-->

Sponsor Alanı

Slider

İlgi Çeken Videolar

Sağlık

Teknoloji

Sinema

Televizyon

Ne Nedir?

En5 Konular

ads

Cemre Düşmesi Nedir?

Cemre Düşmesi Nedir?

Cemre Düşmesi Ne Anlama Gelir?

Cemre kelimesinin kökeni Arapça'dır. Cemrenin anlamı ise sıcaklık, kor, ateş gibi anlamları ifade eder.  Cemre düşmesi veya cemre düştü gibi sözleri duymuşsunuzdur. 

Cemre Kelimesinin kısaca hikayesi:

Araplar havalar çok ısındığı vakitlerde yüksek yerlere çıkarak oralarda yaşarlarmış. Havaların soğuduğu zaman işe alçak yerlere inerek hayatlarını devam ettirirlerdi. Düzlük yerlerdeki yaşamlarında ise büyük bir çadır kurularak hep birlikte burada günlerini geçirirlerdi.  Çadırın etrafına halka şeklinde küçük baş hayvanları koyarlar ve bunların dışına da develeri yerleştirirlerdi.  Bununla birlikte 3 ateş yakılır, ilk ateş kendileri 2 ve 3. ateşler ise hayvanlar için yakılırdı.  Havalar ısınmaya başladığı zaman ise  3 ateş dıştan içe doğru sırasıyla söndürülmüştür.  Ve böylece havaların ısınması anlamı halk dilinde böyle ifade edilir.


Cemre Ne Zaman Düşer?


İlkbahar zamanı  7 gün aralıklarla ilk olarak havaya sonra suya ve son olarak da toprağa düştüğüne inanılır. Bu düşmeler neticesinde ise sırasıyla hava,su ve toprak ısınır. 

"19-20 Şubat tarihlerinde havaya 26-27 şubat tarihinde suya 5-6 mart tarihinde cemrenin toprağa düştüğü inanışı vardır."

Cemre düşmesi halk arasında yukarıda anlatılanlar gibidir. Fakat bilimsel olarak çelişki vardır. Çünkü güneş ışınları ilk olarak toprağı ısıtır. Ve buna bağlı olarak yerden havaya çıkan sıcaklık ise havayı ısıtır. 

Bizim kültürümüzde de önemli yeri olan cemre düşmesi Osmanlı döneminde şairler tarafından "cemreviye" ismi verilen divan şairlerince değerli kişilere şiirler yazılırdı.

Bilimsel olarak cemre düşmesi

Bilimsel olarak cemre olayı zıt düşmektedir. İlk olarak toprak, hava ve su ısınmaktadır. Cemrenin düşmesi olayı tecrübeye dayalı olarak halk arasında inanılır şekildedir ancak cemrenin düştüğü bazı zamanlarda havaların soğuk olduğu da görülmektedir. 

Küresel ısınmanın yoğun olduğu bu zamanlarda cemre artık önemini yitirmek üzeredir. Mevsimler eskisi gibi olmadığından bir bakıma gerçekliğini yitirmiş fakat uzun yıllardan beri halk arasında adı geçen isimlerden biridir. 

Bir önceki yazımız >> Bermuda Şeytan Üçgeni Nedir? bermuda şeytan üçgenini anlatan konumuzdur.

Bermuda Şeytan Üçgeni Nedir?

Bermuda Şeytan Üçgeninin Sırları Hakkında Geniş Bilgi

Harita ile bakıldığında üçgen şeklinde olan bu yerde çok kayıplar yaşandı. Ve şu zamana kadar halen açıklığa kavuşturulmamıştır.  Bermuda Şeytan üçgeninde birçok uçak, gemi ve insanlar kaybolmuştur.  Bundan dolayı bu yer lanetli olarak benimsenmiş ve şeytan üçgeni olarak adını almıştır. 

Bermuda Şeytan Üçgeni Nedir?

Bermuda Şeytan Üçgeni Nerededir?

Atlantik okyanusunda bulunan bermuda üçgeni ortalama 500.000 mil karelik bir alanını kaplamaktadır. Amerika Birleşik Devletlerinin Atlantik okyanusuna giden güneydoğu sahillerinin yakınında yer alır. Harita üzerinden veya uzaydan bakıldığında  ise Miami, Bermuda ve Puerto Rico sınırları bölgesinde bulunan bu  üçgen şeklini andıran bir bölgedir. Okyanusun bu kesiminde onlarca hatta daha fazla  uçak, gemi ve buna benzer enkazlara denk gelinmiştir. 100 yıl içerisinde  batan gemi, infilak eden  uçak ve sırlarla dolu kaybolan insanların sayısı tam olarak bilinmemekle beraber 1000'leri bulduğu açıklanmıştır.

Bermuda üçgeninin derinliklerinde çok büyük derecede mıknatıs madenlerinin olduğu ve bu yüzden manyetik alan bölgesi olduğundan uçakların veya gemilerin bu manyetik alan yüzünden mekanizmalarının bozulduğu yada içine çekildiği düşünülmektedir.  Fakat tüm bu  teorilere göre bu tamamen bu manyetik alan ile ilgili olmadığını da vurgulamak lazım. Ve araştırmaların sonucunda o kadar  güçlü seviyede koskoca gemiyi veya uçağı düşürecek güce sahip olmadığı da tartışılır konular arasındadır.

Araştırmacıların robotlarla derinlere inerek elde ettiği görüntülerde su dibinin beyaz bir örtüyle kaplı olduğunu gördüler. Bunun neticesinde batan gemi ve uçakların bir kısmı o bölgede bulundu.

Şeytan Üçgeninde Gemiler Neden Kayboluyor?


Günümüzdeki en mantıklı bir ihtimal olarak söylenen teoei , bu tabaka denizin dibinde bulunan büyük doğalgaz kaynağından çıkan gazların suyun altında yüksek basınç ve düşük sıcaklığın sayesinde katı bir hale gelerek beyaz hidrat parçacıkları biçimini alması ile açıklanmıştır. Bermuda üçgeninden aynı zamanda Gulf Stream ismi ile anılan sıcak su akıntıları geçmektedir Suyun dibindeki hidrat parçacıkları sıcak su karışımı ile  birleştiğinde eriyip su yüzeyine doğru hızlı şekilde çıkarlar. Bundan dolayı  binlerce metreküp doğalgaz suya karışmış olur ve suyun yoğunluk derecesi azalır. O anda bu bölgeden  geçen herhangi bir gemi buşunuyorsa, yoğunluk olduğu için  suyun kaldırma kuvveti de azalmış ve tonlarca ağırlıkta olan gemi batma tehlikesiyle karşı karşıya kalır ve nihayetinde batar.  Sıcak su sızmasıyla  beraber hidritlerin erimesi sona erdiğinde su yüzeyinde meydana gelen  beyaz tabaka tamamen gider ve gemi oradan geçmiyormuş gibi suyun dibine doğru çekilir.

bermuda

Şeytan Üçgeninde Kaybolan Uçakların Sırrı!

Yukarıda belirtiğimiz gibi  bu gazlar su üzerinden havaya dağılırlar ve  atmosferdeki havadan bile daha az yoğunluğa sahiptirler ve aynı durumdan dolayı (yoğunluk) uçaklar hava tarafından yeterli sürtünmeyi alamayıp irtifa kaybederler ve doğalgaz moleküllerinin havadaki oksijeni tutmasının neticesinde  uçağın motorları çalışamaz hale gelerek o bölgede uçan uçakta bu yüzden düşer.

Sonuç olarak bermuda şeytan üçgeninin sırrı çözülmüş durumdadır. Ancak tam olarak çözüldüğü söylenemez ve sırlarla dolu bu üçgenin tüm sırlarının çözülmesi zaman alacaktır. 

Daha fazla bilgi edinmek için aşağıdaki belgeseli izlemeniz tavsiye edilir.

video kaldırılmıştır.

Bir önceki yazımız >>  Piramitleri Kimler Yapmış Olabilir? piramitler hakkında ilginç bilgilerin olduğu konumuz

Şeyh Bender El Hayberi'den Garip Tespitler

Suudi İmam Şeyh Bender El Hayberi'den İlginç Açıklamalar

Şeyh Bender El Hayberi' Suudi imamdır. Geçen günlerde gündeme gelen dünyanın dönmediğiyle ilgili açıklamaları insanları hem güldürdü hemde şaşkına çevirdi. Bilim dünyasını bile şaşkına uğratan açıklamalar ile en çok konuşulan biri oldu. İşte o açıklamalardan bazıları.

Solucan Deliği Ne Demek?

Solucan Deliği Ne Demek?
Çok uzun süren yolculuklar için uzay-zaman içindeki kestirme ve kısa yol anlamına gelen kavramdır.  Bu teoriyi ilk ortaya atanlar ise "Albert Einstein ve Nathan Rosen" bu yüzden buna Rosen-Einstein köprüsü de denilmektedir.

Beyaz delikler ile  kara delikler arasındaki yola solucan deliği denilmektedir.  Bu teori sonucunda kesin olmamakla birlikte olabilecekleri düşünülmektedir. Şu zamanda varlıklarına henüz denk gelinmemiş ancak gelecek zamanda  var olabilme ihtimalini de unutmamak gerekir.

Kısa bir örnekle anlatmak gerekirse:  "Bir solucanın karpuzun etrafında gezintiye çıkmış ise, tüm karpuzun etrafını  dolaşmak yerine ortadan bir yol bulup içinden geçmesidir" Yani bu şekilde kestirme yol bulmuş ve etrafını gezmeden  daha kısa sürede hedefine ulaşmıştır.

Çöl Ortasında Göl Bulundu

Çölde göl keşfedildi.


Evet yanlış duymadınız Tunus'ta çölün merkezinde bir göl keşfedildi. Genel olarak çöl bölgelerinde  göl bulunması oldukça zordur.  Göl keşfedildikten sonra Tunus halkı o bölgeye akın etti ve merak içinde nasıl oluştuğunu araştırmaya koyuldular. Ancak henüz gölün nasıl ve hangi şartlar içinde meydana geldiği bilinmemektedir.


Çöl Ortasında Göl Bulundu


Gölün radyoaktif ve kimyasal madde içeriyor olabileceğinin uyarısnı yapan bilim adamları , suya girilmemesi gerektiğini açıkladı.

TEKNOLOJİ

TEKNOLOJİ
Teknoloji, bilimin ve bilim dallarının teknik olarak günden güne gelişmesidir. İnsanların aklını hayatlarını ve yaşam tarzlarını kolaylaştırmak için sürekli gelişmektedir. Teknoloji,günden güne hız kesmeden gelişen ve yeni buluşların bulunduğu bi kavramdır.


Teknolojinin geçmişimizden bugünümüze kadar biçok olumlu etkileri olmuştur. Eğitim, bilim, sanayi ve ticaret olarak biçok olumlu yönleri mevcuttur. Herhangibir ülkeninde geliştiğini veya geride kaldığını teknolojisinden anlayabiliriz. Teknoloji sayesinde ülkeler arasında rekabet başlamiş ve her ülke daha iyi olmak için teknolojilerini günden güne geliştirmektedir. Teknoloji hem ülkelerin ekonomilerine hemde savunma güçlerine olumlu etki edeceği için,ülkeler günden güne gelişimlerine devam etmektedirler. Teknolojiyi takip eden ülkeler teknoloji bakımından ileride oldukları için diğer ülkeler üzereindede hakimiyet kurabilmektedirler. Ulu önder ATATÜRK bir konusmasında cuhhuriyet öncesi geri kalmışlıgın nedeninin bilim,teknoloji ve yeniliklerden kaçamak olduğunu savunmuştur.


Teknoloji bilim ve bilim dallarının gelişmesi, sürekli yenilikçi düşünceler ve ülkeler arasındaki rekabetler teknolojinin gelişimde etkisi olan önemli unsurlardır. Teknoloji insan oğlunun hayatını her alanda kolaylaştırmıştır. Mesela teknolojinin gelişmesi sonucu oluşan internet insanların hayatını biçok alanda kolaylaştırmaktadır.



Bilim,teknoloji artık insanların vazgecilmezi haline gelmesiyle beraber insanlar artık teknoloji bağımlısı haline gelmişlerdir. Bilim ve bilim dallarının gelişmesi sonucu meydana gelen teknoloji insan hayatını kolaylaştırmakla beraber birçok olumlu imkan sağlamaktadır.Bundan ötürüdürki insanlar teknolojiyi artık bi ihtiyaç olarak görerek, tüm olumlu veya olumsuz etkilerine karşı kullanmaktadırlar.

Teknoloji Ve İnsan

Bilim Felsefesi
Her yanı çepeçevre teknolojik kolaylıklar ile donatılmış, yirmi birinci yüzyıl eşiğindeki insan mutlu mudur? Peki ya bu insanın teknolojiye bakışı nedir? Etrafımızda teknolojiyi adeta ilahlaştıran pek çok insan görmüyor muyuz? Kendisine mutluluk getirmeyen bir olguyu putlaştırmak herhalde günümüz insanının en büyük paradoksudur. Bu yazının maksadı bilim ve teknoloji düşmanlığı değil; bir durum tespiti ve onu bugünkü seviyesine ve pozisyonuna getiren dünya görüşü ve çıkış noktalarının tenkididir. Bazı mahfillerde yapılan kuru teknoloji düşmanlığını dar bir bakış açısına sahip olmanın neticesi olarak görüyoruz. Bu münasebetle öncelikle ele alınması gereken husus, günümüz bilim ve teknolojisinin kaynağındaki dünya görüşü kavramı olmalıdır.

Bilim ve teknolojideki hızlı gelişmeler, bütün dünyayı etkilemekte, hiçbir sınır tanımamakta, öyle ki bir ülkenin geri kalmış veya ilerlemiş olması zenginliği veya fakirliği etkilenme yönüyle fark etmemektedir... Diğer taraftan insanlığın hem yararına hem zararına insan kişiliğinin geliştirilmesine veya yok edilmesine yol açabilecek hale gelmiştir.

