyle hayata gözlerini yummuştur. 


Muhammed Murad el-Minzelevi (Rahimehullâh)

Muhammed Murad el-Minzelevi (Rahimehullâh)
Tasavvuf çevrelerinde çokça okunan Farsça asılı iki kitap İmam-ı Rabbani (Kuddise Sirruhu)nun "Mekubat"ı ile Ali ibni Hüseyin el-Herevi (k.s)'nun Nakşibendi sadatıyla alakalı "Reşahat" isimli eserlerini Arapça'ya kazandırmak suretiyle bu kitapların daha geniş okuyucu  kitlelerine ulaşmasını ve istifadesinin yaygınlaşmasını sağlayan ve aynı zamanda iyi bir tarihçi olan Nakşibendi şeyhi ve alim "Kazanlı Muhammed Murad Remzi" (Rahimehullâh) bu faydalı çalışmalarına rağmen ülkemizde pek tanınmamaktadır.

1272 senesi Rebiülahir ayı ortalarında (25 Aralık 1855) Kazan'ın Ufa vilayetine bağlı Minzele kazasının Elmet köyünde doğdu. (İmam-ı Rabbani, el-Mektubat, 3/188)

Murad Minzelevi (Rahimehullâh) "Kazani" ve "Mekki" nisbeleriyle anılır. 16. YY'da Aral Gölü, Amurderya ve Siriderya ile Özbek ve Türkmen yörelerine hükmeden Bikçura Han'ın soyundandır. Dedesi Adilşah, Elmet ve çevresinin yöntecisiydi. İlk ilimleri babası Bahadır Şah Abdullah'tan ve muallime olan annesi Abistay Üstazbike'den aldı. 

Köylerinde medresede Molla İslamil Kaşgâri (Kuddise Sirruhû)'nun tabelerinden olan dayısı Molla Hasanuddin'in yanında on sekiz yaşına kadar Arapça, mantık, ahlak ilmi, fıkıh ve kelam ilimlerini tahsil etti. Bu zat Murad Minzelevi (Rahimehullâh)'ın yetişmesinde büyük tesire sahiptir.

1873'te Kazan'a giderek Şihabüddin Mercani (Rahimehullâh)'ın medresesine kaydoldu fakat arzu ettiği tarzda ilmi bulamadığı gerekçesiyle kısa bir süre sonra Buhara ve Maveraünnehir'e  geçmek üzere buradan ayrıldı. Yolculuğu sırasında Trosky şehrinde yaklaşık iki yıl kalarak Molla Şerefüddin ve Molla Muhammed Can (Rahimehullâh)'ın medreselerinde tahsiline devam etti. Bu hocalardan "Şerhu'l Akaid" ve Mantık ilminden haşiyeleriyle birlikte "Süllemü'l-Ulum" isimli kitabı okumuştur.

Kaynakça: Lalegül - Aylık İlim- Kültür ve Fikir Dergisi: yıl,3 sayı:35, Yazının devamı Ocak 2016 sayısında sayfa: 18,19,20,21,22

Kemal Sunal Nereli?

KEMAL SUNAL NERELİDİR?

Türk tarihinin unutulmazları arasında yer alan Kemal Sunal nereli sorusuna cevap vermek için kolları sıvadık. Ünlü oyuncu canlandırdığı karakterlerle yediden yetmişe herkesin gönlüne taht kurmayı başarmıştır. Tiyatroyla sanat hayatına atılan oyuncumuz Erdem Eğilmez tarafından fark edilince sinema oyunculuğuna ilk adımı atmıştır. Amatör olarak oynadığı ilk tiyatro "Zoraki Tabip" tir. Profesyonel olduktan sonra sinemaya adım atan oyuncunun ilk rol aldığı film "Tatlı Dillim" filmidir. Bir çok ödül alarak oyunculuğunu pekiştiren sanatçı en iyi erkek oyuncu ödülünü "Kapıcılar Kralı" filminde rol alarak ödüle sahip görülmüştür. Peki Kemal Sunal nereli sorusunu zihninizde canlandırıp cevaplar arıyorsanız hemen cevabını verelim fakat öncelikle özel hayatına yer verelim.

Kemal Sunal Nereli?

Özel Hayatı

Sanatçımız kendisi gibi oyuncu olan Gül Sunal ile tanıştıktan sonra iki buçuk yıl mektuplaşarak evlilik hayatının temelini atmışlardır. Sanatçımız eşini sinirlendirmek için çiğ köfte yoğurup kıvamını tutturup tutturmadığını anlamak için tavana atarmış ve bu durum sanatçının oyuncu karakterinin benliğinde yer aldığını gösteriyor.

Kişisel Yaşamı

Türk oyuncusu ve sanatçısı bir çok karakterle yüzümüzde tebessüm oluşturmasını başaran Kemal Sunal nereli? İstanbul' da doğan oyuncu 11 Kasım 1944' te dünyaya gelmiştir. Babası Migros emeklisi Mustafa Sunal, annesi ise Saime Sunal' dır. Üç çocuklu çekirdek ailenin en büyük çocuğu Kemal Sunal' dır. Sanatçımız iki erkek kardeşe sahiptir; Cengiz, Cemil . İlk okul yıllarını Mimar Sinan i.o. geçiren sanatçı liseyi Vefa Lisesinde okumuştur. Fakat lise hayatı baya uzun sürmüştür. 11 yılda liseyi bitirdiğini açık açık söyleyen sanatçı haylazlığın on bir yıla mal olduğunu ima ederek liseyi neden on bir yılda bitirdiğini anlatmıştır. Arkadaşlarıyla birlikte sınıfta kaldığını ve yine birlikte geçtiğini söyleyen sanatçı dostluğunun pekiştiğini de gözler önüne seriyor.


Kemal Sunal Ne Zaman Öldü?

3 Temmuz 2000 tarihinde vefat eden oyuncu 55 yaşında dünyaya veda etmiştir. Uçak korkusu olduğu için uçağa binmekten çekinen sanatçı uçağa bindiğinde kalp krizi geçirerek genç yaşta ölüme merhaba demiştir. "Gülen Adam" lakabıyla da bilinen sanatçı hemen hemen herkes tarafından izlenen bir oyuncudur. Her yıl 3 Temmuz'da sanatçımız için anma töreni yaparak Türkiye Milleti olarak sanatçıyı unutmadığımızı ve unutmayacağımızı ispatlıyoruz.

Cemel Savaşı ve Hz. Talha

Hz. Ali (r.a.) Medine'den ayrılırken, Hazreti Osman'ın Şehadetine sebep olan fitnenin başını çeken İbni Sebe hainine Medine'de kalmasını ve kesinlikle hiçbir yere ayrılmamasını emretti. Ama bu hain halifenin emrini dinlemedi. Halifeye gözükmeden Basra'ya gidip kendi taraftarlarıyla iki taraftan birine saldırmaya karar verdi.


Cemel Savaşı ve Hz. Talha


Hz. Ali (Radıyallahu Anh), Basra'ya yakın bir yerde ordugâh kurdu. Tabi halifenin Basra'ya gelişi, arayı bulmak amacıyla olduğu için herkesi memnun etti. İki taraf da ümmetin birliği ve  fitnenin yok edilmesi konusunda hemfikirdi. 

Hz. Ali (r.a.) bir elçi gönderip, Hz. Aişe' (r.a.) nin ictihâdını kabul etmiş olan Basralılarla anlaştı. Her iki taraf da bu anlaşma neticesinde çadırlarına çekilip uykuya daldılar.

Ne var ki, fitneciler iki tarafın anlaşmasını istemediler. Çünkü Hz. Osman (r.a.)'ın şehadetine sebep olan o fitnede buluna münafıklar, kendilerinin infaz edilmesinden korktular.

İmam-ı Rabbani Hazretleri Kimdir?

İmam-ı Ahmed Rabbani


İmam-ı Ahmed Rabbani hazretleri, Hindistan'da yetişen en büyük veli ve âlim. Ariflerin ışığı, velilerin önderi, İslam’ın bekçisi, müslümanların baş tacı, müceddid, müctehid ve İslam âlimlerinin gözbebeğidir. Silsile-i aliyyenin yirmi üçüncüsüdür.


1563 yılında Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmam-ı Rabbani ismiyle tanınmıştır. İmam-ı Rabbani, Rabbani âlim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kâmil, olgun âlim demektir. Hicri ikinci bin yılın müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı Müceddid-i elf-i sani, ahkam-ı İslamiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, Sıla ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için, Faruki nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, Serhendi denilmiştir.

Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, imam-ı Rabbani Müceddid-i elf-i sani Şeyh Ahmed-i Faruki Serhendi'dir.

Babası ve dedelerinin hepsi, zamanlarının büyük âlimleri, salih ve faziletli kimseleri idiler. Babası Abdülehad Efendi din ve fen ilimlerinde yetişmiş, tasavvufta da en son mertebeye ulaşmıştı.

