-->

Sponsor Alanı

Slider

İlgi Çeken Videolar

Sağlık

Teknoloji

Sinema

Televizyon

Ne Nedir?

En5 Konular

ads

Metin2 Özgeçmiş ve Pvp Serverlerin Ortaya Çıkması

Metin2 pvp serverler online oyun oynayanlarının bir çoğunun bildiği bir oyun metin2.Sizler için bu yazıda metin2 hakkında genel bir yazı yazmak istiyorum yani kısaca metin2 nin tanıtımı gibi bir yazı.Metin2 global bir oyun olmayı başarmış sayılı oyunlar arasında kendini kanıtlamış bir oyundur.İlk piyasaya sürüldüğü senelerde çok büyük patlama yaşamış ve online oyun piyasasına hükmetmiş bir oyundur.Metin2 tıpkı gerçek hayattaki gibi bir yapıya sahipti yani gerçek yaşamdada olduğu gibi para kazanmak eşya almak satmak gibi olduğu için oyuncuları fazlasıyla kendisine bağlayan bir yapısı var.Ancak son zamanlarda metin2 nin orijinal sürümü oyuncu kaybetmeye başladı çünkü oyuncularının isteklerine karşılık vermez hale gelmişti bunun neticesinde metin2 pvp serverler ortaya çıktı.

Metin2 Özgeçmiş ve Pvp Serverlerin Ortaya Çıkması


Pvp serverler , metin2 nin orijinal sürümünün aksine oyuncularının neredeyse her isteğini yerine getiren bir yapıya sahipler.Oyuncularının isteklerine göre sürekli yenilikler yaparak oyuncuları oyuna bağlayabilmekteler ve sıkılmamalarını sağlıyorlar.Herkez elbette kendi zevklerine uyan oyunu oynamak ister.Pvp serverler in özellikleride bu şekilde metin2 malum bir çok dala ayrılmış durumda bunlardan bir kaçı şu şekilde; editsiz serverler, wslik serverler, emek serverler vs. gibi bu kategori gerçekten saymakla bitmez.Burada söylemek istediğim konu metin2 oynamayı seven ama zor olan pvp server oynam istemeyen kişi wslik serverler oynayabiliyor veya kolay sevmeyen bir oyuncu emek server oynayabiliyor bu avantaj metin2 tr nin zayıflamasına ve oyuncu kaybetmesine neden oldu.

Metin2 serverler güncel olarak yeni yarışmalar, eventler düzenleyerek oyuncularının oyundan uzaklaşmamasını sağlıyorlar.Tabi bu kadar iyi hizmet veren metin2 serverler varken bir okadarda kalitesiz ve saçma sapan açılmış pvp server var.Bunlar küçük yaşlarda kişilerin bilişimlerden çok ucuz fiyatlara açtıkları mt2 serverler bu serverler hem server sahibi için hemde oyuncu için gerçekten sıkıntılı bir durum.Çünkü oyuncu emek vererek oyun içerisinde bir şeyler yapıyor ve belirli seviyeye geliyor.Fakat oyun hakkında hiçbir bilgisi olmaya arkadaş oyun dosyalarını kurcalarken serveri bozuyor, ikinci ay server süresini uzatacak para bulamıyor, oyun içinde yardım yapıyor gibi meseleler yüzünden serverler kapanıyor ve oyuncular bu durumdan fazlasıyla muzdaripler.Bu gibi durumlardan muzdarip olmamak için sitemizi ziyaret edin ve en kaliteli pvp serverleri bulun.

Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Doğumu

* Peygamber Efendimiz (s.a.v.) sünnetli ve göbeği kesilmiş olarak dünyaya gelmişti.

*  Sırtında iki kürek kemiği arasında kalbinin hizasında Peygamberlik mührü bulunmaktaydı.

* Doğduğu zaman ellerini yere dayamış başı yukarı doğru, gözleri semaya bakar bir vaziyetteydi.

* Hiç yıkılmaz diye bilinen, o zamanların en büyük devletlerinden olan İran kisrasının  sarayında 14 sütun beraberce çöktü.

* Müşrik olanların Kabe'nin içine koydukları putlar, devrildi ve kırıldı.

*  İran'da bulunan Save isminde ki göl o gün kurudu.

*  Gök yüzünden yıldızlar adeta döküldü.

* Semave vadisi ve şehri, taşan seller sebebiyle  sular altında kaldı.

Peygamber Efendimiz Muhammed  Mustafa (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in soyu, Hz. İbrahim (a.s.)'ın oğlu İsmail (Aleyhisselam)'dan gelmiştir. Kureyş kabilesindendir. Mekke'nin en şerefli kabilesi bu kabiledir. Haşimoğulları ailesine mensuptur ve bu aile kureyş kabilesinin en ileri gelen seçkinidir.

Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Doğumu


Kainatın Efendisi Muhammed (a.s.v.) dedesi olan Abdulmuttalip oğlu Hazreti Abdullah'ı soylu bir ailenin kızı olan, Hazreti Amine ile evlendirdi. Hz. Abdullah evlendikten sonra ticaret için Şam'a doğru gitti. Ticaret  için gittiği Şam'dan dönüş için hazırlandı ve bu dönüş sırasında ise Medine'de hastalandı ve orada vefat etti.

Sevgililer Sevgilisi Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Rebiülevvel ayının 12. Pazartesi gecesi (571 senesinde 20 Nisan'da) şafak yeri ağarırken mübarek şehir Mekke'de dünyaya geldi. Ebesi ise Şifa Hatun'dur.


Efendimizin (s.a.v.) doğumu ile dedesi Abdulmuttalib çok büyük bir ziyafet düzenledi. Ve bu günde  Abdulmuttalip, torununa (övülmüş) anlamına gelen "Muhammed"  adını verdi.

MAHPEYKER KÖSEM VALİDE

MAHPEYKER KÖSEM VALİDE
Son yıllarda tarihimiz ve tarihi şahsiyetlerimiz yeni ve ağır bir iftira dalgasına maruz kalmaktadır. Evvelce ideolojik sebeplerle maksatlı bir karalama kampanyasına maruz kalan tarihimiz  en mümtaz şahsiyetleri bu kez ideolojinin yanında reyting kaygılarına da feda edilmektedir.

Bu saldırılar diziler, filmler ve romanlar yoluyla bir linç kampanyası gibidir.

Son birkaç yıldır Kanuni Sultan Süleyman, Hurrem Sultan, İbrahim Paşa, Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim, Barbaros Hayrettin Paşa ve daha niceleri bundan nasibini aldı. Şimdi de Kösem Sultan ve o dönemin tarihi şahsiyetleri bu linç kampanyasına maruz kalmaya başladılar.

Reytingimiz birinci geldi şu kadar ülkeye dizimizi sattık diyerek ellerini ovuşturan gafiller, tarihlerini katlettiklerinin farkındalar mı bilmiyorum. Fakat onların masum olduklarını da düşünmüyorum. Zira bilginin meydanda  olduğu her şeyin güneş gibi açık olduğu bir zamanda kafasına göre tarih oluşturmak ve bunu gerçek kişiler üzerinden yapmak tam bir ahlaksızlıktır.

Öyleyse bize düşen de her tür iftiranın ve saldırının odağında kalan ecdadımızı doğru bir şekilde bilmek ve yeri geldikçe sahip çıkarak anlatmaktır. Zira onların saldırılarının aslına inilecek olursa bunlar onların şahsında bizzat bize onları sevenlere ve değerlerine saldırmaktadırlar. 

Bu itibarla bu yazımı Mahpeyker Kösem Sultan'a ayıracağız.

Kösem Sultan  I. Ahmed Han'ın eşi ve daha sonra arka arkaya tahta çıkacak olan Sultan IV. Murad'ın ve Sultan İbrahim'in validesidir.

Cemel Savaşı ve Hz. Talha

Hz. Ali (r.a.) Medine'den ayrılırken, Hazreti Osman'ın Şehadetine sebep olan fitnenin başını çeken İbni Sebe hainine Medine'de kalmasını ve kesinlikle hiçbir yere ayrılmamasını emretti. Ama bu hain halifenin emrini dinlemedi. Halifeye gözükmeden Basra'ya gidip kendi taraftarlarıyla iki taraftan birine saldırmaya karar verdi.


Cemel Savaşı ve Hz. Talha


Hz. Ali (Radıyallahu Anh), Basra'ya yakın bir yerde ordugâh kurdu. Tabi halifenin Basra'ya gelişi, arayı bulmak amacıyla olduğu için herkesi memnun etti. İki taraf da ümmetin birliği ve  fitnenin yok edilmesi konusunda hemfikirdi. 

Hz. Ali (r.a.) bir elçi gönderip, Hz. Aişe' (r.a.) nin ictihâdını kabul etmiş olan Basralılarla anlaştı. Her iki taraf da bu anlaşma neticesinde çadırlarına çekilip uykuya daldılar.

Ne var ki, fitneciler iki tarafın anlaşmasını istemediler. Çünkü Hz. Osman (r.a.)'ın şehadetine sebep olan o fitnede buluna münafıklar, kendilerinin infaz edilmesinden korktular.

Neden Yüksek Katlı Bina?