İnsan, bu ilerlemenin kaynağının da, merkezinin de kendisi olduğunu unutmuştur. İnsan, bilim ve tekniği kurarken bilim ve tekniğin de yeni bir insan oluşturduğunun farkında değildir, insan bu gelişmelerin hem zaferi, hem de kurbanı olmaktadır.

Atom enerjisi, uzay çağının başlaması, her sahada gerçekleştirilen otomasyon, insan hayatında derin ve gittikçe artan bir etki yapmaktadır.Teknoloji, ulaşımı kökünden değiştirmiş, haberleşmeye, kültüre, hayata ve boş zamanlara nüfuz etmiştir. Büyük umutlara yol açan bu gelişmeler birçok yeni problemi de beraberinde getirmiştir. Otomasyon, üretimi artırırken uygulanması için gerekli yeniden eğitme, yeni iş bölümü ve birçok ülkede işsizlik gibi problemleri doğurmuştur. Otomasyon insanın iş yükünü azaltmış, fakat onu egzersiz ve insiyatiften mahrum, düşünmeye ihtiyacı olmayan, bir “düğmeye basıcı” diğer bir ifade ile “yarı robot” hale getirmiştir.

Ya sosyal hayat..?
Modern makineler insanların boş zamanını artırmaktadır. Fakat insan, o boş zamanları faydalı biçimde kullanabilmekte midir? Yoksa tatilini ve boş zamanlarını teknoloji bankası televizyonun (!) önünde, sayıları pek çok olan niteliksiz yayınları izleyerek mi geçirmektedir? Üretim sırasında, üretim kabiliyetlerini kullanmayan insan, dinlenme sırasında bunları geliştirmeyi gereksiz bulur. Mekanik işle, saçma eğlencelerin işkencesi el ele gitmektedir. İşin insani karakterlerini kaybetmesi “zaman öldürme” denen, insana yakışmayan aktivitelere yol açar. Bunun sonu sinsi sinsi ilerleyen manevi ve bazen de gerçek intihardır. Nerede kaldı insana verilen akıl nimetini kullanma, düşünme, öğrenme ve tekâmül etme? Yoksa her insan böyle bir mesuliyet taşımak zorunda değil mi?

Modern endüstri bir taraftan daha konforlu bir hayat sağlamakta, diğer yandan fabrikaların zehirli atık maddeleri çevreyi yaşanmaz hale getirmektedir. Bugün insanoğlunun elinde müthiş enerjiler ve çok tesirli kimyevi maddeler vardır; ancak bu durum insanlığın bir atom veya biyokimya harbi sonunda ağır yaralar alması tehlikesini barındırmıyor mu?

Peru’da bulunmuş 4. yüzyıla ait çömleklerde bir efsane dile getirilir. Bu efsaneye göre insan eliyle yapılmış herşey (çömlekler, tavalar, değirmenler..) ve bütün evcil hayvanlar insanlara karşı ayaklanacak ve bunun sonucu roller değişecek. O zaman değirmenler kendilerini icad etmiş olanları öğütecek, çömlekler insanları kaynatacak, tavuklar insanları öldürüp tavalarda kızartacak... Modern sosyoloji kitaplarında “endüstri uygarlığı” bölümünü okuyan herkes bu kehanetin doğruluğuna inanacaktır. Çünkü bu sayfalarda dizginlenemez ve kontrol tanımaz “bilim ve teknoloji” resmedilmektedir. İnsan, bilim ve teknolojinin kendi ürettiği birşey olduğunu unutmaya itilmekte, bilim ve teknik kendini üreten insanı çok yoğun bir şekilde etkilemekte, onun dışında ve üstünde bir güç haline gelmekte; bu durum insanın hem fizik hem de moral çehresini değiştirmektedir. Canlılar arasındaki ilişkiler cansızlar arasındaki ilişkiler halini almakta; çalışan insan, karşısında muhatap olarak yalnız para, teknoloji ve robot görmektedir. “Mantık dışı insan” mantıklı teknolojiyle karşı karşıya kalmış gibidir. Acımasız ve insana benzemeyen güçler onu işsizlik ve ekonomik krizlerle tehdit etmekte, insanın dimağında bu güçler bilim ve teknolojideki ilerlemelerle bütünleşmektedir. Teknoloji, ürettiği mallar gibi bağımsız, başına buyruk ve insanın üstünde bir mana kazanmıştır. Böylece “Ölü iş” bir vampir gibi, yaşayan işin kanını emmekte, onu köle yapmakta ve kurutmaktadır. Çalışan insan ekonomik zorlukların değil, robotların esiriymiş gibi bir neticeye maruz kalmıştır.

John Carpenter’in fantastik gerilim türü “They Live”(Onlar Yaşıyor) adlı filmindeki insanlık kâbusu, aşağı yukarı aynı tema üzerine kuruludur. Filmde insan, özel şekilde yapılmış bir gözlüğü taktığında dünyanın gerçek yüzünü görebilmektedir. Gözlüklü iken paranın üzerinde “Bu senin tanrındır” yazdığını görmekte, reklâm ve ilan gibi görünen herşeyin, gerçekte “İtaat et! Uyu! Düşünme!”gibi emirler olduğunu fark edebilmektedir. Filmde dünyayı istila etmiş olan dünya dışı bir medeniyetin, bugün dünya üzerinde kurulu olan bütün sistemin denetimini elinde bulundurmaktadır. Bu hâkimiyetini, kitle iletişim vasıtalarını kullanarak, insanlığa fark ettirmeden güçlendirmektedir. Filmin senaryosu, kâbusun sebebini dünya dışı güçlere yükleyerek, günümüz dünyasıyla sadece bir benzerlik kurmakla yetinmiştir. Bugün elimizde, dünyayı uzaydan gelen ileri bir medeniyetin işgal ettiğine dair herhangi bir delil bulunmamakla beraber “zıvanadan çıkmış” bazı şeylerin farkına varabiliyoruz. Bu durumda suçu, “uzaylıya” yüklemektense, insanın kendisinde araması daha yerinde bir iş değil midir?

İnsana, yaşayabilmesi için etrafındaki şeyleri kullanarak araç ve gereçler yapma, barınma problemini çözme kabiliyeti verilmiştir. Ancak bugün insan, kendi ürettiği şeylerin kendisinden bağımsız olduğuna inanma temayülündedir. Altın ve döviz endekslerinin kural tanımaz değişimleri veya bir türlü ne olduğunu anlayamadığımız enflasyon canavarı arasında “bütün bu kaideleri koyan aslında benim” demek, insanoğlu için mümkün görünmemektedir. Çok değil, bin altı yüzlü yıllarda “Yaratıcı’nın dünya işlerinde kaide koyma yetkisi olmadığını” ilan eden insan, belki de ilahi bir tokat yemektedir. Kısacası burnunu taşa vurmuş olan insanın, bugün (mesela ekonomide) kendi koyduğu kurallar elinden çıkmıştır. İnsan ürettiği üründen uzaklaşmış durumdadır. Üretim zincirinde ancak bir halka olduğundan, artık ürününü görememektedir. Ürünler insanın dışında, başına buyruk, belli kanunlara uyan güçler halindedir. İnsan malları değil, mallar insanı satın almaktadır.

İnsan beyninin ürünü olan bilgi ve teknoloji mistik bir bağımsızlık kazanmış durumdadır. Mesela bir bilim adamı insanlık için çok faydalar getirecek bir keşif yapmakla, daha sonra bir firma bu keşfin patentini satın almakta ve yıllarca kasasında bekletmektedir. Yine bir bilim adamı keşfinin insanları kitle halinde öldürmeye yönelik bir silah olarak kullanıldığını görebilmektedir.

Günümüzde bilim ve teknoloji, 20. asrın Mesih’i (tek kurtarıcısı) durumuna getirilmiş ve adeta yeni bir din gibi görülen “teknisizm” doğmuştur. Endüstriyel makineler yanında sosyal makineler insana devamlı yeni şekiller vermektedir. Bunun sonucu olarak insan gerek teknolojide gerek toplumda kendini bir dişli çarktan farklı görememektedir. Tornaya emreden insan değildir artık; torna kendisinin bir parçası olan insana işin sırasını, hızını ve ritmini emreder. Daha da fazlası insan, bürokratik makineyi işleteceği yerde onun tarafından işletilmek durumuna gelmiştir. Propaganda makinesi, “tek gözlü canavar” kiklop gibi insanları mağaralara tıkmakta, kurbanlarını aptallaştırmakta ve köleleştirmektedir. İnsanlar kurtulmak için bu devi uyuşturacakları yerde, bu deyin pençesinde tutunabilmek için alkol ve uyuşturucuya veya robot gibi davranmaya sarılmaktadırlar. Çalışan insan çalışma sırasında üretici kabiliyetlerini harekete geçirememekte, kendi ruh ve bedenini harap ederek yıpranmaktadır. Çalışmak onun için tabii bir ihtiyaç olmaktan çıkmıştır; o diğer ihtiyaçlara cevap verebilmek için çalışmaktadır. Çalışırken kendini insan değil, yaşayan bir makine olarak hissetmektedir. Buna karşı ancak, biyolojik ihtiyaçlarını yerine getirirken kendini, kendisi olarak hissedebildiğini zannetmektedir.

Teknoloji kabaca “fayda” ile ilgilenir. Faydalı olanı ortaya çıkarırken de bilimin verilerini kullanır. O halde bunca problem nereden doğuyor? Yoksa hata “fayda”nın tanımında mı yapıldı? Yoksa fayda ‘maddi dünyanın düzenlenmesi kısaca; işlerin yoluna konması!’ değil miydi? Yoksa bilim ve teknoloji, tabiatla insan arasındaki hâkimiyet savaşının neticesi miydi?

Ne “insan fıtratının” ne de ‘tabiatın tabiatının’ bugün, böyle bir savaşı sürdürmeye tahammülü kalmıştır. “Fayda” kavramı, insanın bir ruhu olduğu ve yalnız maddi olarak tabiatla tatmin olmanın kafi gelmeyeceği gerçeğiyle birlikte zihinlerimize yerleşmelidir. Bugün bizler yirmi birinci yüzyılın eşiğindeki insanlar olarak yapılan bir dünya görüşü ateşkesi ilan edeceğiz. Çünkü biz onunla aynı Kalem’in attığı imzalarız.

Bugünün insanı tabiat hakkında çok şeyler öğrenmiş olabilir. Tekniğin hançerini onun bağrına saplamış da olabilir, Ama “kendisi” hakkında hiçbir şey bilmemekte, işin kötüsü bildiğini zannettiği bazı bilgilerin yanlış olduğunu bilmemektedir. İnsanı sadece maddesi ile ele alıp maddi duygularını tatmin için kullanılan bilgiler ne kadar doğru veya salim düşüncenin eseri olabilir. İnsanı tanımadıkça insanın tabiattan neler alması, onunla birlikte nasıl yaşaması gerektiğini bilmesi mümkün değildir. Kendini tanımayan insan, hançerini tabiata değil aslında kendisine saplamıştır.

Gökhan Türkoğlu

Bilgisayarlar

Bilim Felsefesi
Verdiğim uzun bir dersin yorgunluğunu atmak niyetiyle ‘ne yapabilirim?’ diye düşünürken, yıllardır görmediğim ehl-i kalp bir dostumun gelişiyle çok sevinmiş ve onunla kucaklaştıktan sonra kendimizi fakültemizin, güzel gülleri ile rengârenk hale gelen bahçesinde bulduk. Tatlı tatlı sohbetlerle, hafızalarımızda küllenen hatıraları canlandırırken, diğer taraftan da beraber şahit olduğumuz güzellikleri yâd edip senelerimizi tükettiğimiz okul yıllarımızı sinema şeridi gibi hayal ettik, duygulandık.

Maziyi düşünürken zorladığımız hafızamız bize, kendimizi taklit ederek yaptığımız bilgisayarları hatırlattı. Derken, bu muhabbet içinde bilgisayar-insan benzerliklerini tartışıp, elektronik parçaların yaptığı işlerin harikuladesinin hücrelere, sinirlere nasıl yaptırıldığını düşünüp, Allah (cc)’ın sonsuz ilmini bir parça olsun anlamaya, idrak etmeye çalıştık.

Evet yüzyılımıza damgasını vuran ve insanlığı artık dönüşü olmayan bir yola sokan elektronik alanındaki müthiş gelişmeler ve bunun sonunda ortaya çıkan bilgisayarların beş önemli yönüyle vazgeçemeyeceğimiz yardımcılarımız haline geldiğini düşündük. Gerçekten de bilgisayarlar, çok hızlı işlem kapasitesi, bilgi depolayabilmesi, depoladığı bilgilerde değişiklik yapma imkânı vermesi, gereksiz bilgilerin silinmesini sağlaması ve son olarak da var olan dosyalara eklemeler yapılabilmesi yönleriyle insanı birebir takip etmektedir.

İşte yukarıda zikredilen çok önemli yönleriyle günlük hayatımızdaki payını artıran bilgisayarların taşıdıkları yükler, getirdikleri kolaylıklar ve çok kısa sürede yapabildikleri büyük işler sebebiyle, artık terk edilmesi imkânsız yardımcılarımız haline geldiği kesin bir gerçektir. Bilgisayarların bu ölçüde yaygınlaşması her seviyeden insanın alakasını çekmiş ve herkes bu teknolojik imkândan faydalanma yollarını arar olmuştur.