İlk tahsiline, babasından ders alarak başladı. Babasından okuyup Arapçayı öğrendi. Küçük yaşta Kur'an-ı kerimi ezberledi. İlminin çoğunu babasından, bir kısmını da zamanının meşhur âlimlerinden öğrendi. Babasından ders aldığı sırada, çeşitli ilimlere ait küçük kitapları ezberledi. Babasından aldığı dersleri tamamlayınca, Siyalkut şehrine gidip orada, Mevlana Kemaleddin Keşmiri'den ilim öğrendi. Mevlana Kemaleddin meşhur âlim Abdülhakim-i Siyalkuti'nin de hocası olup, zamanının en yüksek âlimi idi. Bazı hadis kitaplarını da Şeyh Yakub-ı Keşmiri'den okudu.

Kadı Behlul-i Bedahşani'den; hadis, tefsir ve bazı usul ilimlerinde icazet, diploma aldı. On yedi yaşında iken tahsilini tamamlayıp, bütün ilimlerden icazet aldı. Tahsili sırasında, Kadiri ve Çeşti büyüklerinin kalblerindeki feyz ve lezzeti babasından aldı. Babası hayatta iken, talebelere ilim öğretmeye başladı.

Bu sırada; Risalet-üt-Tehliliyye, Redd-i Revafid, İsbat-ün-Nübüvve adlı eserlerini yazdı. Edebiyata çok meraklı olup, fesahatı ve belagatı, sürat-i intikali, zekasının şiddeti herkesi hayrette bırakıyordu.

Bu kadar ilmi ve herkesin üstünde olgunluğu, tevazusu ile birlikte kalbi, Ahrariyye, Nakşibendiye büyüklerinin aşkı ile yanıyor, bu yolda yazılmış kitapları okuyordu. Babasının vefatından bir sene sonra, hacca gitmek üzere Serhend'den yola çıktı. Bu yolculuğunda Delhi'ye varınca, orada tanıdıklarından ve Muhammed Bakibillah hazretlerinin talebelerinden olan Mevlana Hasan Keşmiri ile görüştü. Mevlana Hasan Keşmiri, onu hocasının huzuruna götürüp, tanıştırmak istedi ve; "Bugün Ahrariyye yolunda bu ülkede başka böyle büyük bir zat yoktur. Taliblerin onun bir nazarıyla bakışıyla kavuştukları manevi derecelere günlerce çekilen çileler ve çeşitli riyazetlerle nefsin istediklerini yapmamakla kavuşmak mümkün değildir" dedi.

İmam-ı Rabbani hazretleri, daha önce mübarek babasından da Ahrariyye yolunun ve bu yolda bulunanların üstünlüklerini ve kıymetini duymuştu. Bu yolun büyüklerinin kitaplarını okuyup onların güzel hallerini bildiği için; "Bu Hicaz yolunda, böyle büyük bir âlimden, bu büyükler yolunun zikir ve usullerini almaktan daha iyi ne olur?" diyerek Muhammed Bakibillah hazretlerinin huzuruna gitti. Huzuruna girince kalbinde bir nur parladı. Mıknatıs iğneyi çeker gibi çekildi. Kalbi şimdiye kadar hiç duymadığı, bilmediği şeylerle doldu. Hacdan sonra uğrayıp istifade etmeyi niyet etti ise de, kalbindeki sevgi ve arzu, kendisini bırakmadı. Ertesi gün huzuruna gelip, Ahrariyye feyzine kavuşmak şevkini arzusunu bildirdi ve hizmetinde kaldı. Edeple ve can kulağı ile sözlerine ve hallerine bağlandı. Üstadının da lütuf ve himmeti ile iki ay içinde kimsede görülmeyen hallere kavuştu.

İmam-ı Rabbani hazretleri, Muhammed Bakibillah hazretlerini tanıdıktan sonra, edeple ve can kulağı ile bu hocasının sözlerine ve hallerine bağlandı. Birkaç ay sonra, hocası ona icazet verdi. Böylece tasavvuf ilminde ve hallerinde de yüksek dereceye kavuştuktan sonra, memleketi olan Serhend'e dönmesi emrolundu. Hocası, talebesinden çoğunun yetiştirilmesini de ona bırakıp, onları da arkasından Serhend'e gönderdi. Hocası onun için şöyle buyurdu: "Kalblere deva, ruhlara şifa olan bu tohumu, Semerkand ve Buhara'dan getirip Hindistan'ın bereketli toprağına ektim. Taliblerin yetişip kemale gelmesi için uğraştım. O, her dereceyi aşıp, üstünlüklerin sonuna varınca, kendimi aradan çekip, talebeyi ona bıraktım."

İmam-ı Rabbani hazretleri, memleketine gelince ilim ve edep öğretmeye isteklileri yetiştirmeye ve yükseltmeye başladı. Şöhreti her yere yayılıp, her taraftan aşıkları, onun ilminden ve feyzinden faydalanmaya geliyordu. Talebelerine Beydavi Tefsiri, Sahih-i Buhari, Mişkat-i Mesabih, Avarif-ül-Me'arif, Üsul-i Pezdevi, Hidaye ve Şerh-i Mevakıf gibi bazı din kitaplarını ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu. Ömrünün son zamanlarında dahi talebelerine ilim tahsilini sıkı sıkı emreder, buna çok önem verirdi. Herkesin kalbini ilim ve nur ile dolduruyor, Muhammed aleyhisselamın dinini canlandırıyor ve kuvvetlendiriyordu. Zamanının padişahlarını, vali, kumandan, âlim ve hakimlerini, çok tesirli mektupları ile, dine, sünnet-i seniyyeye teşvik ediyor, çok âlim ve veli yetiştiriyordu.

İmam-ı Rabbani hazretleri bir müddet Serhend'de talebe yetiştirmekle meşgul olup, insanlara doğru yolu anlattıktan sonra, hocasını ziyaret için Delhi'ye gitti. Bir müddet hizmetinde kaldı ve hocası ile çok hoş sohbetleri oldu. Hallerini bulunduklarından daha yukarıya götürdüler. Bütün bu lütufları ile çok yüksek hallere, faziletlere kavuşmasına rağmen, hocasına yapılması mümkün olmayan bir edeple davranıyordu. Muhammed Haşim-i Keşmi şöyle anlatmıştır: "Hace Hüsameddin Ahmed'den işittim. Hocam imam-ı Rabbani'yi methedip övdükten sonra; "Mertebesi yüksek, fazileti çok olmakla beraber, edebe riayette, hocamız Muhammed Bakibillah hazretlerinin talebelerinden hiçbiri, İmam-ı Rabbani gibi değildi. Bunun için bereketler herkesten önce ona nasip oldu" buyurdu.

İmam-ı Rabbani hazretleri şöyle buyurmuştur.
"Biz dört kişi, hocamız Muhammed Bakibillah hazretlerine hizmette diğerlerinden ilerdeydik. Hepimizin ayrı bir bağlılığı, ayrı bir düşüncesi vardı. Bu fakir yakînen biliyorum ki, böyle bir sohbet ve cemiyyet, terbiye ve irşad kaynağı, Peygamber efendimizin zamanından sonra dünyada çok az görülmüştür. Gerçi insanların en hayırlısı olan Resulullah efendimiz zamanında bulunamadık, sohbetine kavuşamadık ama, Muhammed Bakibillah hazretlerinin saadetli sohbetinden de mahrum kalmadık. Bunun için bu büyük nimetin şükrünü yerine getirmek lazımdır. Onun huzurunda herkes kendi bağlılığına, muhabbetine göre bir şeylere kavuştu."

İmam-ı Rabbani hazretleri, hocası Muhammed Bakibillah hazretlerinin ikinci defa huzuruna gidip bir müddet kaldıktan sonra, tekrar memleketine döndü. Bir müddet daha taliblere, isteklilere feyz vermekle meşgul oldu. Bu sırada pek yüksek derecelere kavuştu. Bu hallerini hocasına mektuplar yazarak bildirdi. Bundan sonra üçüncü defa hocasını ziyarete gitti. Bu ziyaretinden sonra Delhi'den Serhend'e dönüp birkaç gün kaldı ve Lahor'a gitti. Lahor şehrinde herkes, imam-ı Rabbani hazretlerinin teşrifini büyük bir ganimet bildi. Talebelerinin en meşhurlarından olan; Mevlana Muhammed Tahir, Hace Muhammed, Mevlana Esgar Ahmed ve Mevlana Ravh Hüseyin gibi zatlar bu sırada talebesi olup, sohbetinde pişip yüksek derecelere kavuştular. İmam-ı Rabbani hazretleri Lahor'da bulunduğu sırada, oranın meşhur âlimleri kendisine çok hürmet ve edep gösterdiler. Nice bilinmeyen ve çözülmesi zor meseleleri ondan sorup doyurucu cevaplar aldılar.

İmam-ı Rabbani hazretlerinin Lahor'daki sohbetleri devam ederken, hocası Muhammed Bakibillah hazretlerinin vefat haberi geldi. Kalblerdeki huzur ve ferahlığın yerini, elem ve keder aldı. Bu haber üzerine, hemen Delhi'ye gidip mübarek kabrini ziyaret etti. Oğullarına ve talebelerinin büyüklerine taziyede bulundu. Muhammed Bakibillah hazretlerinin talebeleri, üzüntülerini ve kalblerindeki elemi, onun terbiyelerinin ve sohbetlerinin bereketleriyle gidermek için, huzurlarına gelip, Muhammed Bakibillah hazretlerine gösterdikleri gibi, imam-ı Rabbani hazretlerine de; muhabbet, hürmet ve teslimiyet gösterdiler. Küçük büyük hepsi onu kabul edip bağlandılar.