Annesinden "Başımızı sokacak bir evimiz olsa..." cümlesini duymayan yoktur. Yüksek katlı apartmanların ufacık daireleri ne güne duruyor? Başlar sığıyor sığmasına da oksijensiz kalıyor insan zamanla. Sonra da: "Ah! keşke hava alabileceğimiz bir bahçemiz olsa..."


Bir evimiz olsa...


Annelerin bahçeli ev hayallerini gerçekleştirmek bu kadar zor olmamalı. 'Bahçeli ev' kulağa hoş ve doğal geliyor aslında. Öyleyse neden bahçeli ev nahoş fiyatlarla satılan lüks konut haline geldi? İnşaat firmaları neden bayram şekeri gibi şirin evler yapmak yerine yüksek katlıi sevimsiz bloklar yapıyor? Bunu anlamak istiyorsak mimarlık tarihine Fransız kalamayız.


Fransız Kalmayalım..


1900'lü yılların Fransa'sında Le Corbusier (Namı diğer Mösyö Karpuzuye) isminde bir mimar yaşarmış. Le Corbuiser: "Ya beyler bir bakın hele! Biz yan yana bahçeli evler yapıyor ya; şehir büyüdükçe büyüyecek, herkes kendi bağında bahçesinde takılacak. İnsanlara ortak hizmet verecek yapıları nereye yapacağız? Hiçbir yer yüzüme mesafesinde olmayan, benden söylemesi. O yüzden gelin dostlar, evleri bir arada yapalım. Hem geriye kalan alanlara park yaparız, kültür merkezi yaparız, efendime söyleyeyim kır düğünü yapacak alan kalır. Sonra çalsın defler, oynasın gençler. Fena mı olur be?" demiş. O dönemin mimarları mühendisleri, ustaları ve çıraklarıhep bir ağızdan "Adam haklı beyler." demiş.


Neden Yüksek Katlı Bina?


Sen hak veriyor musun bilmiyorum. Ama Le Corbusier'e göre binaları yüksek yapmak topraktan kâr etmekti. Ona göre bu blokların üstüne teras bahçe, spor sahası bile yapabilirdi. Aslında o yükseklikte bir futbol sahası şahane olurdu, değil mi? Gerçi bizde topu taca atan eksik olmaz ya, hadi neyse...  Le Corbusier'in fikirleri sonuçta kabul görmüş ve yüksek katlı binalar hızla yayılmaya başlamış.


İmam-ı Rabbani Hazretleri Kimdir?

İmam-ı Ahmed Rabbani


İmam-ı Ahmed Rabbani hazretleri, Hindistan'da yetişen en büyük veli ve âlim. Ariflerin ışığı, velilerin önderi, İslam’ın bekçisi, müslümanların baş tacı, müceddid, müctehid ve İslam âlimlerinin gözbebeğidir. Silsile-i aliyyenin yirmi üçüncüsüdür.


1563 yılında Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmam-ı Rabbani ismiyle tanınmıştır. İmam-ı Rabbani, Rabbani âlim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kâmil, olgun âlim demektir. Hicri ikinci bin yılın müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı Müceddid-i elf-i sani, ahkam-ı İslamiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, Sıla ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için, Faruki nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, Serhendi denilmiştir.

Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, imam-ı Rabbani Müceddid-i elf-i sani Şeyh Ahmed-i Faruki Serhendi'dir.

Babası ve dedelerinin hepsi, zamanlarının büyük âlimleri, salih ve faziletli kimseleri idiler. Babası Abdülehad Efendi din ve fen ilimlerinde yetişmiş, tasavvufta da en son mertebeye ulaşmıştı.

İlk tahsiline, babasından ders alarak başladı. Babasından okuyup Arapçayı öğrendi. Küçük yaşta Kur'an-ı kerimi ezberledi. İlminin çoğunu babasından, bir kısmını da zamanının meşhur âlimlerinden öğrendi. Babasından ders aldığı sırada, çeşitli ilimlere ait küçük kitapları ezberledi. Babasından aldığı dersleri tamamlayınca, Siyalkut şehrine gidip orada, Mevlana Kemaleddin Keşmiri'den ilim öğrendi. Mevlana Kemaleddin meşhur âlim Abdülhakim-i Siyalkuti'nin de hocası olup, zamanının en yüksek âlimi idi. Bazı hadis kitaplarını da Şeyh Yakub-ı Keşmiri'den okudu.

Kadı Behlul-i Bedahşani'den; hadis, tefsir ve bazı usul ilimlerinde icazet, diploma aldı. On yedi yaşında iken tahsilini tamamlayıp, bütün ilimlerden icazet aldı. Tahsili sırasında, Kadiri ve Çeşti büyüklerinin kalblerindeki feyz ve lezzeti babasından aldı. Babası hayatta iken, talebelere ilim öğretmeye başladı.