Öyle ki aylık veya haftalık ücretini bankamatikten alan bir işçi, makine başındaki ilk günlerinde yanındakilerden yardım istemekten sıkılırken, kısa bir zaman içinde öğrendiği birkaç işlem ile kendi işini görür hale gelmiştir. Mekanik daktilo ile çalışan bir sekreter de yanlış yazdığı birkaç harf veya kelime sebebiyle hergün onlarca kâğıt israf ederken, masasına koyduğu bir bilgisayar ile büyük kolaylıklar kazanmıştır. En basit bir yöneylem ya da istatistik probleminin çözümü için saatlerini harcayan bilim adamları da bilgisayarlar sayesinde istifadelerine sunulan paket programlar ile haftalarca süren çalışmalarını birkaç saat içinde bitirir hale gelmişlerdir. Tıp sahasından da verebileceğimiz yüzlerce misali sıralamak mümkündür.

Misafirim ile bu sohbetleri yaparken, insanı model alan bilgisayarların hacim olarak giderek küçülmesine karşılık, çok daha buyük işler başardıklarını düşündükten sonra sabit disk gibi kayıt sahalarındaki gelişmeleri konuştuk. 1948 yılında, ENİAC adındaki, elektrik ile çalışan ilk bilgisayar yapıldığında 30 ton ağırlığında idi ve bugün cebimize koyduğumuz bir hesap makinasının yaptığı işleri bile yapamıyordu. Silikonun ve mikroçiplerin bulunmasıyla bilgisayarların hacimleri hızla küçülmüş, işlem hızları artmış ve çok büyük bilgi bankaları kurulmuştur. Bu sayede, birçok giriş ünitesi yoluyla veri tabanlarında depolanan bilgiler istenildiğinde görüntülenmekte, değişiklikler, eklemeler ve silmeler yapılabilmektedir. Bu fonksiyonların yanında, üretilen ve depolanan bilgiler, elektronik yollarla çeşitli adreslere aktarılabilmekte ve bilginin çoğalmasına yardımcı olmaktadır. Yukarıda anlatılan özelliklere ek olarak bilgisayarların en önemli bir diğer yönü de, tıpkı insanda olduğu gibi, bilginin kopyalarının alınmasına imkân vermesidir. Tek bir tohumdan yüzlerce tohumun ortaya çıkması da bu gerçeğin bir diğer delilidir. Bilgisayarların bu özelliği olmasaydı aylarca yürütülen çalışmalarla yazıları bir program bir kullanıcıya satıldığında, bir başka talebi karşılamak için yine aylarca çalışmak gerekecekti. Bu konuşmalar arasında kitaptan okuduğumuz bilgiyi bir arkadaşımıza aktardığımızda hafızamızdan silindiğini düşündük. Bu bilgiyi tekrar kazanmak istediğimizde, yeniden okumamız gerekeceğini ve hayatın zulüm olacağını düşündük. Hatta denilebilir ki, beyin sistemimizde bilgiyi çoğaltma mekanizması olmasaydı belki de hayat olmayacaktı.

Oysa en güzel şekilde yaratılan insanın biyolojik fonksiyonlarının yanında, beyin fonksiyonları ve kayıt sistemleri öyle ideal çalışmaktadır ki, göz, kulak, burun, deri gibi ünitelerden sürekli bilgi depolanmaktadır. Doğumumuzdan, hatta ana rahminden başlayan kayıt işlemi, ölünceye kadar devam etmekte ve bütün bu bilgiler beynimiz içinde nohut tanesi büyüklüğünde bir et parçasında saklanmaktadır. Hafızamız öylesine büyük bir kapasiteye sahiptir ki, sesler, renkler, görüntüler, ısılar, kokular hülasa çevremizden gelen bütün girdiler kayıtlanmakta, hem içtimai hem de biyolojik hayatımızı yönlendirmektedir. Bilgisayar teknolojisi bugün kokuları henüz kayıt ettirememektedir, fakat insan gibi harikulade bir modelin varlığı bu alandaki çalışmalara örnek hedef olmaya devam edecektir.

Göz, kulak, burun, dil gibi organlarımızdan -bir saniyesini dahi kaçırmadan gelen bilgiler, hafızamızda defter-i amalimizin eksiksiz kayıtlarıdır. Hatta, günlük hayatımızı paylaştığımız eşimiz, dostumuz veya mesai arkadaşlarımızın hafızalarına aldıkları kayıtların şahsımızla ilgili bölümlerini de “şahit kayıtlar” olarak değerlendirmek lazımdır.

Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde, ahiret yurduna vardığımızda elimize amel defterimizin tutuşturulacağından, dolayısı ile ömrümüzün her anının hesabının sorulacağından bahisler açılmaktadır.

Bilgisayarların hafızalarında saklanan bilgileri istediğimiz zaman ekrana veya yazıcılar vasıtasıyla kâğıda aktarabildiğimizi düşünürsek, ömrümüz süreğince hafızamızda toplanıp saklanan bilgilerle hesaba çekileceğimiz çok daha rahat anlaşılabilir.

Toprakta çürüyen bedenimizle birlikte, süper bilgisayar beyinlerimiz ve hafızalarımız da yok olmaktadır. Ancak bütün ömr ü hayatımızda bizi terk etmediğine inandığımız nurani varlıkların kayıtları ve şahitlikleri yanında, ruhumuzu teslim ederken hafızalarımızdaki kayıtların muhafaza edilmesi ve daha sonra da, defter-i amal olarak, elimize verilmesi maksadıyla, vazifeli melekler tarafından alınabileceği de düşünülmelidir. Zaten hutbe-i ezeliyemiz olan Yüce Beyan’da yer alan ayetlerde de bu istikamette net mesajlar bulunmaktadır. Mesela Kehf suresinin 49. ayetinde: “Kitap (ortaya) konulmuştur. Suçluların onun içindekilerden korkarak: “Vah bize, bu kitap da ne oluyor, ne küçük ne de büyük hiçbir şey bırakmıyor, her (yaptığımız) şeyi sayıp döküyor!” dediklerini görürsün. Yaptıklarını hazır bulmuşlardır. Rabbin kimseye zulmetmez.” denilerek her şeyin kayıtlandığını bize bildirmektedir.

Kamer suresinin 52. ve 53. ayetlerinde de: “İşledikleri herşey kitaplarda mevcuttur. Küçük büyük herşey satır, satır yazılmıştır” denilerek insanın ne kadar ciddi bir imtihanda olduğu anlatılmaktadır
Bir başka örnek ise Casiye suresinin 28 ve 29. ayetleridir ki burada: “(O gün) her ümmeti (Allah’ın huzurunda) toplanmış görürsün. Her ümmet kendi kitabına (yaptığı işlerin tutanağı olan amel defterine) çağrılır: “Bugün yaptıklarınızla cezalandırılacaksınız!”“İşte kitabımız aleyhinize konuşuyor, gerçeği söylüyor. Çünkü biz yaptıklarınızı yazıyorduk.” denmektedir.

Bu surelerin yanında Enbiya, Mücadele ve Zilzâl surelerinde de aynı doğrultuda açık beyanlar bulunmaktadır.

Bütün bu ayetlerde yeryüzünde yaptıklarımızın hepsinden mes’ul olacağımız anlatılırken, çevremizdeki herşeyin şahitlik edeceği de beyan edilmektedir. İşte “Şahit kayıtlar”da, kendi kayıtlarımıza itirazlarımız halinde önümüze sürülecek delillerdir.

O halde cüz’i iradesiyle dünya hayatında yaşamaya gönderilen insan birçok yönden takip edilmektedir. Bu durumda denilebilir ki beşer, sanki yüzlerce, binlerce kameranın kontrolü altındadır, kaçacak yeri yurdu yoktur; bütün insanlardan kurtulsa da Yüce Yaratıcı’nın ve kendi hafızasının kayıtları, karşısına dikilecektir.

Misafirim ile aramızda geçen çok tatlı bu sohbetten sonra “Beşerin takip edeceği tek yolun Allah’ın yolu olduğunu, aksi yollarda, karşımıza çıkacak aleyhimizdeki şahit kayıtların hesabımızı çetin kılacağını” düşündük ve kucaklaşarak hayırlı ömürler dileği ile vedalaştık.

Ben de sakin adımlarla odama dönerken seçme hakkına sahip olan insanın, Allah’ın rızası istikametinde sürdüreceği ömrü ile “şahit kayıtlarını” hayırlarla doldurabileceğini düşündüm ve böyle olan kudsilerin bahtiyarlıklarına sevindim; zararda olanlara da Rabbim’in hidayet ve rahmetini diledim ve dilendim.

Yrd. Doç. Dr Şemseddin Seçilmiş

Neden Yaşlanıyoruz? Hiç Merak Ettiniz mi?

Bilim Felsefesi
Doğum, büyüme, yaşlanma ve ölüm” gibi, her canlının başından geçmesi mukadder olan hadiselere karşı, bitkiler ve hayvanlar gibi insanın da yapacağı bir şey yoktur. Akıl ve şuur gibi başta gelen birçok his ve lâtifelerimizle diğer canlılardan farklı olmamıza rağmen, yaşlanma ve ölüm gibi ilahi emirlere boyun eğme hususunda diğer canlılardan farklı değiliz.

Ölümden kaçmak mümkün olmasa bile acaba ihtiyarlığın önüne geçilebilinir mi? sorusuna cevap arayan araştırıcıların çok büyük bir kısmı, ihtiyarlığın da engellenemeyeceği hususunda hemfikirdirler. Ancak moleküler biyoloji, biyokimya ve fizyoloji bakımından yapılan laboratuar çalışmaları yanında, yaşlı ve gençlerin müşahedelerine dayanan çeşitli araştırmalar, gençlikten ihtiyarlığa geçişin mümkün olan en az zararla atlatılabileceği hususunda çok ümitliler. “Bir ayağı çukurda” denilen çağlarında bile insanın gençlik faaliyetlerinden çok fazla şey kaybetmeden, sıkıntısız ve kimseye yük olmadan, hastane köşelerinde sürünmeden, ölümü gülerek karşılayabileceği hususundaki çalışmalar gün geçtikçe yeni buluşlarla daha da hız kazanmaktadır.

İşin en hayret verici yanı ise; yaşlanma hususunda yapılan bütün çalışmaların neticesi, İslamiyetin Kur’an ve Hadis gibi çok sağlam iki kaynağından gelen bilgilerle ittifak halindedir. Az yemekten tutun da, içki ve uyuşturucu gibi yasaklara riayet, yürüme, uyuma, oturup kalkma, ibadet gibi günlük hayatımıza ait fiili hareketlerimizden, ruh dünyamıza ait kanaat, iktisat, dengeli hayat, tefekkür, sabır, hoşgörü gibi inanan insanda bulunması gereken birçok hasletin, temelde vücut sıhhati ve sıkıntısız yaşlanma hususunda en esaslı düsturlar olduğu hergün yeni bir araştırma neticesinde ortaya çıkarılmaktadır.

Atalarımızın “Az ağrı âsân ölüm, tekmil iman, Kur’an” şeklinde hulasa ettiği hayat tarzının birinci kısmı olan “az ağrı ve âsân ölüm” arzusu, bugün batıdaki ihtiyarlığı yavaşlatma ve kolaylaştırma mevzuundaki çalışmaların esasını teşkil etmektedir.

Yaşlanma üzerinde yapılan çalışmalarda önceleri yaşa bağlı ortalama kayıplar üzerinde durulup, neticede ortaya çıkan arıza ve hastalıkların tedavisine uğraşılmaktaydı. Daha sonraları beslenme, idman ve gençlikteki kötü alışkanlıkların tesirleri incelenmeye başlanmıştır. En son çalışmalar ise, “nasıl başarılı bir
yaşlanmaya geçilip, ihtiyarlık kolay geçirilir?” sorusuna cevap arar mahiyettedir.

Yaşlanma hususunda genetik yapının ehemmiyeti hiçbir zaman ihmal edilemez. Yani daha ana karnındayken ‘kader kalemi” ile yazılmış DNA programımızdaki ihtiyarlık çağının erken veya geç başlamasına ait biyolojik bilgiyi, hiçbir zaman değiştiremeyiz. Ebeveynimizden aldığımız yaşlanmaya ait genetik bilgiler, zamanı geldiğinde hadiseyi başlatmak üzere tetiğin çekilmesiyle kuvveden fiile çıkmaya başlar. Fakat bu genetik program bize göre mutlak olmayıp, şartlara bağlı olarak hızlı veya yavaş cereyan edebilir. Dolayısıyla ebeveyninden hızlı yaşlanma genlerini alan birisi, dikkatli ve titiz bir hayat programlayarak emsallerinden daha geç yaşlanabilir veya tam aksine ebeveyninden yavaş yaşlanma genlerini alan bir kimse çok kötü ve gayr-i meşru bir hayal sürerek emsallerinden daha erken yaşlanabilir.

Yaşlanma meselesini incelerken akla gelen ilk soru “normal yaşlanmanın ne olup olmadığıdır. Bu yüzden, sadece yaşlanmaya bağlı değişiklikler ile; hastalıklara bağlı değişikliklerin birbirinden çök iyi ayırt edilmesi gerekir. Bunun için belli bir hastalıktan dolayı arızaları ortaya çıkanları ayırıp, sadece yaşa bağlı fizyolojik davranışların teşhisi için çok dikkatli çalışmalar yapılmış ve “normal yaşlı” tipi ortaya konulmuştur.

Birçok ilmi araştırmada olduğu gibi başlangıçta daha çok laboratuar hayvanlarından bilgi temin edilmeye çalışılmıştır. Kemirici hayvanlarda fazla beslenmeye bağlı olarak kalori alınmasının artışı, hayat müddetini farkedilir şekilde azaltmıştır. Fakat beslenmedeki bu azalmanın ömrü uzatmadaki mekanizması hala izah edilememiştir. Daha sonra insanlar arasındaki müşahedeler de benzer neticeleri vermiş ve ihtiyaçlarından fazla kalori almayanların (yani sofradan tam doymadan kalkan ve acıkmadan yemeyenlerin) daha zinde olup daha uzun yaşadıkları tespit edilmiştir.