İmam-ı Rabbani hazretleri, Serhend'e döndükten sonra, Kadiri tarikatının büyüklerinden olan Şah Kemal Kadiri'nin ruhaniyetinden de icazet almakla şereflendi. Bu icazeti şöyle olmuştur: Bir sabah İmam-ı Rabbani hazretleri talebeleri ile murakabe halinde iken, Şah Kemal'in torunu ve onun bütün kemalatının vekili olan Şah İskender, Kehtel'den gelip, Şah Kemal'in bereketli hırkasını İmam-ı Rabbani hazretlerinin mübarek omzuna koydu. İmam-ı Rabbani gözlerini açınca, Şah İskender'i gördü. Tam bir tevazu ile boyunlarına sarıldı. Şah şöyle dedi: "Birkaç zamandır, hal ve rüyamda dedem Şah Kemal'i görüyorum. Bana, hırkasını size vermemi emrediyordu. Fakat, onların bu bereketli hırkasını evden çıkarıp, bir başkasına vermek bana çok ağır geliyordu. Ama tekrar tekrar emredince, emirlerine uymak lazım oldu." İmam-ı Rabbani, o hırkayı giyip hususi odasına gitti. Bir müddet sonra odasından çıkınca, en yakın sırdaşlarına, mahremlerine şöyle söyledi: "Hazret-i Şah Kemal'in hırkasını giydikten sonra, şaşılacak çok garip hal zahir oldu. Şöyle ki, hırkayı giydiğim zaman, insanların ve cinlerin seyyidi Abdülkadir-i Geylani'yi, hazret-i Şah Kemal'e kadar devam eden bütün halifeleriyle yanımda gördüm. Hazret-i Gavs-i Rabbani Abdülkadir-i Geylani kalbimi kendi tasarruflarına aldı ve hususi nisbetlerinin ve yollarının nurları ve esrarı beni kapladı. Bense, o hallerin ve nurların denizine gömülüp o denizin dalgıcı oldum. Bir müddet bu halde kaldım. O hallerin beni kapladığı zamanda kalbime; "Beni Ahrariyye büyükleri terbiye ettiler ve işimin esası bu büyüklerin yolunda olmaktır, şimdi başka oluyor" diye geldi. Böyle düşünürken, Ahrariyye yolunun büyüklerinin, hace-i cihan Hace Abdülhalık-ı Goncdüvani'den hocam Hace Bakibillah'a kadar bütün halifelerinin geldiğini gördüm. Benim işim ve icraatım hakkında konuşmaya başladılar. Ahrariyye büyükleri; "Bunu biz terbiye ettik. Bizim terbiyemizle zevke, hale ve kemale erişti" dediler. Kadiri büyükleri (Rahimehümüllah) da; "Daha çocukluğunda bizim ona teveccühümüz vardır. Bizim nimet soframızdan tad almıştır. Şimdi de bizim hırkamızı giymektedir" dediler.

Onlar böyle konuşurken Kübreviyye, Çeştiyye yollarından da birer cemaat geldi. Böylece anlaşmaya vardılar, bundan sonra bu iki şerefli nisbetten de kalbimde, büyük pay, tam bir şevk buldum." İmam-ı Rabbani hazretleri tasavvufta, bu yolların hepsinde talebe yetiştirip feyz verdi.

İmam-ı Rabbani hazretleri, benzeri az yetişen, müstesna bir İslam âlimi ve büyük bir mürşid-i kâmildir. Peygamber efendimizin vefatından bin sene sonra da İslam düşmanları dine, imana insafsızca saldırmışlardı. Allahü teâlâ kullarına acıyarak, imam-ı Rabbani gibi bir müceddid yarattı. Ona derin ilimler ihsan eyledi. Onun vasıtasıyla din düşmanlarının korkunç saldırısını durdurdu. Hakkı bâtıldan ayırıp, çok kalblerden bâtılı kaldırdı. Bu yüce İmamın mektup ve kitapları, insanları gafletten uyandırdı. Dünyaya ışık saldı. Yani Allahü teâlâ onu, Peygamber efendimizden bin sene sonra, din-i İslamı yenilemek ve kuvvetlendirmek için göndermişti.

İmam-ı Rabbani hazretlerinin dine yıllarca yaptığı bu büyük hizmetleri, sağlam, ikna edici delillerle sapık fikirlerinin çürütüldüklerini, Ehl-i sünnet itikadının ve doğru din bilgilerinin yayıldığını, bid’atlerin kalktığını gören bazı sapık kimseler, ona cephe aldılar haset ve iftira etmeye başladılar.

Bunun için bazı kimselerin cefa oklarına, eziyet ve iftiralarına hedef oldu. Nice âlimlerin, fadılların, kâmillerin kendi yollarından ayrılıp, rehberlerini bırakıp, etrafına ve hizmetine koşuşmaları ise, hasetlerini daha da artırdı. İmamı tehlikeye düşürmek için, hilelere başladılar. Mesela, Cüneyd-i Bağdadi, Bayezid-i Bistami gibi büyük meşayihi aşağı görüyor diyerek, cahil tabakayı aldattılar. Yüksek meşayihin bildirdiği vahdet-i vücudu inkâr ediyor, diyerek, görüşü kısa kimseleri İmam'dan soğutmaya başladılar. Onu sevenlere de; "Meşayih-i izamı inkâr ediyor, Allahü teâlânın marifetine vasıtasız olarak kavuştum diyor" dediler. Çeşit çeşit iftiralarda bulundular.

O zamanın sultanı Selim Cihangir Hanın devlet adamları, hatta büyük veziri, baş müftüsü ve etrafındakiler Ehli sünnet düşmanı idiler. Halbuki imam-ı Rabbani hazretlerinin birçok mektupları ve bilhassa ayrıca yazdığı Redd-i Revafıd Risalesi, Eshab-ı kiram düşmanlarını red etmekte, böylelerinin cahil, ahmak ve alçak olduklarını anlatmaktaydı. İmam-ı Rabbani bu risalesini Buhara'da bulunan en büyük Özbek hanı Abdullah Hana yollamıştı. "Bunu İran'da, Şah Abbas-ı Safevi'ye gösterin! Kabul ederse ne iyi, etmezse onunla harb caiz olur" demişti. Kabul etmedi. Harb oldu. Abdullah Han, Herat'ı ve Horasan'daki şehirleri aldı. Buralarını daha evvel Safeviler almıştı. İşte bundan sonra, Hindistan'daki bozuk fırkalar, Eshab-ı kiram düşmanları elele verdiler. Sultana gidip imam-ı Rabbani hazretleri hakkında çeşitli iftiralarda bulunarak şikayet ettiler. Sultan, oğlu Şah Cihanı gönderip, imam-ı Rabbani hazretlerini, evlatlarını ve yetiştirdiği talebelerini çağırıp, hepsini öldürmeye karar verdi. Bunun üzerine Şah Cihan, bir müftü ile yanına gitti. Sultana secde caiz olduğunu gösteren bir fetvayı da götürdü. İmam-ı Rabbani'nin üstünlüğünü biliyordu. "Babama secde edersen seni kurtarabilirim" deyince, imam-ı Rabbani hazretleri bu fetvanın zaruret zamanında izin olduğunu, azimet ve din bütünlüğünün secde etmemek olduğunu, ecel gelince, ölümden hiçbir şeyin kurtaramayacağını söyledi ve secde etmeyi kabul etmedi.

Çocuklarını ve talebelerini bırakıp sultana yalnız gitti. Kendisine yapılan iftiralara karşı sultana güzel ve doyurucu cevaplar verdi. Sultan yüksek hakikatleri anlayabilecek biri olmadığı halde, neşelendi ve serbest bırakıp özür diledi. Hatta, sultana kendisine yapılan iftiraların asılsız olduğunu açık delillerle anlatırken, orada bulunan ateşe tapıcı Hinduların büyük bir kumandanı, imam-ı Rabbani hazretlerinin dinde olan kuvvetini, sözlerini, lezzet ve kıymetini görerek müslüman oldu.

Sultanın ikna olduğunu gören iftiracı sapıklar; "Bunun adamları çoktur. Sözleri bütün memlekette yürürlüktedir. Bunu serbest bırakırsak bir karışıklık çıkabilir" diyerek, uzun konuşmalardan sonra sultanı aldattılar. Sultan, imam-ı Rabbani hazretlerinin, memleketin en sağlam ve korkunç kalesi olan Guwalyar Kalesi'ne hapsedilmesini emretti ve hapsedildi. Bu hadiseye çok üzülen talebeleri sultana isyan etmek istediler. Bunu yapabilecek güçte idiler. Fakat imam-ı Rabbani hazretleri onları rüyalarında ve uyanık iken bundan men etti. Sultana hayır dua etmelerini emredip; "Sultanı incitmek bütün insanlara zarar verir" buyurdu. Kendisi de sultana hep hayır dua ediyordu. Sultanın veziri, koyu bir muhalif olduğundan, zindanda, imam-ı Rabbani hazretlerinin başına kardeşini tayin etmiş ve çok şiddetli davranmasını emretmişti. Bu görevli ise ondan çeşitli kerametler, üzülmek yerine heybet, sabır ve hatta neşe görerek tevbe etti. Bozuk itikadını terk edip Ehl-i sünneti seçti ve halis talebelerinden oldu. Kalede hapis bulunan binlerce kâfir, onun bereketi ve sohbetleri ile müslüman olmakla şereflendi. Birçok günahkâr tevbe etti. Hatta bazıları yüksek âlim oldu.

İmam-ı Rabbani hazretleri hapiste üç sene kaldıktan sonra, sultan yaptığına pişman oldu. Hapisten çıkarıp ikram ve ihsan eyledi. Hatta halis talebesinden ve sadık dostlarından oldu. Bir müddet, asker arasında kalmasını istedi. Sonra serbest bırakıp, hürmetle vatanına gönderdi. Hapisteki bu sıkıntılardan ve uğradığı dertlerden sonra, evvelce bulundukları hallerin ve makamların binlerce üstünde derecelere yükselmiş olarak memleketine döndü. İmam-ı Rabbani hazretleri önceleri; "Yetiştiğim derecelerin üstünde, daha çok makamlar vardır. Onlara yükselmek celal sıfatı ile, sert terbiye edilmekle olabilir. Şimdiye kadar cemal sıfatı ile okşanarak terbiye edildim" buyurmuştu. Talebesinden bir kısmına; "Elli ile altmış arasında üzerime dertler, belalar yağacak" buyurmuştu. Buyurduğu gibi oldu. O makamlara da yükselmek nasip oldu.

Müslümanların zayıf düştüğü, küfrün, sapıklığın, zulmetin, felsefecilerin ve sapık kimselerin her tarafı kapladığı bir zamanda, binlerce kâfir, çok sayıda fâsık ve facir onun güzel hallerini görüp, sohbetini işitip tevbe ederek salih müslüman oldu. Uzaktan yakından pek çok kimse, rüyada ve uyanık iken onu görerek yanına koşmuş, huzuruna geldiklerinde gördüklerini aynen bulmuşlardır. Âlim, salih, genç, ihtiyar binlerce kimse onu görüp, sohbetinde bulununca, feyz alarak kalbleri zikreder olmuştur. Huzurundaki pek çok talebeyi hallere, yüksek derecelere kavuşturmuştur. Her an kerametleri görülür feyz ve bereket yayardı. Kerametlerinin altı binden fazla olduğu bildirilmiştir.

Zamanının âlimleri, imam-ı Rabbani hazretlerine Sıla ismi ile hitap ettiler. Sıla, birleştirici demektir. Çünkü, o, tasavvufun İslamiyet’ten ayrı bir şey olmadığını İslamiyet’e uygun bir şey olduğunu ispat ederek, ahkam-ı İslamiye ile tasavvufu vasl etmiş, birleştirmiştir. Bir hadis-i şerifte; "Ümmetimden Sıla isminde biri gelir. Onun şefaati ile çok kimseler Cennete girer" buyurularak onun geleceği haber verilmiştir. Bu hadis-i şerif, imam-ı Süyuti'nin Cem'ül-Cevami kitabında vardır. İmam-ı Rabbani hazretleri bir mektubunda; "Beni iki derya arasında "Sıla" yapan Allahü teâlâya hamd olsun" diye dua etmiştir. Eshabı, talebeleri ve sevenleri arasında "Sıla" ismiyle meşhur olmuştur. Hadis-i şerifte müjdelenen "Sıla" ismini ondan evvel hiç kimse almamıştır.

İmam-ı Rabbani hazretleri, Müceddid-i elf-i sanidir. Yani hicri ikinci binin müceddididir. Eski ümmetler zamanında, her bin senede yeni din getiren bir resul gönderilirdi, yeni din öncekini değiştirip, bazı hükümleri kaldırırdı. Her yüz senede de bir Nebi gelir, din sahibi peygamberin dinini değiştirmez, kuvvetlendirirdi. Hadis-i şerifte, bu ümmete ise, her yüz yıl başında İslam dinini kuvvetlendiren bir âlim geleceği haber verilmektedir. Peygamber efendimizden sonra peygamber gelmeyeceğine göre, kendisinden bin sene sonra, İslam dinini her bakımdan ihya edecek, dine sokulan bid’atleri temizleyip, asr-ı seadetteki temiz haline getirecek, zahiri ve batıni ilimlerde tam vâris, âlim ve arif bir zatın olması lazımdı. Hadis-i şerifler bunu bildirmektedir. Bu mühim hizmeti imam-ı Rabbani hazretleri yapmıştır.

Bütün İslam âlimleri, bu zatın imam-ı Rabbani hazretleri olduğunda ittifak etmişlerdir. Peygamberimizden tam bin sene sonra ilim ve irşad kürsüsüne mutlak olarak oturup, cihanı Resulullahın nurları ile aydınlattı. Bid’atleri temizleyip İslam dinini ihya etti. Onun zamanında Hindistan'da ve hatta bütün İslam âleminde baş gösteren sapık fikirler, bozuk inanışlar yayılmaya başlayıp, büyük fitneler çıkmıştı. Ayrıca tasavvufta vahdet-i vücudu anlatan sözler, müslümanlar arasında çeşit çeşit şekillere sokuldu. Bu yüksek ve kıymetli bilgi anlaşılamadı. Birçok cahil, büyüklerin sözlerinin manalarını anlamayarak zamanla dinden çıktı. İslamiyet’e karşı olanlar da bunu fırsat bilip, müslümanları doğru yoldan ayırmak için çalıştılar. Böylece tasavvuf bilgileri ile İslamiyet’in hükümleri arasında ayrılık ve çatışma varmış gibi, ikisi birbirinden ayrıymış gibi gösterilerek, müslümanlar çeşitli isimler altında birbirlerinden ayrılmaya ve birbirlerine düşman edilmeye çalışıldı. İmam-ı Rabbani hazretleri başta vahdet-i vücud bilgileri olmak üzere, yanlış anlaşılan daha birçok meseleyi gayet açık bir şekilde izah ederek, insanların zihinlerini ve kalblerini, yanlış ve bozuk inanışlardan, bid’atlerden temizledi. Hakkı bâtıldan ayırıp, Peygamberimizin hak ve doğru yol olduğunu haber verdiği Ehli sünnet itikadını her yere yaydı. Genç-ihtiyar herkes ve birçok âlim onun etrafında toplandı. Kendisine ilk defa (Müceddid-i elf-i sani) ismini veren, zamanının en büyük âlimlerinden Abdülhakim-i Siyalkuti'dir. O zamanın diğer büyük âlimleri de onu methedip övmüşlerdir.

Hace Muhammed Bakibillahın talebesinin en büyüklerinden ve en yüksek âlimlerden olan Seyyid Mir Muhammed Numan diyor ki: "İmam-ı Rabbani'ye tâbi olmayı hocam bana söyleyince, buna lüzum olmadığını anlatmak için; "Kalbimin aynası ancak sizin parlak kalbinizin nuruna karşı duruyor" dedim. Hocam sert bir sesle; "Sen, Ahmedi ne sanıyorsun? Onun, güneş olan nuru, bizler gibi binlerce yıldızı örtmektedir" buyurdu.

İmam-ı Rabbani hazretlerinin talebelerinin meşhurlarından olan Muhammed Haşim-i Keşmi şöyle anlatmıştır: "Bir gün Hazret-i İmamın huzurunda oturuyordum. Onlar marifetleri yazıyordu. Aniden bevl sıkıştırması sebebiyle kalkıp helaya gitti. Fakat hemen süratle dışarı çıktı. Böyle süratle helaya girip, hemen aceleyle dışarı çıkmalarına hayret ettim. "Bunun sebebi nedir?" dedim. Heladan çıkar çıkmaz su ibriğini istedi ve sol elinin baş parmağının tırnağını yıkadı ve ovaladı. Sonra tekrar helaya girdi. Bir müddet sonra çıkınca buyurdu ki: "Bevl sıkıştırdı, acele ile helaya girdim ve oturdum. Gözüm tırnağımın üzerine gitti. Üzerinde siyah bir nokta vardı. Kalem yazıyor mu diye kontrol etmek için bunu yapmıştım. Halbuki, o nokta Kur'an-ı kerimin harflerini yazarken kullanılırdı. Orada oturmayı doğru görmedim ve edep dışı buldum. Bevl sıkıştırmasından dolayı sıkıntı çektimse de, bu sıkıntı bir edebi terk etmenin vereceği sıkıntının yanında çok az geldi. Dışarı çıktım. O siyah noktayı yıkadım ve tekrar içeri girdim."

Bir gün, hâfızlardan biri, kendi minderlerinden aşağı bir minder koyup üzerine oturarak, Kur'an-ı kerim okumaya başladı. İmam-ı Rabbani hazretleri bu durumun farkına varıp, hemen üzerinde oturduğu yüksek minderi bir kenara çekip yere oturdu. Hiçbir zaman Kur'an-ı kerim okumakta olan hâfızdan yüksekte oturmazdı."