Yaşlanma hakkındaki en birinci mekanizma olan genetik program, yaşlanmayı nasıl başlatıyor? Bu soru, şu anda birçok genetik laboratuarının üzerinde çalıştığı önemli bir mevzu olup, aydınlanan bazı yönlerinden anladığımıza göre yaşlanma, normal çalışan DNA programındaki bir kesintiyle başlamaktadır. Daha sonra vücut- ta iş gören bazı hususi enzimlerin ve DNA’nın zarar görmesiyle de yaşlanma hızlanır. Buna paralel olarak hormon seviyelerindeki azalmalar, muafiyet sisteminde arızalar çıkmaya başlaması ve serbest oksijen radikalleri diye bilinen son derece tahrip edici moleküllerin artmasıyla, yaşlılık belirtileri iyice kendini göstermeye başlar.

Bu durumda yaşlanmayı ortaya çıkaran ve daha biz doğma-dan ebeveynimizden kader kalemiyle yazılmış olarak aldığımız “gerantogen” 1erin (yaşlılık genleri) mevcudiyeti, giderek kuvvet kazanmaktadır.

Eski çağlarda insan ömürlerinin çok daha fazla olduğu tahmin edilmesine rağmen günümüzde insan ömrü ortalama 75 yıl kabul edilir ve yaşlılık belirtileri de 45-50 yaşlarında görülmeye başlar. Vücudumuzun farklı organlarında farklı derecelerde görülen bu değişikliklerin bazıları şunlardır: Kadınlarda üreme sistemindeki durgunlukla (menapoz) beraber, rahim ve göğüs kanserlerinin artışı, osteoporosis (kemiklerin gözenekli hale gelerek zayıflaması) neticesi kemiklerde bozulmalar, 70-75 yaşlarından itibaren de kalb, akciğer ve böbrek fonksiyonlarında azalmalar görülür. Vücudun sıcaklık ayar mekanizmaları bozulur, dolayısıyla da çevredeki sıcaklık değişimlerine karşı koyma direnci düşer. Enfeksiyonlarla mücadele kapasitesi azalır ve otoimmun cevaplarda (vücudun kendi hücrelerinin kendisine yabancı görülmesi neticesi gelişen alerjik hastalıklar) artış olur.

Erkeklerde üreme fonksiyonlarında azalmalar görülür. Hemen hemen herkeste gözün mesafe ayarlama (odaklama) kabiliyeti bozulur. Belirli uyarılara karşı fiziki ve zihni cevaplarda yavaşlama görülür. Vücudun salgılama fonksiyonlarında azalmalar olur. Çok geniş nisbette artherıosklerosis (damar sertliği) ortaya çıkar. Atardamar ve eklem bozulmaları görülür. Beyindeki bazı nöronlar (sinir hücreleri) oldukça fazla büyürken, bazılarında bozukluklar meydana gelir.

Yaşlanmanın başlamasının genetik olarak tesbiti bizim irademiz dışı bir hadise olmasına rağmen, yaşlanmanın süratinde ve derecesinde, hadiseye tesir eden faktörlerin bazılarının yönlendirilmesinde, az dahi olsa irademizin rolü vardır. Yani bazı alışkanlıkları irademizle terkederek veya kazanarak, yaşlılık yıllarına daha iyi hazırlanabiliriz. Bunun için yaşlanmanın biyokimyevi ve moleküler mekanizmasının iyi bilinip, müdahale edilebilecek yerlerin tespit edilmesi gerekir.

Yaşlanma hususunda bir hipoteze göre, hücrede bulunan serbest oksijen radikalleri hayati molekülleri tahrib etmektedir. Eşleşmemiş elektron taşıyan bu serbest oksijen radikalleri birçok biyolojik reaksiyonda ortaya çıkarak, DNA, protein ve yağ gibi moleküllerde oksıdasyona (oksidatif bozulma) sebep olurlar, yani tahrib ederler. Bu serbest oksijen radikalleri daha tesirli tahrip gücüne sahip hidrojenperoksit gibi değişik oksidanları da meydana getirebilirler. Vücut hücrelerimizde meydana gelen ve geri dönüşü olmayan bu oksitleyici zarar, neticede yaşlanmaya sebep olur. Yaşlanma mekanizmasındaki tesirli diğer bir faktör de glikoz kullanım metabolizmasının ayarının bozulmasıdır. Glikoz yavaş bir şekilde kollogen gibi proteinlerin yapısını değiştirir. Deri ve bağ dokusunda bol bulunan kollogen liflerin düzeni ve yapısı, çapraz bağlar yaparak değişir ve birbirleri üzerinde kilitlenmelere sebep olur. Proteinlerin bu şekilde glikolizasyonu, bağ dokularının ve kalb kasının katılaşmasında rol oynar (derinin buruşması gibi). Tahrip edici oksijen molekülleri ayrıca, damar sertliği, kanser ve eklem hastalıkları gibi neticelerle de kendini gösterir. Bir insan hücresindeki DNA’nın ortalama olarak hergün 10.000 oksitleyici molekülün tesirinde kaldığı kabul edilmektedir. Hücrenin enerji merkezi olan mitokondri içinde bulunan, bu organele has özel DNA’nın ise tamir edilemez şekilde zarara uğradığı gösterilmiştir. Böylece mitokondrilerin enerji üretme kapasitelerinde yaşlanmayla birlikte bir azalma göze çarpmaktadır. Aslında bu serbest radikallerin ana kaynağı da mitokondridir. Yapılan tecrübelerde mitokondri DNA’sındaki oksidasyon nisbetinin hücre çekirdeğindeki DNA’nın maruz kaldığından daha yüksek olduğu tespit edilmiştir. Mitokondrilerin enerji üretimindeki bu azalmayı, zamanla dokuların ve organların yıpranması takip eder. Nitekim 1990 yılında yaşlı insanların beyin ve kalb hücrelerinin mitokondrilerine ait DNA’larında, ceninlerde (doğmamış yavru) bulunmayan bazı kusurlar tespit edilmiştir.

Yaşlanmayı başlatan ve ilerleterek ölüme yaklaştıran genetik ve biyokimyevi faktörlerin yıkıcı tesirlerine karşılık, yine aynı hücrelerin içinde bulunan diğer bazı faktörler, hücrede meydana gelen hasarları tamir etmek üzere programlanmıştır.

Hücrelerimize yerleştirilmiş tamir mekanizmaları sayesinde yaşlanmayı ortaya çıkarıcı birçok hasar, genişlemeden tamir edilir veya yıkıma sebep olan serbest oksijen radikalleri nötralize edilir. Böylece yaşlılık yavaşlatılarak geciktirilebilir.

En son araştırmalara göre hücrelerde bulunan süperoksit dismutase isimli bir enzim, oksitlenme neticesi ortaya çıkan zararı tamir etmektedir. Nitekim hücrelerinde bu enzimden bulunmayan deney hayvanlarının, diğerlerinden çok hızlı yaşlandığı ve kısa ömürlü olduğu tespit edilmiştir. Diğer bir araştırmada ise, bir solu- can türünde yaşlanma ile alakalı gen tespit edilmiş ve bu gen mutasyona (değişikliğe)
uğratıldığında bu kurtların ömrünün % 70 arttığı görülmüştür. Aynı zamanda, mutasyona uğramış kurtların yüksek seviyede süperoksit dismutase ve catalase gibi tamir edici enzimler taşıdığı tespit edilmiştir.

Bu durumda ilim adamları, canlıda belli bir proteinin, bu tamir edici enzimlerin üretimini engellediğini söylemekte ve eğer bu proteinin sentezine mani olunursa tamir mekanizmalarının aksamadan çalışacağını tahmin etmektedirler.

Yaşlanma hakkında yapılan çalışmalardan elde edilen diğer bir bilgiye göre bazal metabolizma hızı, canlının ömür uzunluğu ile ters orantılıdır. Mesela fareler insanlardan çok daha yüksek bazal metabolizma hızına sahip olduğundan ortalama ömürleri üç-dört yıldır. Bazal metabolizma hızı yüksek olanlarda, yıpratıcı oksidant moleküller çok daha fazla çıktığından hücrelerin yaşlanması da çok hızlı olmaktadır. Nitekim uzun ömürlü canlıların ve yavaş yaşlanan insanların dokularının genel olarak daha fazla süperoksit dismutase enzimi ürettikleri ve oksidasyona daha dirençli oldukları bulunmuştur.

Ancak, oksidasyonun tahribine karşı koruyucu olan süperoksit dismutase enzimi de sürekli olarak yapılamaz ve belirli bir dönem sonra bu koruma sistemi de iş yapamaz hale gelir ve yine yaşlanma başlar. Bütün mesele, koruyucu tamir sisteminin ne kadar uzun süre iş görebileceğinde gizli olduğundan, bu sistemi 30 yaşlarında iş görmez hale gelen insan yaşlanırken 50 yaşında koruma sistemi sağlam olan birisi de emsallerinden çok daha zinde ve genç kalabilir.

Bu durumda vücudun bu yıpranma ve tamir dengesini nasıl ideale en yakın tutabiliriz? Bu hususta tavsiye edilen düsturların en önemlileri maddi (az yemek, hareket, bazı gıdaların tercihi gibi) olmaktan çok ruhi itminan ve insanın yaşadığı çevrenin durumuna ait olanlardır. Bilhassa Amerika’da son 20 yıldır, huzur evleri, yalnız yaşayanlar, dullar, emekliler, aile hayatı sürenler, vs. gibi çok çeşitli gruplar üzerinde yapılan çalışmalar göstermiştir ki; huzurlu aile hayatı sürenler ve çocuklarıyla birlikte yaşayanlar, emekli olduktan sonra bile faaliyetlerini kesmeden günlük işlerini sürdürenler, devamlı olarak gençlerle birlikte sevgi ve hürmetin hâkim olduğu bir atmosferde yaşayanlar çok yavaş yaşlanmakta, immun sistemleri sağlıklı olarak vazife yaptığından dolayı hastalıklara karşı dirençli olmakta ve emsallerinden çok daha zinde bir ihtiyarlık sürmektedirler.

Aksine, çocuklarından ayrı yaşayan, huzur evine atılmış veya eşini kaybetmiş olup yalnız yaşayanlar, emekli olup kendini kenara çekmiş ve devamlı ihtiyarların arasında hareketsiz, donuk bir hayat sürenler ise, çok süratli yaşlanmakta, hastalıklara karşı çok dirençsiz olmakta ve çabuk ölmektedirler.

Kendi işini kendi görüp, bakımını başkalarının üzerine yıkmamış, kontrolü elinde tutan ve çeşitli hayır cemiyetlerinde faal üye olarak bir ideal uğruna koşturanların, gençliğinden itibaren belirli hareketleri düzenli olarak hergün belirli vakitlerde aksatmadan yapanların, sigara, içki, kumar gibi kötülüklere bulaşmadan az fakat düzenli beslenenlerin ve evinde aile içi geçimsizliğine maruz kalmayan talihlilerin; dolayısıyla ruhi bakımdan çok dengeli insanların bedenlerindeki yıkıcı moleküllerin de tamir mekanizmalarıyla çok iyi dengelendiği ve yaşlanmalarının oldukça yavaşladığı bilinen gözlemlerdir. Ancak bütün bunlara rağmen, bilinmeyen bir sebepten aniden çıkabilecek bir hastalığın yapacağı tahribatı, normal yaşlanmanın dışında değerlendirmek gerekir ve bu hususta kimsenin de garantisi yoktur. Zaten ilim adamlarının pek çoğu da, yaşlılığın durdurulamayacağını belirterek, yapılan çalışmalardaki esas hedefin; sıkıntısız yaşlılık geçirerek, hastanelerde sürünmeden, acı çekmeden bu dünyadan ayrılmayı kolaylaştırmak olduğunu ve bunun içinde bazı düsturları tespit etmek gerektiğini söylemektedirler.