İmam-ı Rabbani hazretlerinin fıkıh meselelerinde ilmi çoktu ve her meseleye anında cevap verebilecek bir derecedeydi. Usul-i fıkıhta da tam bir maharet sahibiydi. Fakat ihtiyatının çokluğundan, çoğu zaman kıymetli fıkıh kitaplarına başvururdu. Seferde ve hazarda bazı kıymetli fıkıh kitaplarını yanında bulundururdu. Onların bütün gayreti, müftabih yani fıkıh âlimlerinin üzerinde ittifak ettikleri fetvalara, daima uymaktı. Bazı fıkıh âlimlerinin caiz dediği, bazılarının mekruh dediği bir işte, o kerahet tarafını tercih eder ve o işi yapmazdı. "Bir meselenin yapılmasında ve yapılmamasında, helal ve haram olmasında ihtilaf olursa, yapılmaması ve haram tarafını tercih etmeyi mümkün olduğu kadar elden kaçırmamalıdır" buyururdu.

Muhammed Haşim-i Keşmi şöyle anlatmıştır:
"Seyyidlerden bir genç, medresede talebe idi. Onunla arkadaşlık ederdik. Bir gün ağlayarak yanıma geldi ve başından geçen bir hadiseyi anlattı. İmam-ı Rabbani hazretlerinin büyük bir kerametini görmüştü. Dedi ki: "Hazret-i Ali'ye karşı savaşanları, hele Hazret-i Muaviye'yi sevmezdim. Bir gece senin üstadın İmam-ı Rabbani'nin Mektubat'ını okuyordum. Okuduğum yerde; "İmam-ı Enes bin Malik buyurdu ki: "Hazret-i Muaviye'yi, sevmemek onu kötülemek, Hazret-i Ebu Bekri ve Hazret-i Ömeri sevmemek bunları kötülemek gibidir. Ona sövene, bunlara sövene verilen cezayı vermek lazımdır" yazılı idi. Bunu okuyunca, canım sıkıldı ve yerinde olmayan bir yazıyı buraya yazmış dedim. Mektubat'ı yere attım. Yatağıma uzandım. Uyudum.

Rüyamda, senin o büyük üstadın öfkeli ve kızgın bir halde yanıma geldi. İki mübarek elleri ile kulaklarımı çekti ve; "Ey cahil çocuk! Sen bizim yazdığımızı beğenmiyorsun ve kitabımızı fırlatıp, yere atıyorsun. Benim yazımı okuyunca şaşaladın ve inanmadın. Ama gel, seni bir zata götüreyim de gör! Resulullah efendimizin eshabını sevmediğin için, aldandığını ondan işit" buyurdu. Beni çekerek, bir bahçeye götürdü ve kapısında bırakıp kendisi yalnızca ilerledi. Uzakta görünen büyük bir odaya doğru yürüdü. Orada nur yüzlü, büyük bir zat oturuyordu. Çekinerek ve saygı ile o zata selam verdi. Önünde diz çöküp oturdu. Ona bir şeyler söylüyor, beni gösteriyordu. Uzaktan bana bakışlarından benden bahsettiği anlaşılıyordu.

Biraz sonra senin o yüksek üstadın imam-ı Rabbani, kalktı. Beni çağırdı. "Bu oturan zat, Hazret-i Ali'dir. İyi dinle! Bak ne buyuruyor" dedi. Yanlarına gidip, selam verdim. "Sakın, sakın! Resulullah efendimizin eshabına karşı, kalbinde bir dargınlık bulundurma! O büyüklerden hiçbirini, asla kötüleme. Aramızda muharebe şeklinde görünen işlerimizin, hangi iyi niyetlerle yapıldığını, biz ve o kardeşlerimiz biliriz!" dedi. Senin yüksek hocanın adını söyleyerek; "Bu zatın yazılarına da sakın karşı gelme!" buyurdu. Bu nasihati dinledikten sonra, kalbimi yokladım. Bu husustaki tereddüdün ve soğukluğun, kalbimden çıkmadığını gördüm. Bu hâlimi hemen anladı. Öfkelendi. Senin yüksek hocana bakarak; "Bunun gönlü daha temizlenmedi. İyi bir tokat vur!" dedi. Şeyh hazretleri, kuvvetli bir tokat vurdu. Tokadı yiyince, kendi kendime; "Bunu sevdiğim için onlara düşmanlık etmiştim. Halbuki kendisi onlara düşmanlığımdan bu kadar çok incinmektedir. Bu halden vazgeçmeliyim!" dedim. Kalbimi yokladım. Düşmanlık, kırgınlık kalmamış, tertemiz buldum. O anda uyandım. Şimdi de kalbim o kinden temizlenmiştir. O rüyanın, o sözlerin tadı, beni başka hale soktu. Kalbimde Allah’tan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmadı. Senin yüksek hocan imam-ı Rabbani'ye ve onun yazdıklarındaki marifete inancım iyice arttı."

İmam-ı Rabbani hazretleri 1615 senesinde, elli üç yaşlarında iken, talebelerinden çok sevdiklerine; "Benim ömrüm ve hayatım hakkındaki kaza-yı mübremin altmış üç sene olduğunu ilham ile bana bildirdiler" buyurdu. Ve buna çok sevindi. Çünkü Peygamber efendimize tâbi olmasının çokluğu, yaş bakımından da uymakla belli oluyordu. Aynı zamanda bu hususta Hazret-i Ebu Bekir'e, Hazret-i Ömer'e ve Hazret-i Ali'ye de uymuş oluyordu.

1623 senesinde Ecmir'de iken; "Vefat etmemin yakın olduğuna dair işaretler, alametler görülmeye başladı" buyurdu. Serhend'de bulunan kıymetli oğullarına mektup yazıp; "Ömrümüzün sona ermesi yakındır" buyurdu. Babalarının hasreti ve ayrılığı ile yanan, evliyanın gözlerinin nuru kıymetli oğulları, bu mektubu alınca, babalarının bulunduğu yere hareket ettiler. Huzuruna kavuşunca, bir gün, bu yüksek oğullarını hususi odaya çağırdı. Buyurdu ki: "Kıymetli oğullarım, bu dünyaya hiçbir şekilde nazarım ve bağlılığım kalmadı. Öbür dünyaya gitmek icap ediyor, gitme ve yolculuk alametleri görünmeye başladı."

İmam-ı Rabbani hazretleri Ecmir seferinden Serhend'e dönünce, artık evinde inzivaya çekildi. Bir müddet, beş vakit namaz ve Cuma namazı hariç, evden dışarı çıkmadı. Nur ve esrar menbaı olan hususi odasına; Muhammed Haşim-i Keşmi'den, yüksek oğullarından, talebelerinden ve hizmetçilerinden iki üç kişi hariç, başkalarının girmesi çok nadir oluyordu. Halveti seçtiği günlerden bir gün, soğuk bir nefes çekip; "Şeyh-ül-islam'ın (Ebu Ali Dekkak'ın) meşrebi çok yükselince, meclisinde insan kalmadı" sözünü söyledi. Burada olduğu gibi, ömrünün sonuna doğru, imam-ı Rabbani hazretlerinin meşrebi de o kadar yüksek oldu ki, talebelerinin en yüksekleri bile onun yanında mektebe yeni başlayan küçük çocuklar gibi kalıyorlardı.

İmam-ı Rabbani hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır:
"İmam-ı Rabbani hazretlerinin ömrünün son günlerinde, hasta olduğu sırada huzuruna çıkıp, birkaç günlüğüne memleketime gidip gelmek için izin istedim. "Birkaç gün dur!" buyurdu. Sonra tekrar arzedip; "Hemen gidip, döneceğim" dedim. "Birkaç gün sabret!" buyurdu. Fakat; "Gidip en kısa zamanda huzurunuza döneceğim" deyince, izin verdi ve: "Sen nerede, biz nerede, ilkbahar nerede?" mısraını okudu. Bu sözünden birkaç gün sonra vefat etti.

Bu arada çok sadaka verdi ve büyük hayırlar yaptı. Esrar mahremlerinden, yakınlarından biri, bu sadaka ve hayratlarının çokluğunu görünce; "Bütün bu hayratlar, belaların giderilmesi için midir?" diye sordu. Buyurdu ki: "Hayır, belki de kavuşmak şevki ile bunları yapıyorum. Ve şu beyti okuyup gözlerinden sevinç gözyaşları döküldü:

"Vuslat günüdür sırdaşım âleme kucak açayım,
Bu devletin, bu nimetin sevinçlerini saçayım."

Muharrem ayının on ikinci günü buyurdu ki: "Bana bu dünyadan öbür dünyaya gitmeme kırk veya elli gün kaldığını bildirdiler. Mezarımı da gösterdiler." Bu sözleri dinleyenler üzüldüler ve şaşa kaldılar. Ciğerlerindeki yara yeniden tazelendi. O günlerde, oğlu Muhammed Said bir gün, imam-ı Rabbani hazretlerini ağlarken gördü. Sebebini sordu. Cevabında; "Allahü teâlâya kavuşmanın sevinci ile ağlıyorum" buyurdu. Yine oğlu; "Allahü teâlâ, bu işi, bu dünyada çok sevdiklerinin isteğine bırakır. Madem ki, siz bu kadar çok istiyorsunuz, elbette gidersiniz" diye arz etti. Bu sözü söyleyen oğullarında bir değişme gördü ve buyurdu ki: "Muhammed Said! Allahü teâlânın gayretine dokunuyorsun." Oğlu; "Kendi hâlime üzülüyorum" dedi ve gayet samimi bir beyanla, dert ve elem dolu kalbini dışarı vururcasına; "Ey gönlümün süruru babacığım! Bize yaptığınız bu şefkatsizlik ve acımasızlık nedendir?" diye arz etti. Bunun üzerine; "Allahü teâlâ sizden sevgilidir. Ayrıca bizim size şefkat ve yardımlarımız, vefat ettikten sonra, bu dünyadakinden daha çok olacaktır. Çünkü bu dünyada, insanlık icabı bazen ister istemez yardım ve teveccüh tam olmuyor. Halbuki öldükten sonra, beşeri sıfatlardan tamamen ayrılma vardır" buyurdu. Bunu söylediği günden itibaren, o günleri saymaya başladılar. Şöyle ki, Safer ayının yirmi ikinci gecesi kalbleri hasta eshabına; "Bugün söylediğim günlerin kırkıncı günü geçmiş oluyor. Bakalım bu yedi-sekiz günde ne zuhur eder" buyurdu. Yine oğullarına buyurdu ki: "Şu arada hasıl olan birkaç günlük sıhhatte, Allahü teâlâ, Habibine tâbi olan bir insanda bulunabilecek bütün kemalatı bana ihsan eyledi." Oğullarının bu sözlerden kalbleri parçalandı. Çünkü, bu sözlerde Hazret-i Ebu Bekri Sıddıkın; "Bu gün dininizi tamam eyledim" âyet-i kerimesi gelince kalblerine gelen, yani Peygamber efendimiz vefat edecektir, ilhamından bir işaret bulunduğunu anladılar.

Safer ayının yirmi üçü Perşembe günü, dervişlere, kendi mübarek elleriyle elbiselerini taksim etti. Kendi üzerinde pamuklu, sıcak tutan bir elbise bulunmadığı için, havanın soğukluğu tesir edip, tekrar sıtma hastalığına tutuldu ve tekrar yatağa düştü. Peygamber efendimiz hastalıktan kurtulup, az bir zaman sonra tekrar hasta olmuşlar ve vefat eylemişlerdi. İmam-ı Rabbani hazretleri, bu hususta da ittiba'ı (uymayı) kaçırmadı. Bu hastalıktan evvel hizmetçilerinden birine; "Mangal için şu kadar liralık kömür al!" buyurdu. Biraz sonra tekrar yanına çağırarak; "Söylediğimin yarısı tutarında kömür al, çünkü bir ses kalbime, o kömürleri yakacak kadar zaman kalmadı diyor" buyurdu. Kömürün bir kısmını kendisi için ayırtıp, diğerini çocuklarına gönderdi. Kendisine ayrılmış olan miktar, vefat ettiği gün tamamen bitmişti. Bu hastalık zamanında, yüksek ilimleri, çok fazla olarak kendi yüksek oğullarına anlattı. Bir gün ince hakikatleri beyanda o kadar uğraşıyor ve bunun için o kadar konuşuyordu ki, kıymetli oğulları Hace Muhammed Said; "Hazretinizin hastalığı bu kadar konuşmanıza elverişli değildir, bu marifetlerin beyanını bir başka zamana bıraksanız nasıl olur babacığım?" diye arz etti. Bunun üzerine: "Ey oğlum! Daha zaman ve fırsat var mı? Biliyorum ki, bir başka vakit, bu kadarını söylemeye de kuvvet ve kudret bulamıyacağım" buyurdular.

Bu günlerde hastalığı şiddetli olmasına rağmen cemaatle namaz kılmayı terk etmedi. Ancak son dört-beş gün, yalnız başına namaz kıldı. Duaları, tesbihleri, salevatları, zikri ve murakabeyi, hiçbir eksiklik olmadan yapıyordu. Dinimizin ve hocalarının yollarının inceliklerinden hiçbirini terk etmiyordu. Bir gece, gecenin üçüncü yarısında kalkıp abdest aldı. Teheccüd namazını ayakta kıldı ve; "Bu bizim son teheccüdümüzdür" buyurdu.

Vefatından biraz önce, kendinden geçme hali görüldü. Büyük oğlu, bu kendinden geçme halinin çokluğu, hastalığın şiddetinden mi, yoksa istiğrak (nurlara gömülme) sebebi ile midir, diye arz etti. Cevabında; "İstiğrak sebebi iledir. Çünkü, bazı çok yüksek haller görünüyor. Bunun için onlara teveccüh ediyorum, tâ ki hepsini oldukları gibi görebileyim ve bunlarla her şeyim tamam ve kâmil olsun" buyurdu. Bu derin sırlardan kısaca yüksek oğullarının kulaklarına fısıldadı. Bu kendinden geçme halinden kurtulunca, ciğeri yaralı, kalbi yanık talebelerine elveda sözünü hatırlatan, vasiyetlerini söylemeye başladı. Bu vasiyetlerin çoğu; mutabeata, Peygamberimize tâbi olmaya teşvik, sünnete yapışma, bid’atten kaçınma, zikir ve murakabeye devam etme hakkında idi.

Buyurdu ki: "Sünnete çok sıkı sarılmak lazımdır." Bu sözleriyle de Peygamber efendimize uymak istemişlerdi. Çünkü, Peygamber efendimiz vefat edecekleri zaman böyle nasihat eylemişlerdi. Abbad bin Sariye'den, Tirmizi ve Ebu Davud şöyle rivayet eder: "Resulullah efendimiz bize vaaz ediyordu. Bu vaazdan kalbler ürperiyor. Gözler yaşarıyordu. Dedik ki: "Ya Resulallah! Bu sözleriniz veda vaazına benziyor, bize vasiyet ediniz." Resulullah aleyhisselam buyurdular ki: "Size vasiyetim olsun: Allah’tan korkunuz, bir köle bile emr-i ilahiyi bildirse dinleyiniz ve yapınız. Yaşayanlarınız çok şeyler görecek. O zaman benim ve Hulefa-i raşidinin sünnetine gayet sıkı sarılınız, onu elden kaçırmayınız. Dinde bid’atten çok sakınınız. Çünkü bütün bid’atler dalalettir, sapıklıktır."

İmam-ı Rabbani hazretleri vasiyetine devamla şöyle buyurdu: "Dinimizin sahibi Resulullah efendimiz, nasihatlerin en incelerini bile; "Din nasihattır" hadis-i şerifi gereğince ihmal etmediler. Dinimizin kıymetli kitaplarından, tam tâbi olmak yolunu öğreniniz ve bununla amel ediniz.

Vefat ettiği Safer ayının yirmi dokuzuncu Salı günü, gece kendine hizmet eden hizmetçilerine; "Çok zahmet çektiniz, bu sizin son zahmetinizdir" buyurdu.

Sedirin üzerine yatınca, sünnet üzere sağ elini sağ yanağının altına koyup, zikirle meşgul oldu. Büyük oğlu Muhammed Said, babasının sık sık nefes aldığını görünce; "Hâl-i şerifiniz nasıldır babacığım?" diye arzetti. "İyiyim ve kıldığım o iki rekat namaz kâfidir" buyurdu. Bundan sonra bir daha konuşmadı. Yalnız Allahü teâlânın ismini söyledi ve biraz sonra da vefat etti. Peygamberlerin büyüklerinin çoğunun son sözleri namaz olmuştur. Bu hususta da Peygamberlerin Serverine tâbi oldu. Vefatı 1624 senesi, Safer ayının yirmi sekizi, güneş hesabı ile yirmi dokuzu, Salı günü kuşluk vakti vaki oldu.

O ay yirmi dokuz gün idi. Peygamber efendimizin vefat ayı olan Rebiül-evvel ayının ilk gecesi, Peygamber efendimizin huzuruna kavuştu. Hastalık ve humma çektiği günler, yaşının sene adedi kadar olup, altmış üç gün idi. Hadis-i şerifte; "Bir günlük humma, bir senenin kefaretidir" buyuruldu. Çektikleri hastalık, bu hadis-i şerifin manasına uygun oldu.

İmam-ı Rabbani hazretlerinin nurlu bedeni yıkama tahtasının üzerine konulup, elbiseleri soyulunca, orada bulunanlar hazret-i İmamın namazda olduğu gibi ellerini bağladığını gördüler. Sağ elinin baş parmağı ve küçük parmağını, sol elin bileğinde halka yaptı. Halbuki, oğulları vefatından sonra, kollarını düzeltip uzatmışlardı. Yıkama tahtasına yatırırken, tebessüm etti ve bir müddet bu şekilde kaldı.

Yıkayıcı, mübarek ellerini açıp düzeltti. Sol tarafa yatırdı, sağ tarafını yıkadı. Sağ tarafa yatırıp sol tarafını yıkayacağı zaman, orada bulunanlar, velilik kuvvetinin bir alameti olarak, zayıf bir hareketle ellerinin hareket ettiğini, bir araya geldiğini ve eskisi gibi tekrar sağ elinin baş ve küçük parmaklarının, sol elinin bileğinde halka yaptığını gördüler. Halbuki sağ tarafa yatınca, sağ elin sol el üzerine gelmemesi icap ederdi. Bununla beraber öyle bir kuvvetle sol elini tutmuştu ki, ayırmak ve çözmek mümkün değildi. Kefene sardıkları zaman, yine ellerinin bağlandığı görüldü. Bu hal iki-üç defa vaki oldu. Nihayet oradakiler, bunda derin bir mana ve gizli bir sır olduğunu anlayıp, bir daha ellerini açmaya uğraşmadılar ve oğulları Hace Muhammed Said; "Madem ki, muhterem babam böyle istiyor, böyle bırakalım" buyurdu. Peygamber efendimiz hadis-i şerifte; "Yaşadıkları gibi ölürler" buyurdu. Bu, Allahü teâlânın büyük bir ihsanıdır. Dilediğine ihsan eyler. Onun ihsanı boldur.