Prof.Dr. Arif SARSILMAZ

Güneşin Ötesine Doğru Yolculuk

Bilim Felsefesi
Güneş sistemi şu aileden ibarettir: Merkezde güneş, onun etrafında dönen 9 gezegen ve uyduları, kuyruklu yıldızlar, meteorlar... Aile mensupları. bir imam hükmündeki güneş etrafında şaşmadan, belirli yörüngelerinden çıkmadan çok dakik olarak dönerler. Öyle ki, onların hem güneş, hem de kendi etraflarında dönüş süreleri saniyelerle hesaplanacak kadar hassas ve dakiktir. Dernek ki onlar, azîm bir heybet tahtında, birer emirber nefer gibi hareket eden, ilâhî birer memurdurlar. Onların bu ince ve düzenli hareketleri, Cenab-ı Hakk'ın kudretiyle hareket ettiklerini aşikar olarak gösterir.
Acaba en dıştaki gezegen olan Plüton'un ötesinde, bu aileye mensup başka bir gökcismi yok mu? Güneş sisteminin dışı niçin boş gözüküyor? Bu boşluğun sebebi, sistemin dışında başka birşey olmadığından değil de, insanoğlunun oradaki maddî varlıkları bile farketmekten aciz oluşundandır.
Şimdi astronomlar, güneş ailesinin aslında Plüton'dan daha ötelere uzandığı kanaatindeler. Herhangi bilinen bir gezegenin ötesinde, soğuk ve karanlık içinde bir buz kümeleri halkası yatmakladır. "Kuiper Kuşağı" denilen bu halka, güneş sistemini kuşatmaktadır. Bunun da ötesi, benzer şekilde teşekkül etmiş Oort bulutudur. Bu bulut bizim gezegen sistemimizin etrafında güneş merkezli geniş bir küre meydana getirir. O, güneşten iki ışık yılı uzağa yayılmıştır. Bu mesafe bize en yakın yıldız olan Alfa Sentori'ye uzaklığın yarısıdır.
Dünyamızdan baktığınızda meşale gibi parlayan bir kuyruklu yıldız manzarası arzeden gök cisimlerinin kaynağı da aslında bu tozlu buz kümeleri bölgesidir. Bazan bu dış bölgedeki buzumsu parçalardan biri, geçmekte olan bir yıldız veya gaz bulutu tarafından güneşe doğru itilirler. O da dünyamıza doğru kayarken, kuyruklu yıldız olarak görünür.
Bu geniş kuyruklu yıldız tarlasına ait ilk tespitler 40 sene önce yapılmıştı. Fakat bunun için deliller sadece teorik ve endirekt yollarla getiriliyordu. Nihayet şimdi müşahhas ve muayyen deliller var. Geçen aylarda Hawai'deki bir hassas elektronik dedektörle kaydedilen kırmızımsı bir küçük parlak nokta, Kuiper kuşağına ait bir ilk cisim olarak gözükmekledir. Şimdi "1992 QBI" olarak bilinen cisim, ilk hesaplara göre 5,1 milyar km uzaktadır. Bu, onun güneş sisteminde en uzak bir cisim olmasını gerektirmez. Çünkü Plüton, güneşten 7 milyar km uzaktadır. Ama bu cisim, Kuiper kuşağı ve Oort bulutunun gerçekten var olabileceğine işaret eder. Çünkü güneş sisteminin sınırı, Plüton'un gidebildiğinin 10.000 misli uzağına kadar uzanabilir.
Bu keşif tesadüf değildir. Hawai Üniversitesi Astronomu D. Jewitt ve Harward'dan J. Luu. beş seneden beri böyle bir cismi araştırıyorlardı. Jewitt şöyle diyor: "Biz güneş sisteminin dışının niçin böyle boş olduğunu anlamaya çalışıyorduk." Boşluğun sebebi, sistemin dışında gerçekten bir şeyin yokluğu mu. yoksa bir cismi görmenin zor oluşu mu? Bir cismi görmenin zor olduğunu kabul etmenin makul olması için birkaç sebep var: Evvela, kuşak ve bulutun mevcudiyeti, güneş sisteminin doğuşuna ait kurulmuş teorilerle izah edilmektedir. Bu teorilere göre, bir gaz veya toz bulutundan teşekkül eden başlangıçtaki güneş, artık maddelerden meydana gelen disk şeklindeki bir bulul ile kuşatılmıştı. Bu yeni doğmuş yıldızın (güneşin) ısısı, küçük tanecikler ve su buharı da dahil, gazları dışa doğru sevk etti. Biraz ağır olanlar, geri kalan metal zengini kayalar, asteroid ve güneşe yakın gezegenler olarak yoğunlaştılar. Bu gezegenler; Merkür, Venüs, Dünya ve Mars'tır. Gazların çoğu ve daha dışardaki hafif tozlar, gaz devleri dediğimiz; Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün olarak toplandılar. Geri kalanlar da güneşin sıcaklığı ve rüzgarının tesiriyle güneş sisteminin dışına üflendiler. Ve orada toz ve buz yığınları şeklinde dondular. Burada zikretmediğimiz Plüton, diğerlerinden farklı bir gezegendir. Birçok astronom inanıyor ki, o bir gezegen değildir. Dış gezegenlerin biriyle gravitasyon çekimine girerek şimdiki yerine fırlatılmış bir asteroid veya bir dev kuyruklu yıldızdır.

Kuyruklu yıldızların mevcudiyeti, Kuiper kuşağı ve Oort bulutunun varlığına dair başka bir delil daha teşkil etmektedir. Kuyruklu yıldızlar, yörüngeleri üzerinde dönen tozlu buz yığınlarıdır ki bunların sathı, güneşten gelen ısıyla buharlaşmış ve bu buharlardan kuyruklar ve haleler meydana gelmiştir. 1950'li yılların başında Hollandalı astronom Jan Oort, kuyruklu yıldızların güneş sistemini kuşatan bir bulut içinde hasıl olduklarına işaret etmiştir. O, teorisini güneş sisteminin iç kısımlarından, Jüpiter'in dışına kadar uzanan epey uzatılmış yörüngeler üzerine inşa eder. Her 76 senede bir turunu tamamlayan daha kısa periyodlu Halley gibi kuyruklu yıldızların, Oortun çağdaşı ve vatandaşı Gerard Kuiper'in ilk defa bildirdiği Kuiper kuşağından çıktığına inanılıyor. Çünkü tekrarlanmış güneş sıcaklığı, bir milyon sene sonra bir kuyruklu yıldızı kaynatarak buharlaştırıp yok edecektir. Ardından yenilerinin çıkması gerçeği gösteriyor kî, çok geniş bir kuyruklu yıldız tedariki var.
Bazı astronomlar, bu yeni cismin ne olduğunun iyice tetkik edilmesi gerekir diye. ikaz ediyorlar. Onun yörüngesini hesaplamış olan Brain Marsden de: "Bu cisim başka bir şey de olabilir, fakat büyük ihtimalle Kuiper kuşağına aittir" diyor.
Güneş sisteminin iyi bilinmesi, kainatın iyi bilinmesi demektir. Çünkü güneş. kainattaki milyarlarca yıldızdan biridir. Güneş sisteminde tecelli eden Cenab-ı Hakk'ın güzel isimlerinin aynısı, diğer yıldızlarda da tecelli etmektedir. Bu bakımdan Kur'an-ı Kerim'de birçok ayette güneş sisteminden bahsedilmektedir. Fakat istisna olarak sadece dünyanın kainatta müstesna bir yeri vardır. Çünkü üzerinde insan ve İslamiyet bulunduğundan. kainatın kalbi mesabesindedir.

Hüseyin Korkmaz

Bilgisayar virüsleri

"Bilgisayar virüsleri", gerçek virüslerden ilham alınarak ortaya atılan bir tabirdir. Bazıları onların "canlı" olduğunu zannederler, halbuki bu virüsler sadece ve sadece bir tür programdır; ortalığı karıştıran bir program. Gerçek virüsler nasıl hücrelerin yapısını bozuyorlarsa, bilgisayar virüsleri de benzer şekilde hafızada mevcut olan programların yapısını bozarlar.
Birkaç yıl öncesine kadar, ortaya çıkan bilgisayar virüslerini imha etmek zor değildi, fakat artık bu virüs programları o kadar kompleks bir şekilde hazırlanmaktadır ki radara yakalanmayan bir savaş uçağı gibi her tarafa sezdirmeden sızabilmektedirler. Bünyelerindeki husûsî komutlar yardımıyla kendilerini temizlemeye çalışan antivirüs programlarından gizlenebilmekte, hasara uğrayan kesimlerini onarabilmekte (yani kendini tedavi edebilmekte) ve her an farklı bir kimliğe bürünerek takip edilemez hale gelmektedirler. Onlardaki bu "kendini değiştirme" kabiliyeti, AIDS virüslerinin husûsiyetine benzemektedir. AIDS'e karşı tesirsiz kalan aşılar da, yeni nesil virüsler karşısında çaresiz kalan "aşı programlarını" hatırlatmaktadır.

Bilgisayar virüslerinin ortaya çıkışı hakkında enteresan tahminler mevcuttur. Bazılarına göre bunlar can sıkıntısıyla "değişik" ve "heyecanlı" şeyler arayan programcıların hazırladığı özel programlardır. Bazılarına göre de program korsanlığına karşı alınan caydırıcı bir tedbirdir. 1986'da virüs sayısı sadece bir düzine iken 1992'de bu sayı 1000'e ulaşmıştır. Birkaç yıldır en çok virüsün Bulgaristan'dan kaynaklanması ise, çok ilgi çekicidir. Haftada en az iki virüsün bilgisayar ağlarına salıverildiği bu ülkede virüs üretmek yasak değildir. 1980'li yıllarda bilgisayar teknolojisinde söz sahibi olmak için girişimlerde bulunan, ama başarılı olamayan Bulgaristan, farklı bir sahada ilerleme (!) göstermiştir. Yabancı programların şifrelerini çözme konusunda uzmanlaşan Bulgar gençler, "deha" seviyesine gelen bilgi ve tecrübe birikimlerini kullanabilecek uygun bir saha bulamayınca, meşhur olma hevesiyle harıl harıl virüs programları üretmeye başlamışlardır. Bu dahiler ordusunun böyle faydasız, hatta büyük zararlara yol açabilecek işlerle uğraşması gerçekten çok acıdır.
Bilgisayar virüslerinin bütün dünyaya bir anda yayılmasının iki teme! sebebi vardır: Korsanlık, ve ağlar. Programların izinsiz çekimi günümüzde o kadar yaygındır ki hazırlanan bir virüs, yasak kopyalama yoluyla kısa bir zamanda milyonlarca kişinin bilgisayarına yerleşebilir. Öte yandan bilgisayar ağlarının sağladığı büyük imkânlardan virüs programcıları da istifade etmişlerdir. Yazılıp ağa gönderilen gizli bir virüs, programların arasına saklanarak bir anda yine milyonlarca kullanıcıya ulaşabilmektedir. Bu virüslerin hastahanelerdeki kayıtlardan seyahat acentalarının rezervasyon programlarına, büyük şirketlerin malî hesaplarından istihbarat teşkilatlarının gizli bilgilerine kadar her türlü hayatî malumatı tehdit etmesi ise dehşet vericidir. Bilgileri silmediği için "zararsız" görülen virüsler de aslında zararlıdır. İşlemleri aksatacak şekilde yayılmasını önlemek üzere sistemlerini kapatıp bu virüsleri temizletmek için uğraşan bir şirkette işler yaklaşık bir hafta aksamıştır. Bu da şirkete en az 1 milyon dolara mâlolmuştur.

Virüslerin ideolojik yönü çok ibret vericidir. Meselâ "Jews" (Yahudi) virüsü, "Yahudiler hiçbir zaman teslim olmazlar" mesajını ekranda görüntüler. Hırsızlık için ise birebir virüsler mevcuttur. "Gp1" (Get Password 1) adlı virüs, bilgisayar ağları için özel olarak geliştirilmiştir. İletişim ağı içinde dolaşıp kullanıcıların şifrelerini toplar. Bu şifrelerle en gizli bilgilere bile ulaşmak mümkündür. Bazı virüsler ise daha az zararlıdır. Meselâ "keypress" virüsü, basılan bir tuşu tekrar ettirir. Bazı virüsler ekranda top dolaştırırken, bir tanesi de günün belirli saatinde Yankee Doodle şarkısını çalar. "Sunday" virüsü biraz daha muziptir. Pazar günleri ekrana, İngilizce "Bugün pazar, neden bu kadar çok çalışıyorsun?" mesajını yazar. AIDS virüsünün mesajı ise, "Bilgisayarınızın şimdi AIDS'i var" şeklindedir. Türkiye'de yazılan nadir virüslerden "şair" virüsünün 1994 mayısından itibaren, rastgele zamanlarda, ekrana:

"Ben garip bir virüsüm
Disket disket gezerim
Bugün kısmet sendeymiş
Yarın kim bilir kimdeyim?"

mânisini yazacağı tespit edilmiştir.
Virüs programlarını hazırlayan tiplerin ruhî durumları tatili! edilmeye değer. Bilgisayarınızın ekranında bir o yana bir bu yana gidip gelen ufak bir top çıktığında, saatlerce emek vererek yazdığınız bir makale ekranda harf harf eridiğinde, dosyalarınız bir anda gözden kaybolup size bir oyun oynamanızı, eğer oyunu kaybederseniz dosyalarınıza da bir daha ulaşamayacağınızı söyleyen bir programla karşılaştığınızda neler hissedersiniz? Bu virüs programlarını hazırlayan "şakacı gençler" hakkında ne düşünürsünüz? Çoğu genç olan bu virüsçüler, tam bir ekol teşkil etmişlerdir. Metal müziğin, popüler kültürün, Amerikanvari bir espiri anlayışının tesiriyle "macera" peşinde koşan bu gençler, batı kültürünün ödemek zorunda olduğu ağır bir fatura çıkarmışlardır. Ama şöhret, hırs ve rekabet hisleri kabaran bu dahilerle başa çıkmak için ter döken insanların sayısı hiç de az değildir. Büyük ünvanlara sahip insanların, bu gençleri tahrik edici iddialarda bulunmaları ise ortalığı daha da karıştırmaktadır. Meselâ bir öğretim görevlisi, uzun EXE dosyalarına virüs programlarının tesir edemeyeceğini iddia edince gençler inat olsun diye böyle bir program hazırlamışlardır. Kendilerine ait bir de ağ kuran bu gençler, kullanıcıların ağdaki bütün virüslerden istifade edebilmeleri için yeni bir virüs vermelerini şart koşmuşlardır. Bu arada ortaya çıkan anti-virüsçüler ise, virüsleri temizleyen programları herkese ulaştırmaya gayret ederek başlattıkları savaştan galip çıkmaya çalışmaktadırlar. Anti-virüs programlarını hazırlayan şirketlerin kâr hanelerinin her yeni virüsle arttığını hatırlamakta da fayda vardır.

Zararlı bilgisayar virüslerine karşı tedbir olarak teklif edilen şey ise, donanımda yeniliklere gitmektir. Mevcut techizat, her türlü programı kabul edecek şekilde olduğu için virüslere karşı muafiyet sistemi çok zayıftır. Ondaki bu bağışıklık sistemini geliştirecek yeni donanım ve yazılımlar hazırlamak da uzmanların plânlan arasındadır.
Bilgisayar güllerini sevenler, virüs dikenlerine şimdilik katlanmak zorunda. Gelecekte bilgisayarları nelerin beklediği meçhul. Diğer sahalarda olduğu gibi bu sahada da insanlığı terbiye ile faaliyetleri ıslah edecek bir kadronun yetişmesi her zamanki temennimiz.