İmam-ı Rabbani hazretlerinin cenaze namazını, oğlu Hace Muhammed Said kıldırdı. Vefatında 63 yaşında idi. Serhend'de evinin yanında defnedildi. Daha sonra Afganistan padişahı Şah-i Zaman, kabri üzerine büyük ve çok sanatlı bir türbe yaptırdı.

Büyük oğlu Muhammed Said buyurdu ki:
"Yüksek babamı, vefatından sonra rüyada gördüm. Allahü teâlânın kendisine verdiği büyük nimetlerden tam neşe ve sevinçle anlatıyordu ve bununla iftihar ediyordu. Kendisine; "Canım babacığım, şükür makamından hiç kimseye bir nasip verdiler mi?" diye arzettim. "Evet, beni de şükredenlerden eylediler" buyurdu. Arzettim ki, Kur'an-ı kerimde mealen; "Şükreden kullar azdır" buyuruluyor. (Sebe' suresi: 13) Bu âyet-i kerimeden anlaşılan, bu cemaatin, Peygamberler olduğudur. Yahut da Peygamberlerin en büyük eshablarıdır. Hazret-i Ebu Bekri Sıddık gibi deyince; "Evet, öyledir. Fakat beni hususi bir ihsan ve inayetle, o cemaate dahil eylediler" buyurdu.

Eserleri:
1) Mektubat: İslam âleminde imam-ı Rabbani'nin Mektubat'ı kadar kıymetli bir kitap daha yazılmamıştır. Mektubat, üç cild olup, beş yüz yirmi altı mektubunun toplanmasından meydana gelmiştir. Kelâm ve fıkıh bilgilerini, tasavvufun marifetlerini açıklayan uçsuz bir derya gibi eşsiz bir eserdir.

Mektubat'ın birinci cildi 1616 senesinde talebelerinin meşhurlarından Yar Muhammed Cedid-i Bedahşi Talkani tarafından toplanmıştır. Birinci cildde 313 mektup vardır. Bu cildin son mektubu, Muhammed Haşim-i Keşmi'ye yazılmıştır. İmam-ı Rabbani hazretleri birinci cildin son mektubunu yazınca; "Muhammed Haşim'e gönderilen bu mektupla resullerin, din sahibi peygamberlerin ve Eshab-ı Bedr'in sayısına uygun olduğundan, üç yüz on üç mektupla birinci cildi burada bitirelim" buyurmuştur.

İkinci cildi ise 1619 senesinde yine talebelerinden, Abdülhay Pütni tarafından toplanmıştır. Bu cildde Esma-i hüsna yani Allahü teâlânın hadis-i şerifte geçen doksan dokuz ismi sayısınca doksan dokuz (99) mektup vardır.

Üçüncü cild de imam-ı Rabbani hazretlerinin vefatından sonra 1630 senesinde talebelerinden Muhammed Haşim-i Keşmi tarafından toplanmış olup, bu cildde de Kur'an-ı kerimdeki surelerin sayısınca yüz on dört (114) mektup vardır. Her üç cildde toplam beş yüz yirmi altı (526) mektup vardı. İmam-ı Rabbani hazretlerinin vefatından sonra on mektubu daha üçüncü cilde ilave edilmiştir. Böylece toplam mektup adedi (536) olmuştur.

Mektubat'daki mektupların birkaçı Arabi, geri kalanların hepsi Farisidir. Çeşitli zamanlarda basılmıştır. [Mektubatın birinci cildi Müjdeci Mektuplar adı altında Hakikat Kitabevi tarafından yayınlanmıştır. İkinci ve Üçüncü cildlerdeki mektuplardan da bir kısmı Hakikat Kitabevi yayınlarından olan Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye kitabında yayınlanmıştır. Bu kıymetli eserler, www.hakikatkitabevi.com adresinden okunabilir ve temin edilebilir.]

2) Redd-i Revafıd: Farisi olup, Rafızileri reddeden bu kitabın Türkçesi, (Hak Sözün Vesikaları) kitabında, bir bölüm olarak, Hakikat Kitabevi tarafından yayınlanmıştır. Arapça'ya da tercüme edilmiştir.

3) İsbatün-Nübüvve: "Peygamberlik nedir?" adı ile Türkçeye tercüme edilmiştir. Hak sözün Vesikaları kitabı içinde bir bölüm olarak yayınlanmıştır. Ayrıca Arapçası, İngilizceye ve Fransızcaya da tercüme edilmiştir.
4) Mebde' ve Me'ad
5) Adab-ül-Müridin
6) Ta'likat-ül-Avarif
7) Risale-i Tehliliyye
8) Şerh-i Ruba'ıyyat-ı Abd-il-Baki
9) Mearif-i Ledünniye
10) Mükaşefat-ı Gaybiyye
11) Cezbe ve Süluk Risalesi

Kaynak: dinimizislam.com

Hasan Karakaya Kimdir?

Hasan Karakaya Kimdir?
Hasan Karakaya vefat etti!

Cumhur Başkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan ile birlikte Suudi Arabistan ziyareti gerçekleştirdi. Bu yolculuğa eşlik eden "Hasan Karakaya" Medine'de ikamet ettiği bir otelde kalp krizi geçirmesi nedeniyle hayata gözlerini yumdu.

Kalp krizi geçirdiği anda ilk yardımı Cumhurbaşkanlığı sağlık ekipleri tarafından yapıldı. İlk müdehalenin hemen ardından hastaneye kaldırılan Hasan Karakaya yapılan tüm tedavilere rağmen hayata tutunamadı. 

Recep Tayyip Erdoğan bu durum ile çok yakından ilgilendi ve doktorlardan yakinen bilgi aldı.  Vefat üzerine Sayın Cumhurbaşkanımız Suudi Arabistan ziyaretini erken bitirmek zorunda kaldı. Ve bugün öğle saatlerine yakın Ülkemizde dönecektir. 

Hasan Karakaya'nın vefat haberini Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, eşini arayarak bizzat kendi haber verdi. Vefat haberi derin bir üzüntüye neden oldu. 

Hasan Karakaya Kimdir?

Hasan Karakaya Manisa ilinde 1954 senesinde dünyaya gelmiştir. Yeni akit genel yayın yönetmenliği yapmaktaydı. Her ne kadar ilk okulu bitirmesinin akabinde imam hatip okumak istedi ise de okuyamadı bunun ardından ise gazetecilik halkla ilişkiler yüksek bölümünü okuyarak mezun oldu. Hasan Karakaya çok iyi bir yazar olarak bilinmektedir. Özellikle muhafazakar kesime hitap eden. 

Daha  22 yaşlarında iken yazı işleri müdürlüğüne terfi etti. Burada 2 sene görev yaptı ve daha sonra Milli gazete de görev alarak 8 sene boyunca görevine devam etti. Hemen ardından Türkiye gazetesinde çalışmaya başladı. Ortalama 9 yıl burada çalışmaya devam etti.  1995 yılında ise Vakit gazetesine geçerek çalışmalarına burada devam ettirdi. 

2013 tarihinde  3 Nisanda AKP yönetimi tarafından akil insan heyeti olarak seçilmiştir. ve 63 kişilik ekibi kapsayan akil insanlardan olan Hasan Karakaya eğe bölgesinden giriş yapmıştır. 

Ailesine Allah (c.c.)'tan sabırlar diler ve kendisine Allah'tan rahmet dileriz. 

Talha ibni Ubeydullah (r.a.)

Talha ibni Ubeydullah (r.a.) Şura meclislerinin mümtaz ve değişmeyen üyelerinden biridir. Hz. Ebubekir (r.a.)'ın halifeliği döneminde, vefatona kadar müşavere ettiği kişiler arasında yer aldı.

Hz. Ebu Bekir (Radıyallahu Anh) hastalandığında, kendisinden sonra yerine halife olarak kimin geçeceği hususunda, sahabenin ileri gelenleriyle iştişare ederek onların fikirlerini almaya başladı. Bu konuya Talha ibni Ubeydullah ile konuştuğunda o, bu makama en çok layık olan zatın Hz. Ömer (r.a.) olduğunu ifade ederek Hz. Ebu Bekir (r.a.)'e;

- Cenâb-ı Hak sana "Müslümanların işini kime emanet ettin?" diye sorduğu zaman vicdanen müsterih olarak, "Hz. Ömer (r.a.)'e bıraktım" dresin, diye tavsiyede bulundu.

Hz. Ömer (r.a.) halife seçildikten spnra da "Şûra Heyeti"ndeki vazifesine devam etti. Meşverete getirilen meseleler hakkında isabetli fikirler serdederek görüşlerini beyan etti. 


Halifelikten Feragat Etmesi



Hz. Ömer (Radıyallahu Anh)'in vefat etmeden önce halife seçilmek üzere namzet olarak tespit ettiği altı kişiden birisi de, Talha ibni Ubeydullah (r.a.)'dır. Ama talha ibni Ubeydullah, adaylıktan feragat ederek Hz. Osman (r.a.) lehine halifelikten çekildi ve Onun halife seçilmesini destekledi.

Hz. Osman (Radıyallahu Anh) halife seçilince de ona biat etti. 

Talha ibni Ubeydullah'ın halifelik seçiminde adaylıktan feragat ederek çekilmesi, belki ilk anda basit bir olay gibi gelebilir. Fakat iyi düşünüldüğünde, hele hele günümüzün kısır siyasi çekişmelerini de dikkate aldığımızda, bunu yapmanın ne büyük bir erdem olduğunu daha iyi anlamak mümkün olur.

Talha ibni Ubeydullah, önüne kadar gelen devlet reisliğini, makam ve mevki sahibi olma fırsatını gönül rahatlığı içinde tek kalemde elinin tersiyle istmiş, tefrikaya düşülmemesi, ümmetin birlik ve beraberliğinin tesisi için tercihini nefsinden yana değil, İslam toplumunun düzeninden yana koymuştur. 

Mehmet Feyzi Efendi (k.s) Kimdir?


Mehmet Feyzi Efendi (k.s) Kimdir?

Mehmet Feyzi Efendi (Kuddise Sirruhû) Hayatı:

Hayatı boyunca insanlara ilim irfan, hikmet ve güzel ahlakın yüceliğini en güzel bir tarzda yaşayarak anlatan merhum "Mehmet Feyzi Efendi (Kuddise Sirruhû)" 28 Mart 1912'de Kastamonu'da doğdu. Babası İzzet Efendi, annesi Hafize Aişe hanımdır.

1935 - 1937 yılları arasında İstanbul Yıldız'da muvazzaf askerliği, daha sonra da Beykoz da 7 ay ihtiyat askerliğini yaptı. 

1957 yılında muallim İbrahim Efendi'nin kızı Melek hanımla evlendi. Nuriye, Aişe, Münibe, Mevlive ve Mehmet Münip diye isimlendirdiği dört kızı bir oğlu oldu. 1966, 1970 ve 1976 yıllarında üç defa hacca gitti.

Soyu neseben Peygamber Efendimiz (Sallâlâhu Aleyhi ve Sellem)'e ulaşan nurani Seyyidler silsilesindendir ki sohbetlerinde Seyyid olmayanın seyyid im demesi nasıl çirkin bir yalansa,  seyyid olanında değilim demesi ceddini inkar olacağını şecere şart değil, aile içi bilgilendirme (tevatür nakil) ile bilinmesi o kimsenin seyyidliğine kafidir buyurarak bu kutsi emaneti çocuklarınıza biz hem anne, hem de baba tarafından seyyidiz.  Müjdesiyle vermiştir.


Mehmet Feyzi Efendi (k.s) Tahsil Hayatı:


Bilinen ilk muallimesi Çerkez Hoca Hanımdır. O günkü eğitim koşullarına göre 7 yaşında başladığı Yarabcı Mektebinde ilk tahsilini tamamlandı. 

Sinanbey Cami'inde imamlık, Nasrullah Camiinde Hatiplik yapan daha sonra İstanbul Fatih Camii başimamı ve diyanet işleri başkanlığına ait Mushafları inceleme kurulu başkanlığı görevinde bulunan Kurra Hafız Ömer Aköz hoca efendiden hafızlığını tamamladı ve Kuran talimi aldı. 

Yine aynı hoca efendiden  "Mukaddeme-i Cezeriyye", "Tecvid-i Edaiye" ve "İlm-i İrtifa" okudu. Hafız Abdurrahman efendiden Arapça, Fıkıhtan Halebi Hafız Tevfik Efendiden Kırâat-ı Sab-a Reisü'l- Kurrâ Hoca kamil efendiden "Mülteka", "Şir'atü'l İslam" ve "Fıkh-ı Ekber" tahsil etti.

İstanbul'da iken Nevşehirli Hacı Hayrullah Efendiden "Tefsir-i Alusi" Hoca Hüsrev efendiden Buhari-i Şerif okudu. Abdulhakim Arvasi Hazertlerinin "Tefsir-i Kebir"den verdiği derslere katıldı. 

Asker dönüşü daha önce Kastamonu'ya gelmiş olan Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinden Kelam, İslam Felsefesi ve mantık dersleri aldı. Hizmetteki yakınlığından dolayı Sır Kitabı ünvanıyla taltif edildi.

Bu üncan altına mazhar olduğu "İlm-i ledün" den hikmetleri ise sohbetleriyle insanlara sunduç

Aynı zamanda zahir anlamda kendisine müracaat edenlere Arapça tefsir ve Hadis dersleri vermenin yanında önceleri hafızlara sonra İmam Hatip lisesi talebelerine Kur'an-ı kerim talimi okuttu.


Hayata Bakışı:


Merhum Mehmet Feyzi Efendi (Kuddise Sirruhû) yıllarca ilim, iman, hikmet ve feyz dolu sohbetlerinde Kuran-ı Kerim ve  Hadis-i Şerif okumai bunların hakikatlerini keşfetme, manası ile ahlâklanıp yaşamının önemini yaşayarak anlatmıştır. 

Kur'an'ın tealluk, tehalluk, tahakkuk mertebelerinin olduğunu belirterek ittibadaki istikameti göstermiştir. Çağımız ilim asrı olduğunda, ne akıl namına kerameti reddetmiş, ne de keramet namına aklı iptal etmiştir. Bu nedenle kerrer sohbetlerinde farzdan evvel farz ilimdir. İhlas sevgi huşu ve samimiyetten uzak ilminde ölü ceset gibi olacağından hareketle farz içinde farda ihlastır. Buyurarak ilim ile ihlasın varoluştaki manevi hastalığı giderecek nitelikte olmasıdır.

Sosyal olaylarla ilgili olarak bir yandan vatanseverlik, milliyetçilik ve dindarlık birdir, bunları ayırmaya çalışıyorlar. Vatan olmazsa millet olmaz, millet olmazsa kim İslamiyeti yaşayacak? Diğer bir yönüyle de büyükleriz soltan zalim bile olsa beddua edilmez.

O zaman terör ve anarşi olur, hukuk olmaz. Buyurarak vatan millet din, devlet, hukuk kavramlarının ayrılmaz bir bütün olduğunu izah ederek tefrika çıkarmak isteyenlere meydan vermemiştir. 

İslamiyet ruh Türklük cesettir. Sözleriyle de bin asırlık tarihimizi özetlemiştir. Din ve millet ilişkisinin kuramını belirleyip müspet milliyetçiğin en güzel tanımını yapmıştır.

Yine yeis (ümitsizlik), fert ve toplumlar için kötü sonuç vereceğinden, bir "Fecr-i Sâdık"ın doğacağını müjdelerken öbür ynden "Alim vaktini bilmek mecburiyetindedir.

Fecr-i Kâzipte (yalancı fecir) sabah namazı kılınmaz buyurarak din garip başladı ileride yine garip olacak....." hadisindeki GARİP kelimesini vatanından ayrı kalana denir diye fıkıhçılar gibi tarif etmemizi öünkü bu hadisin varud (söyleniş) sebebinin fıkhi bir hüküm çıkarma olmayıp, bir hakikatin bir doğuşun anlatıldığını İslam başlangıcında  nasıl çok kısa zamanda hakikati ile bir güneş gibi diğer dinler arasında parladı ise sonunda da böyle olacağının müjdesi var. 

Ehl-i Hakikat, GARİBİ güneşle tarif ediyor. Yani benzersiz, adim-i binazir, biz de böyle düşünelim. Buyurmuştur.

Bu hadis yorumunu Fetih Suresindeki; 

"Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini (s.a.v.) hidayet ve hak din ile gönderen O'dur..."


Mehmet Feyzi Efendi (k.s)  Vefatı


Mehmet Feyzi Efendi (Kuddise Sirruhû) hayatının her safhasında hatta her anında, sakalından-tırnağına, yemesinden içmesine, sevincinden, kızmasına, sözlerinden sözlerini yaşamasına kadar Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'in sünnetine ittibada (uymada) öylesine dikkat etti ki, bunun mükafatı olarak, bin bir sır ve hikmetleri içeren Cenab-ı Hakk'ın Habibi'ni (a.s.v.) dünyada iken ilahi huzuru davet mucizesi Miraç gecesine  rastlayan 4 Mart 1989'da vefat ederek ilahi huzura kavuşması, Kuranı kerimin mucize bir tarzda verdiği ahir zamanda süneti ve sünnete ittibayı hafife alcak bir takım insanlara karşı;

"(Resûlüm) de ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana ittiba edin ki, Allah ta sizi sevsin...." (Ali İmran 3/31)

Ayetinin sırrına nail olurken öbür yandan mezarının  bile annesinin ayak ucunda oluşuyla cennet cennet, anaların ayaklarının altındadır.  Hadis-i şerifinde  ittibanın güzel bir örneği olmuştur. 

Yazar: Ahmet Mahmut Ünlü 



Kaynakça: Lalegül - Aylık İlim- Kültür ve Fikir Dergisi: yıl,3 sayı:34 Aralık 2015, Sayfa: 22-2324