KAYNAKLAR

- Buharalı, Mehmet (1989). "Bilgisayar Virüslerinin İstilası", Sızıntı,Cilt:11,Sayı:126.
- Mungo, P.B. Clough (1993). The Bulgarian Connection", Discover, February.
- O'Mailey, C. (l993)."Stalking Stealth Viruses", Popüler Science, January.
- Özbay, B. (1992). "Bilgisayar Virüsleri", Panzehir, Sayı: 24.

Yusuf Bayram

Yıldızların Verdiği Mesajlar

Bilim Felsefesi
Bilim ve teknoloji sahasında öyle enteresan keşifler vardır ki tesirleri yıllarca sürer ve insanlığa hizmet etmede her zaman yerini korurlar. Buharlı makinelerden, vakum tüplü lâmbalara kadar bütün buluşlar bugünkü bilgi çağının temel taşları olmuşlardır. Bu gelişmelerin bir parçası olarak uzay çalışmaları sayesinde büyük mesafeler katedilmiş ve kosmos hakkında yeni yeni bilgiler elde edilmiştir.
24 yıl önce keşfedilen gamma ışınları, bilinen ve bilinmeyen yönleriyle, bilim adamlarını hâlâ hayretler içinde bırakmaktadır.
Fotoğraf makinesi flaşlarına benzeyen ve yüksek enerjiye sahip bu ışınların patlaması, diğer bir ifadeyle yanıp sönmesi, ancak birkaç saniye sürmekte ve aynı yerde iki defa ortaya çıktıkları görülmemektedir.
Gama ışını patlamalarını inceleyen astronomlar yakın zamana kadar bunun Samanyolu içinden veya yakınlarından kaynaklandığına inanmakta ve sebeplerini bilememekteydiler. Ancak 1991 yılında fırlatılan bir uydu ile bu ışınların birçok sırları çözülmüş ve kaynağın Samanyolu olmayıp galaksimizden milyonlarca ışık yılı uzaklıkta olduğu tespit edilmiştir.
ABD'deki Compton Rasathanesi'nde son iki yıldır yapılan çalışmalarla, gamma patlamaları günde bir defadan, iki yılda yaklaşık 600 kez gözlenmiş ve gökyüzünü çapraz bir şekilde geçip havai fişeklerin kürevî bir şekilde açılması gibi parıltıların atmosferimizi kapladığı tespit edilmiştir.
Takip edilen havaî fişek benzeri simetrik görüntülerle, astronomlar, patlamaların kaynağının galaksimizin dışında, hatta görülen kâinatın sınırlarında olabileceğini düşünmeye başlamışlardır. Gerçekten de patlamalar Samanyolu'nun içinden kaynaklansaydı, dünyadan tespit edilen dağılımlarına ait görüntülerde çarpıklıklar görülecek ve galaksinin merkezine doğru yoğun bir yapı ortaya çıkacaktı.
İşte gamma ışını patlamalarının mükemmel bir şekilde simetrik dağılımı, kaynağın galaksimiz olmadığını göstermekledir. Çok uzaklardan gelmelerine rağmen bu şekilde parlak görülmeleri, bu ışınların ne kadar çok enerji taşıdıklarına dair kriter olarak değerlendirilmektedir. Yapılan tahminler, bir gamma ışını patlamasının 10 saniye içinde ürettiği enerjinin, güneşin 10 milyon yılda ürettiği toplam enerjiye eşit olduğunu göstermektedir. İşte bu kadar büyük bir enerjinin kaynağının ne olduğu bilim adamlarının cevaplamaya çalıştıkları önemli bir sorudur. Bu alanda yürütülen bir teoriye göre, nötron yıldızları veya daha yoğun haldeki kara delikler ışın patlamalarının sebebi olabilir. Enerjileri sona eren bazı yıldızlar çekim kuvvetinin tesiriyle küçülmeye başlarlar ve proton, elektron gibi yüklü parçacıklar uzaklaşır, geriye sadece yüksüz nötronlar kalır. Kütlesi ve çekim kuvveti son derece artan, bu hale gelmiş nötron yıldızına düşen bir nesne çok büyük enerji patlamalarına yol açar. Öyle ki bir avuç kumun dahi nötron yıldızına düşmesiyle milyarlarca tonluk dinamit patlamış gibi bir enerji ortaya çıkabilir. İşte iki nötron yıldızının çarpışması sonucunda da, bir gamma ışını patlamasında görülen enerjinin ortaya çıkması mümkün olabilir.
Etrafımızı görüp tanımada ışık ne denli öneme sahipse, kâinatın bilinmeyen derinliklerini tanımada da aynı öneme sahiptir. Bu ışınlar bir taraftan idrak edemediğimiz büyüklüğü ile kâinatta, taşıdıkları yüksek enerjiyi bir yerden başka bir yere taşıyarak yine bilemediğimiz dünyalarda enerji dengesini sağlamakta ve bu şekilde termodinamikteki entropi kanununun yürürlükte kalmasına vesile olmakta, diğer taraftan da insan olarak bize bilinmeyen dünyalardan, araştırmakla öğrenebileceğimiz bilgiler taşımaktadır.

Mehmet Güneş

Kolumuzdaki İncelikleri Farkedelim

Bilim Felsefesi
Basit bir mekanizma olarak ele aldığımızda kolumuz acaba mükemmel bir şekilde mi tasarlanmıştır? Dirseğimizin, kolumuzun tam ortasında olması tesadüfi midir? Bir yerine iki dirseğimizin olması daha mı iyi olurdu? Acaba elimiz istenilen noktaya ulaşmakta yeterli kabiliyete sahip midir? Akla gelebilecek bu ve benzeri soruları mekanistik açıdan değerlendirip cevaplar arayacağız.

Mühendislikte hareketli parçalan birbirine bağlayabilmek için çeşitli tasarımlar yapılmıştır. Bunlardan en basiti menteşelerdir (Şekil-1a). Menteşe sadece tek yönde açılıp kapanmaya izin verir. Bu tip sistemlere serbestlik derecesi 1 olan sistemler denir. Yani tek bir parametre ile bu sistemin konumu tam olarak tarif edilebilir. Menteşenin iki kanadı arasındaki açı, hareketi tam olarak tarif eder. Dirseğimiz menteşe sistemine güzel bir misaldir. 2 serbestlik derecesine sahip diğer bir bağlantı şekli ise kardan bağlantısıdır (Şekil-1b). Motor şaftı ile tekerlekler arasındaki bağlantı bu şekilde sağlanır. Şaft dönmediği durumda tekerleklerin süspansiyonla hareketinin şafta zarar vermemesi için menteşe gibi bir sistem yeterli olabilirdi. Ama şaft dönme vaziyetinde iken, her dönme durumu için tekerleklerin yaylanma hareketinden etkilenmemesi için kardan bağlantısında olduğu gibi iki serbestlik derecesine ihtiyaç vardır. Bileğimiz böyle iki serbestlik derecesine sahip bir bağlantıdır. Şekil-2a'da elimizin sağa ve sola hareketi, şekil-2b'de ise elimizin öne arkaya hareketi görülmektedir.




Kürevî mafsalda ise üç serbestlik derecesi vardır (Şekil-1c). Bu tip bağlantıda bir yuva içerisine oturtulmuş bilye ve bu bilyeye bağlı bir çubuk vardır. Çubuk her yöne doğru eğilebilme ve kendi etrafında dönebilme kapasitesine sahiptir. Mühendislik tasarımlarında bilyenin yarıdan fazlası yuvanın içerisindedir ve bu sayede çubuğun çıkıp kurtulması engellenir. Aynı sistem üst kol kemiğimiz olan 'humerus'un kürek kemiğine bağlantısında da yaratılmıştır (Şekil 3). Yalnız bunun mühendislik tasarımlarından bir farkı vardır; bilyenin yarıdan daha azı oyuğa oturtulmuştur. İlk bakışta dezavantaj gibi gelen bu özellik tam tersine birçok avantajlara sahiptir. Bu sayede kolun hareket serbestliği artmaktadır. Şiddetli bir darbede kol yerinden çıkabilmekte, bağlantı noktasında kırılmalar önlenmektedir ki, bu tip yerlerdeki kırılmalar en zor tedavi edilebilen kısımlardır. Kolun yuvada kalmasını sağlayan kaslardır. Bir kol çıkması durumunda bu kaslar zedelenmemekte ve bunların yardımı ile kol eski yerine kolayca oturtulabilmektedir.




Elimiz ile pazı kemiği arasındaki bağlantıyı sağlayan kemikler bir tane olmayıp bunlar ön kol kemiği ve dirsek kemiğidir (Radius ve Ulna, Şekil 3). Bu tip tasarım dirsekten itibaren elimizi döndürmemizi sağlamaktadır (Şekil 4). Eğer pazı kemiği ile elimizi tek bir kemik birleştirmiş olsa idi tornavida gibi aletleri kullanmak mümkün olmayacaktı. Bileğimizde ise sekiz küçük kemik olup bunların fonksiyonları hâlâ tam olarak anlaşılabilmiş değildir.




Kol mekanizmamızda toplam kaç serbestlik derecesi olduğuna bir bakalım. Omuz bağlantımızda 3, dirsekte 1. bilek arasında 1 ve bilekte 2 olmak üzere toplam 7 serbestlik derecesi vardır. Bu kaba hesaba omuz ve parmak kemiklerinin hareketleri dahil edilmemiştir. Şimdi ise endüstride çok kullanılan robotlara ait bir örneği alalım. Şekil 5'de görülen robotun ana gövde bağlantısında 2, dirsekte 1 ve uçtaki hareketli kısımda 3 serbestlik derecesi olmak üzere toplam 6 serbestlik derecesi vardır. Uzayda herhangi bir kayıt altında olmadan hareket eden bir cismin 6 serbestlik derecesi vardır. Bunlardan üçü, üç boyutlu uzayın x, y ve z koordinatları ile, diğer üçü ise bu koordinatlar etrafındaki dönme ile temsil edilir. Robot mekanizmasında görüldüğü gibi acaba 6 serbestlik derecesi elimiz için yetmez miydi?




Bunun 1 fazla olmasının tasarıma getirdiği avantaj nedir? Robotun uçtaki parçasının erişme mesafesi içerisindeki bir noktaya ulaşması ancak tek bir şekilde olur. Eğer bu ulaşma yolu üzerinde bir engel varsa robot bu noktaya ulaşamaz. Halbuki elimiz 7 serbestlik derecesinden dolayı erişme mesafesindeki bir noktaya birçok değişik yoldan gidebilmekte, bu sayede engellerin etrafından dolaşabilmektedir.




Şimdi dirseğin niye tam kolumuzun ortasında olduğu sorusunu cevaplayalım. Kolay anlaşılabilmesi için iki boyutta düşünelim. Şekil 6a'da birbirine bağlanmış q ve r uzunluğunda iki çubuk, kol mekanizmasını temsil etsin. q, r'den büyük olduğunda ortada hiç ulaşılamayan bir bölge kalmaktadır (Şekil 6b). Aynı durum q, r'den küçük olduğunda da geçerlidir (Şekil 6d). Halbuki q, r'ye eşit olduğunda her noktaya ulaşılabilmektedir (Şekil 6c).




Bir yerine iki dirseğimiz olsaydı serbestlik derecesi gereksiz yere 8'e çıkacak, dolayısıyla kolun mukavemeti azalacaktı.

Kabaca incelediğimiz kol mekanizmasında büyük mühendislik tasarımları yatmaktadır. Bu yazımızda kemik dokusunun hafiflikle mukavemeti nasıl optimize ettiği, kol ve el kaslarımızın mükemmel bir âhenkle çalışması, elimiz ve parmaklarımızdaki hârika yapı üzerinde hiç duramadık. Elimizin avuç içerisindeki derisi yerine, üstündeki derisi avuç içerisinde olsa idi, tuttuğumuz bardak elimizden kayıp gidecekti. Sayılamayacak kadar bu ve benzeri misaller bir araya geldiğinde, bu işlerin tesadüfen evrimleşerek ortaya çıktığını kabullenebilmek, ancak, ilmi kuşaklan inkâr etmekle mümkün olabilecektir.



Kaynak

- Alexander R. McNeill, The Human Machine, Colombia University Press, 1992.

Doç.Dr. M.Sami Polatöz

Okyanus Ve Gizemli Dengesi

Bilim Felsefesi
Herkes deniz suyunun tuzlu olduğunu bilir. Deniz suyunun yaklaşık olarak %3’ü sodyum klorür, yani bildiğimiz tuzdur. Fakat deniz suyu nehirlerden okyanuslara akan ve buharlaşma neticesi daha tuzlu hale gelen bir su değildir. Çünkü sodyum klorür ve diğer tuzların denizlerdeki ve nehirlerdeki izah miktarları farklıdır. Deniz suyunun bileşimini nasıl kazandığı ve koruduğu uzun zamandan beri tartışma konusudur. Atlantik tabanındaki sıcak kaynakların deniz suyunun bilinen kompozisyonunu elde etmesinde mühim bir unsur olduğu yakın zamanda anlaşılmıştır.

Deniz suyunun her litresinde yaklaşık olarak 35 gram ve nehir suyunun her litresinde 0,1 gram çözünmüş çeşitli tuzlar bulunmaktadır. Bunlar büyük nisbette sodyum, magnezyum, kalsiyum gibi pozitif yüklü ve klor, sülfat ve bikarbonat gibi negatif yüklü iyonlardan oluşur. Deniz suyu ile nehir suyu kıyaslandığında bu elementlerin derişimlerinin farklı olduğu görülür. Deniz suyunda miktarlarına göre büyükten küçüğe sodyum, magnezyum, kalsiyum iyonları ve yine aynı şekilde klor, sülfat ve bikarbonat negatif iyonları bulunur. Aynı sıralamaya göre nehir suyunda sırası ile kalsiyum, sodyum, magnezyum ve bikarbonat, sülfit klorit bulunur. Deniz suyu diğer birçok iyonu da ihtiva eden karmaşık bir terkiptir.

19. yüzyılın sonlarına kadar deniz suyunun kimyasının nasıl korunduğuna dair çok fazla birşey bilinmemekteydi. Bu husus 1865’le Danimarka Kraliyet Bilimleri Akademisi’nden Georg Farahhammer tarafından şöyle ifade edilmişti: “Deniz suyundaki çeşitli elementlerin miktarları, nehir suyunun denizlere taşıdığı elementlerin miktarları ile orantılı değildir, fakat denizlerde bazı elementleri çözülmez hale getiren kimyasal ve organokimyasal reaksiyonların meydana gelme ihtimaliyle ters orantılıdır.”

Deniz suyunda cereyan eden kimyevi ve biyolojik reaksiyonlar, nehirlerin okyanuslara taşıdığı bazı tuzların uzaklaştırılmasında rol alarak, deniz suyunun kimyasının korunmasını sağlar.

Mesela, mikroskobik bitkiler ve hayvanlar, deniz suyundaki kalsiyumu kabuk yapılarına alarak güçlendirirler. Bu da deniz suyunda nehirler ile kıyaslandığında neden diğer elementlere göre daha az kalsiyum bulunduğunu açıklar. Denizlerde eser miktarda çözünmüş olarak bulunan bakır, çinko, kadmiyum ve kurşun gibi metaller ise bu bitki ve hayvanların öldükten sonra yapılarında birikerek denizin dibine çöker ve sudan uzaklaştırılmış olurlar. Böylece deniz suyunun kimyası korunmuş olur.

Fakat bu süreç, mesela nehirlerin getirdiği magnezyumun okyanus suyundan nasıl uzaklaştırıldığını açıklamıyor. Dengeyi sağlayan böyle bir uzaklaştırma işleminin var olması gerektiğini biliyoruz. Çünkü nehirlerin katkısına rağmen deniz suyunda magnezyum miktarı sabit kalmaktadır. Bu arada, daha az bulunan lantanyum ve vanadyum gibi metallerin dengelerinin de nasıl sağlandığı bu işlemlerle açıklanamamaktadır. 1865’teki teori ileri sürülürken okyanuslara su girdisi sağlayan bir diğer kaynağın varlığından bilim dünyası habersizdi. Bu kaynak okyanus tabanındaki bazaltik yayılım sisteminin boşluklarında hareket eden ve nihayetinde sıcak su kaynağı girdisi olarak ortaya çıkan jeotermal akışkandı. Fakat böyle bir su girdisi bazı elementleri sudan nasıl uzaklaştırıyordu?

1977 senesinde Panama’nın 500 km batısında “Galapagos bazaltik yayılım merkezi” denilen bir denizaltı sıradağları bölgesinde okyanus tabanındaki yarıklardan 17 derece sıcaklığında su çıkışı keşfedildi ve bilim dünyası ilk defa denizaltı sıcak su kaynakları ile tanıştı. Bu akışkanın içinde siyah, yoğun duman özelliğinde olan ve birbiri üstüne kabararak dalga hareketi ile yükselen ergimiş kayaç tanecikleri ve deniz suyu bulunuyordu. Bu hidrotermal akışkanın, birbirine zıt iki çözelti olan sıcak kaynak suyu ile deniz suyunun birbirleriyle karışmasıyla oluştuğu neticesine varılacaktı. 1987 senesinden beri, bu karışımın yükselmesini sağlayan mekanizma ile bu sistemde yer alan kimyasal reaksiyonların araştırılmasına devam edilmektedir.

Bu sıcak su kaynakları keşfedilmeden önce jeokimyacılar hidrotermal faaliyetin okyanusların bileşimi üzerindeki muhtemel tesirlerinin ne olacağını bilmiyorlardı. Fakat bugün birçok bilim adamı tüm okyanus su hacminin 10 milyon yıl gibi bir periyotla hidrotermal sistemden geçtiğine inanmaktadırlar. Deniz suyu okyanus kabuğu içine birçok yolla girmektedir. Deniz tabanındaki bazaltik kayaların içinde ilerleyip denizaltı silsilelerindeki sıcak kaynaklardan dışarı çıkmaktadırlar. Bu ise yılda 1014 litrelik akış miktarına eşittir.

Hidrotermal kaynaklardan kökeni itibarı ile çıkan akışkan, aslında deniz suyudur. Fakat devr-i daim sisteminin bir yerinde çarpıcı bir değişikliğe uğramıştır. Deniz suyu alkalidir (pH8) ve sıcaklığı 3600 m derinlikte 2.7 C’dir. Tabandaki kaynaklardan çıkan akışkan ise asidik (pH3) ve sıcaktır; aynı derinlikte 365 C’a kadar ulaşır. Bu suyun bileşimi de değişiktir. Bazı elementler, mesela bütün magnezyum bu sudan uzaklaşmıştır ve bu su normal deniz suyu ile karşılaştırıldığında bazı gazlar ve elementler itibarı ile zenginleşmiştir. Çok fazla helyum ve hidrojen sülfür içermektedir, ayrıca mangan konsantrasyonu deniz suyunun 1 milyon katı kadardır.

Bu değişiklikler nasıl olmuştur? Cevap, devr-i daim yapan su ile suyun içinden geçtiği sıcak bazaltik yayılım arasındaki reaksiyonlarda bulunmaktadır. Deniz suyu 100 C’nin üzerine kadar ısıtıldığında içindeki, kalsiyum sülfat olarak çöker, gerisi ise hidrojen sülfür oluşturmak üzere indirgenir. Bazalt temelde silikat minerallerinden oluşan bir kayaçtır. Deniz suyundaki magnezyum bu minerallerle yüksek sıcaklıklarda karmaşık reaksiyonlara girerek magnezyumca zengin mineraller oluşturur ve çöker. Bu reaksiyonlar neticesinde açığa çıkan hidrojen iyonları suyu asidik yaparken, oksijenle birleşen mineraller de suyu oksijence fakirleştirir. Magnezyum ve sülfatın deniz suyundan bu şekilde uzaklaşması jeotermal akışkanın okyanus suyunun bileşimine etkisini tam olarak izah edemez.

Haziran 1990’da Orta Atlantik Denizaltı Sıradağlarındaki aktif sıcak su kaynaklarında bazı araştırmalar yapıldı. Bu araştırmalar neticesinde sıcak kaynaklardan gelen akışkanın deniz tabanından birkaç yüz metre yükseğe çıkana kadar deniz suyu ile karıştığı ve kimyasal reaksiyonlara girdiği anlaşıldı. Ağustos 1991’de yapılan analizlerde, akışkan çıkış noktalarından 10 metre kadar yükseklikte demirin, deniz suyunda çözülmüş demirin oksitlenip ilk geliş safhalarında çökmesine eş bir hızla çöktüğü görüldü.. Bu ise demir oksitlerinin akışkanın oluştuğunu ima ediyordu. Bu olay deniz suyunun bileşimine nasıl tesir ediyordu? Akışkandaki demirin yarısının deniz suyu ile karışır karışmaz metal sülfür olarak çöktüğünü biliyoruz. Su ile karışıp soğuyan ve sülfürler ile bileşik yapabilen metaller akışkandan çökerek uzaklaşırlar.

Fakat bu, söz konusu sürecin sadece bir kısmıdır. Eğer akışkan içindeki demirin diğer yarısı demir oksit olarak çöküyorsa, fosfor, molibden ve arsenik gibi diğer elementler de demir oksitlerle birlikte çökerler. Bu işlem sonucunda akışkan ile karışan bahsi geçen elementler çökecektir. Eğer bu doğru ise, hidrotermal kaynaklar bu elementlerin kaynaktan değil, bunları deniz suyundan uzaklaştırarak deniz suyu kimyasının dengesini sağlayan mühim bir unsurdur.

Demir oksitler lantanid grubu ve toryum gibi bazı ağır elementleri bünyelerine alırlar ve bu olay onların sudan uzaklaşması için diğer bir mekanizma oluşturur. Bu işlem demir oksit parçacıkları akışkan ile beraber hareket ettikçe devam eder. Bu yolla deniz suyunda azınlıkta ve eser miktarda bulunan elementler büyük oranda sudan uzaklaştırılmış olurlar. Lantanidler okyanusa nehirler vasıtası ile eklendikleri miktarda sudan uzaklaştırılırken vanadyum gibi eser miktarda bulunan elementler ise nehirler vasıtası ile eklendikleri miktarın % 30’una inerler.

1987’den bu yana süren araştırmalar, okyanus tabanındaki sıcak kaynakların okyanus suyundaki birçok elementin kaynağı olduğuna dair tahminlerin tam tersi sonuçlar verdi. Bu kaynaklardan, nehirlerin getirdiği elementlerin birçoğunu deniz suyundan uzaklaştıran reaksiyonların başlatıcısı durumundaki akışkanlar geliyordu. Bu jeotermal akışkan ile, karıştığı deniz suyu arasındaki reaksiyonlara bir başka açıdan bakıldığında ise, bu reaksiyonların deniz kimyasının kadmiyum, kurşun gibi kirlilik sebebi elementler ile nasıl başa çıktığını anlamamızı da kolaylaştırdığı görülmektedir.


KAYNAK

— New Scientist, 13 Haziran 1992

M. Eyüp Yaşa

Zekâ Ve Akıl Hakkında

Bilim Felsefesi
Akıl nedir, zeka nedir? Aralarında ne gibi farklılıklar söz konusudur? Varlık sebepleri nelerdir? Zeki ve akıllı nitelemeleri ile neyi kastederiz? Her zeki insanın her hareketi akıllıca olur mu? Akıllı olmak için zeka, zeki olmak için akıl aynı değerde birer ön şart mıdır?

Zeka ve diğer fakülteler

Akıl kelimesi gibi Arapça asıllı olan zeki kelimesi; parlak ateş, parlaklık ve keskinlik anlamlarına gelmektedir (Felsefenin ilkeleri, Nihat Keklik; Doğuş Yay., İstanbul 1982).

İnsanın kendisini ve kendisini çevreleyen evreni beş duyusuyla algılayıp anlamlandırması zeka ile olur. Yeni durum ve olaylara intikal etme, anlama, öğrenme, analiz ve sentez etme yeteneği, beş duyunun ve sezginin belli bir verimlilikle kullanılması, dikkatin ve düşüncenin yoğunlaştırılması, ayrıntılara dikkat edilmesi zekanın varlığıyla olur.

İnsan zekası, insan ruhunun çatısı altında şuur, akıl, vicdan, sezgi, his ve hafıza gibi fakültelerin tek tek herbiriyle birlikte çalışmaktadır (Şuur, temelini insan zekasının oluşturduğu, sadece insana özgü bir uyanıklık ve algılama hali olarak tarif edilebilir.). Bu et-tırnak birlikteliğinden dolayı, indirgeyici veya soyutlayıcı yaklaşımlarla insan zekasını ana- liz etmek mümkün değil. İnsan zekasının, insanın mahiyetindeki diğer manevi fakültelere doğrudan bağlı olması, bizi, zeka kavramının tek bir tarifi olamayacağı sonucuna götürüyor ve insan zekası, hayvan zekası, -gerekiyorsa- yapay zeka gibi farklı zeka tarifleri yapmamızı gerekli kılıyor. Ayrıca insanda (belki bazı hayvanlarda da) zeka ile yetenek arasında kuvvetli bir ilgi söz konusu olduğundan, farklı zeka tiplerinden de sözedilebilir (Sosyal zeka, müzik zekası, matematik zekası gibi.).

Diğer yandan, her ruh ve zeka sahibi varlık aynı zamanda şuur ve akıl sahibi olmayabilir. Hayvanlar, kendi aralarında farklı olmak üzere, belli bir zeka düzeyine sahip, fakat akıldan yoksundur; dolayısıyla zekaları insan zekasından tabii ki farklıdır.

Peki hayvanlar öğreniyor mu? Yoksa bu, hafıza dediğimiz üniteye mekanik bir kayıttan mı ibaret? Öğrenme denecekse eğer, bu durum, hayvan daha önce karşılaştığına benzer bir koku, tat, eşya veya hareketle yeniden karşılaştığında refleksif bir tepki şeklinde kendini ortaya koyuyor, akli bir muhakeme ile değil. Dolayısıyla, hayvanın hafızası da insanın hafızasından farklıdır. İnsan hafızası ise, onun ruhundaki diğer fakültelerle girift bağlara sahiptir. Bilgiler hafızaya, zeka, his, sezgi, akli muhakeme ve niyet kanalıyla geliyor. Bizim için önemli olmadığına inandığımız bilgiler hafızaya girmiyor. Çünkü özel bir dikkat sarf etmiyoruz onlar için. Mesela bir arkadaşımızın yanında ilk defa karşılaştığımız bir kişi eğer bizim için herhangi bir anlam taşımıyorsa, bize ismen tanıştırılsa da genellikle adını hemen unutuyoruz. Fakat çeşitli sebeplerden dolayı adını öğrenmek istiyorsak, bu. hafizamıza özenle kaydoluyor. Sonuçta insanın, yapı ve işleyiş bakımından kendine özgü bir zeka ünitesine sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Ruh halinin zekanın kullanımına etkisi

Zeka ile düşünme yeteneği, düşünme ile de kişinin ruh yapısı (veya benliği) arasında kuvvetli bir münasebet söz konusudur. Çok zeki olduğu halde, çocukluktan itibaren aldığı terbiyenin ruh yapısı üzerindeki olumsuz etkileri sebebiyle sosyalleşememiş, tutuk ve ürkek kalmış, kendine güvensiz bir ruh halinde yaşayan kişilerin rahat ve takıntısız düşünce geliştiremedikleri, dolayısıyla zekalarının gereğini yerine getiremedikleri görülmüştür. Bu konuda Einstein’ın çocukluk dönemi tipik bir örnek teşkil eder: Okulda kendisine “utangaç Jean” manasına gelen “Biedermier” lakabını takmışlardı. Sorulan herhangi bir soruya karşılık olarak yanlış birşey söylememek için, ancak uzun bir düşünme süresinden sonra cevap veriyordu. Hatta bir ara aile içinde, zekasının geriliğinden korkulmuştu. Okuldaki durumu, annesinde, bir yakınına yazdığı mektupta şunları belirtme ihtiyacı ne yapacağımızı bilmiyorum, gerçekten pek birşey öğrenemiyor” Bu durum, Einstein’ın ilk ve orta öğrenimini, baskı atmosferinin hakim olduğu katolik bir eğitim müessesesinde yapmasından kaynaklanıyordu (1880’li yılların Almanyası’nda sadece dini okullar vardı). Einstein, hatıralarında, okuldaki eğitmenlerin tavrından ‘çavuş baskısı” olarak bahsedecek, hocaların ise “teğmenler” gibi davrandığını belirtecektir.

Bu misâlde de görüldüğü gibi bir kimse, şahsiyetinin zedelendiği veya sağlıklı gelişme imkanı bulamadığı böyle bir durumda, çok zeki dahi olsa, bu problemin üstesinden gelemeyebilir.Burada, insanın ideal sahibi olması onun şahsiyetini geliştirecek, kendisine güvenini artıracak, sonuçta kendisini daha hür hissetmesini ve daha rahat ifade etmesini sağlayacaktır.

Yukarıdaki durumun tersi de görülebilir. Kendine aşırı güvenen ve dağınık düşünen, kuvvetli analizler yapabildiği halde, bunlara sentez düşüncesiyle yaklaşma arzusu veya sabrı gösteremeven kişiler de vardır. Bunlar hayatlarında genellikle bir sonuca gitmeyi düşünmezler. Tenkit ağırlıklı konuşurlar. Bunda, dikkatlerinin yüksek oluşunun, doğuştan getirdikleri huy ve mizaçlarının,aldıklan terbiyenin rolü vardır. Diğer yandan, zeki olduğu halde sürekli tutarsızlıklar sergileyen, hareketleri akıllıca olmayan insanlar da vardır ki, bu, onların benliklerindeki itminan zayıflığına bağlı olarak ortaya çıkabilmektedir.

Yüksek zekanın karşılaştığı problemler

Bazı insanlar; süratli düşünme, bilgiyi süratle değerlendirip belli bir yere oturtma, ondan yeni fikirler geliştirme, süratli analiz ve sentez yapabilme kabiliyetine sahiptirler. İntikal ve vukuf kabiliyeti yüksek, süratli karar verebilen, dikkat ve merakları sürekli uyanık kalan zeki talebelerin, okullarda normal süratte uygulanan eğitim/öğretime ayak uyduramamaları, bu hız farkının onların canını sıkmasından dolayıdır. Bu kişiler süratle akan düşüncelerini aynı süratle yazıya geçiremedikleri için, genellikle konuşmayı tercih ederler. Çünkü düşünme mekanizması kalemi tutan elden daha süratli işler. Yazma işi hız kesicidir; dolayısıyla teklemeler, atlamalar,unutmalar ve sonradan hatırlamalar olabilir, bu da, iletilen bilgi dizisinde hatalı ardalanmalara, yer değişikliklerine yolaçar ve maksat istenen şekilde ifade edilemeyebilir. Dikkat ve ilgileri sürekli meşgul olan, zamanı lüzumsuz kullanmaktan sıkılan bu kişilerin yazıları çok düzgün olmayabilir.Bununla ilgili bir misal, Bediüzzaman’ın, düzgün yazamadığı için, kendisini yarım ümmi olarak tarif etmesidir. Onun bu özelliği, ilham yoluyla kalbine geldiği için dilinden süratle dökülen eserlerini talebelerine yazdırmasını gerektirmiştir (İlhamın, belli bir konuda diğer insanlardan daha fazla kafa yoranlara nasip olduğu da bir başka gerçektir). Bu yaratılıştaki kişiler, çok yönlü zihınlerinden gelip geçen parlak hakikat ifadelerini küçük notlar halinde yazmayı da tercih edebilirler. Onun ‘Sünûhat’ adlı eseri bunun güzel bir misalidir.

Bazılarında ise intikâl süratli değildir. Analiz-sentez kabiliyeti aynı derinlikte olsa da, bunlar mizaçlanndan dolayı, yeni şartlara daha ihtiyatlı yaklaşma, temkinli karar verme istidadındadırlar. Bilgiyi yazıyla aktarmak bunların yapılarına daha uygun olabilir. Bu noktada sabır mühim bir unsurdur. Sabırlı oldukları takdirde, birinci gruptakiler güzel yazılar da çıkartabilirler. Okuyucu bu yazıları, onları dinliyormuşçasına okur.

Zekâ / Akıl

Arapça sözlüklerde çeşitli manaları olan akıl kelimesi bir bakıma, bağlamak demektir. Burada, bağlamaktan maksat, birbirine uygun iki nesne veya iki kavram arasında bağlantı kurmaktır. Mesela, kalem ve yazmak kelimeleri arasında, uygun bir bağlantı (ilişki) vardır: Bu suretle, “kalem yazıyor” önermesi, akla uygundur (age).

Zeka ile aklın mathiyet ve fonksiyonları farklıdır. Akıl, hikmet içindir. Akletmek, muhakeme etmek, hüküm çıkarmak içindir.Kabul eden veya etmeyen, yani karar, tercih veren ve seçim yapan akıldır. Çünkü akıl, irade sahibidir aynı zamanda. Zeka ise irade sahibi değildir ve sadece aklın faaliyeti için gerekli verilen toplar. Beş duyu kanalıyla, ayrıca sezgiler ve hisler yoluyla insan şuuruna akan bilgileri algılar ve aklın önüne koyar. Bunların iradi, sübjektif değerlendirmesini akıl yapar. Böylece insan nihai karar ve tercihini, akli fonksiyonlarıyla belirler. Bu aynı zamanda insanın iradesini ortaya koymasıdır. Akıllı olmak için zeka tabii bir ön şart iken, zeki olmak için akıl sahibi olmak gibi bir ön şart söz konusu değildir. Böyle bir mukayese zaten doğru değildir, çünkü akıl, insanın zihin ve düşünme faaliyetinde sonraki aşamayı oluşturmaktadır.

Zeka, aklın kullanılması için verilmiş bir motordur ve bu motorun verimli ve faydalı kullanılması da aklın işlerliğiyle mümkündür. Aksi takdirde orta yerde sadece kurnazlık kalır. Çok zeki, daha doğrusu çok kurnaz bir hırsızdan sözedilebilir, fakat ona asla akıllı denemez. Çünkü o ileriyi düşünememiş ve kendisini çıkmaz bir yola sokmuştur. Gayrimeşru kazanç, hayatı boyunca vicdanını rahatsız edecektir.

Bir otomobile göre mukayese edecek olursak, zeka motora. akıl ise direksiyona benzetilebilir. Motor çok iyi çalışabilir, ama direksiyon iyi kullanılmıyorsa motorun verimi bir fayda sağlamaz. Araç her an kaza yapabilir. Sonuçta, akli muhakeme için bir ön faaliyet olan düşünme eylemi, zekanın varlığını gerektirmektedir. Fakat, her düşünen aklını kullanıyor demek değildir.

İnsan, akıl ve düşünme

İnsan aklı, kainatta en önemli bir meyve olarak kabul edersek, aklın kendisini yaratan Yaratıcı’yı tanıması nihai varlık sebebi olabilir; aklın diğer bütün faaliyetleri de bu sonucu vermesi açısından önemli ve anlamlıdır. Akıl, kainatı tarayacak, insan denilen müstesna varlığı tanıyacak ve bütün bunlar onu Yaratıcı’sına götürecektir. Çok zeki olduğu halde bu sonuca ulaşamayan, yani aklını kullanamayan veya kendisine doğuştan bir potansiyel olarak verilmiş olan aklını kuvveden fıile çıkaranıayan insanlar (bilim adamlan, düşünürler) gelip geçmiştir. Burada bir bakıma felsefe-hikmet ayırımını da görebiliriz: Sürekli analitik kalmaya mahkum bir çeşit zeka oyunu olan felsefe ile akli muhakemenin ulaştığı hikmet arasındaki ayırım. Bediüzzaman Kur’an’ın mahiyetinden bahsederken buna dikkat çeker: “Mesela Kur’an güneş için der: ‘Döner bir siracdır, bir lambadır.’ Zira Güneşten, Güneş için, mahiyeti için bahsetmiyor, belki bir nevi intizamın zenbereği ve nizamın merkezi olduğundan; intizam ve nizam ise, Sâni’in ayine-i marifeti olduğundan bahsediyor. Evet der: ‘Güneş döner.’ Bu ‘döner’ tabiriyle; kış, yaz, gece, gündüzün deveranındaki muntazam tasarrufat-ı kudreti ihtar ile, azamet-i Sânii ifham eder... Şimdi bak: Şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak diyor ki: ‘Güneş, bir kitle-i azime-i mâyia-i nâriyedir. Ondan fırlamış olan seyyaratı etrafında döndürüp, cesameti bu kadar, mahiyeti böyledir, şöyledir’ İşte insan zekasının bugün geldiği seviye, varlık alemini bilimsel gözlem ve deneylerin sonuçlanyla çok detaylı olarak tanıtıp şerhedebiliyor. Fakat bir adım daha atarak bu varlık mucizesinin arkasındaki ilim ve kudreti görebilmek, ancak aklın faaliyet alanına giren, aklın kullanılmasıyla mümkün bir husus oluyor (Kader açısından da bir nasip meselesi.). Yani, tek başına zeka yeterli olmuyor. Kur’an’ın,“Göklerin ve Yer’in yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşisıra gelmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyarak yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirdiği bir su ile, ölmüş olan toprağı diriltmesinde, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları ve yer ile gök arasında emre amâde bekleyen bulutları döndürmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah’ın varlığını ve birliğini ispatlayan) pek çok deliller vardır.” (2/164); “Allah, dilediğine hikmet verir. Kime hikmet verilirse ona pek çok hayır ve üstünlük verilmiştir. Gerçekleri ancak akıl sahipleri anlar.” (2/269); “İşte Allah ölüleri böyle diriltir, size alametlerini gösterir, ta ki, akledesiniz.” (2/73) gibi ayetleri zekanın faaliyet alanını aşan, ancak aklın nasibi olan ve insanı hikmete götüren bu idraki, bu akletmeyi, bu muhakemeyi ortaya koymaktadır. Bu yüzden Kur’an “akıl sahipleri” diyor, “zeka sahipleri” demiyor. Çünkü zeka, akıl için sadece bir ön şart. Zeka yoksa akıl zaten yok. Nihai hedef akıl. Kur’an aklı muhatap alıyor. Çünkü idrak ve muhakeme, nihai karar ve tercih akıl ile olacak. Bu yüzden denebilir ki, Kur’ani manada tefekkür, zekanın hakikati arayışıdır, kendini en doğru şekilde, en doğru yerde kullanmasıdır ve akletme denilen olayın ta kendisidir. Böyle bir akıl, zekanın faaliyetiyle toplanan bilgilerin arkasındaki hikmeti görmekte, yani sadece kuru bilgi aşamasında kalmamaktadır; bir üst fakülte olarak fonksiyon görmektedir. Zeka gerçeği ve görünür realiteyi, akıl ise hakikati algılamak üzere yaratılmıştır. Yani sahaları farklıdır. Böylece, ancak niyeti hakikati arayıp bulmak olan kişiler bunu başarabilir, hakikate uygun kararlar alabilirler.

Gerçek yalandan, iyi kötüden, doğru yanlıştan akl-ı selimle ayırt edilebilir, zeka ile değil. Zeka realiteyi tespit eder, akıl kişinin niyetine göre bu tespiti yorumlar ve kendince bir yere oturtur. Akıl, hislerin önünde tutulabilirse sağlıklı muhakeme yapabilir. Bunu başaran insanlar için hakikat tektir, değişmez. Aksi durumda insan sayısınca doğru ortaya çıkar. Bu yüzden “aklın yolu birdir” denilmiştir. Aklın kullanılamaması, nefsin ve hislerin onun önüne perde olmasından dolayıdır genellikle. Bu, peşin hükümlülük, şartlanmışlık ve nefsani, hissi tepki şeklinde tezahür eder. Hisler ise kalp ile alakalıdır. Kur’an, “Kalpleri vardır, hissetmezler.” derken, sıhhat ve selametini yitirmiş bir kalbi nazara verir.Burada bir diğer önemli husus, kalbin de bir şuur melekesiyle donatılmış olabileceğidir.

Sonuçta zeka, aklın kullanılması için bir kapasitedir. Sonrası kişinin niyetine kalmıştır ve ona göre şekillenir.Bediüzzaman, hayatta dört önemli hakikate ulaştığını söyler; bunlardan biri de niyettin Niyet aslında kalbin meylidir ve akli muhakemenin yönünü ve sonucunu belirler.Yani, eğer kişinin niyeti hakikati aramak değilse, “kalp gözünün körelmesi” ifadesiyie anlatılmak istenen, akli muhakemenin dumura uğraması hali söz konusu demektir. Böyle bir durumda, kişinin çok zeki olmasının, hakikat adına ona kazandıracağı hiçbir şey yoktur.

Yrd. Doç. Dr. Ömer Said GÖNÜLLÜ