Bu sırada; Risalet-üt-Tehliliyye, Redd-i Revafid, İsbat-ün-Nübüvve adlı eserlerini yazdı. Edebiyata çok meraklı olup, fesahatı ve belagatı, sürat-i intikali, zekasının şiddeti herkesi hayrette bırakıyordu.

Bu kadar ilmi ve herkesin üstünde olgunluğu, tevazusu ile birlikte kalbi, Ahrariyye, Nakşibendiye büyüklerinin aşkı ile yanıyor, bu yolda yazılmış kitapları okuyordu. Babasının vefatından bir sene sonra, hacca gitmek üzere Serhend'den yola çıktı. Bu yolculuğunda Delhi'ye varınca, orada tanıdıklarından ve Muhammed Bakibillah hazretlerinin talebelerinden olan Mevlana Hasan Keşmiri ile görüştü. Mevlana Hasan Keşmiri, onu hocasının huzuruna götürüp, tanıştırmak istedi ve; "Bugün Ahrariyye yolunda bu ülkede başka böyle büyük bir zat yoktur. Taliblerin onun bir nazarıyla bakışıyla kavuştukları manevi derecelere günlerce çekilen çileler ve çeşitli riyazetlerle nefsin istediklerini yapmamakla kavuşmak mümkün değildir" dedi.

İmam-ı Rabbani hazretleri, daha önce mübarek babasından da Ahrariyye yolunun ve bu yolda bulunanların üstünlüklerini ve kıymetini duymuştu. Bu yolun büyüklerinin kitaplarını okuyup onların güzel hallerini bildiği için; "Bu Hicaz yolunda, böyle büyük bir âlimden, bu büyükler yolunun zikir ve usullerini almaktan daha iyi ne olur?" diyerek Muhammed Bakibillah hazretlerinin huzuruna gitti. Huzuruna girince kalbinde bir nur parladı. Mıknatıs iğneyi çeker gibi çekildi. Kalbi şimdiye kadar hiç duymadığı, bilmediği şeylerle doldu. Hacdan sonra uğrayıp istifade etmeyi niyet etti ise de, kalbindeki sevgi ve arzu, kendisini bırakmadı. Ertesi gün huzuruna gelip, Ahrariyye feyzine kavuşmak şevkini arzusunu bildirdi ve hizmetinde kaldı. Edeple ve can kulağı ile sözlerine ve hallerine bağlandı. Üstadının da lütuf ve himmeti ile iki ay içinde kimsede görülmeyen hallere kavuştu.

İmam-ı Rabbani hazretleri, Muhammed Bakibillah hazretlerini tanıdıktan sonra, edeple ve can kulağı ile bu hocasının sözlerine ve hallerine bağlandı. Birkaç ay sonra, hocası ona icazet verdi. Böylece tasavvuf ilminde ve hallerinde de yüksek dereceye kavuştuktan sonra, memleketi olan Serhend'e dönmesi emrolundu. Hocası, talebesinden çoğunun yetiştirilmesini de ona bırakıp, onları da arkasından Serhend'e gönderdi. Hocası onun için şöyle buyurdu: "Kalblere deva, ruhlara şifa olan bu tohumu, Semerkand ve Buhara'dan getirip Hindistan'ın bereketli toprağına ektim. Taliblerin yetişip kemale gelmesi için uğraştım. O, her dereceyi aşıp, üstünlüklerin sonuna varınca, kendimi aradan çekip, talebeyi ona bıraktım."

İmam-ı Rabbani hazretleri, memleketine gelince ilim ve edep öğretmeye isteklileri yetiştirmeye ve yükseltmeye başladı. Şöhreti her yere yayılıp, her taraftan aşıkları, onun ilminden ve feyzinden faydalanmaya geliyordu. Talebelerine Beydavi Tefsiri, Sahih-i Buhari, Mişkat-i Mesabih, Avarif-ül-Me'arif, Üsul-i Pezdevi, Hidaye ve Şerh-i Mevakıf gibi bazı din kitaplarını ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu. Ömrünün son zamanlarında dahi talebelerine ilim tahsilini sıkı sıkı emreder, buna çok önem verirdi. Herkesin kalbini ilim ve nur ile dolduruyor, Muhammed aleyhisselamın dinini canlandırıyor ve kuvvetlendiriyordu. Zamanının padişahlarını, vali, kumandan, âlim ve hakimlerini, çok tesirli mektupları ile, dine, sünnet-i seniyyeye teşvik ediyor, çok âlim ve veli yetiştiriyordu.

İmam-ı Rabbani hazretleri bir müddet Serhend'de talebe yetiştirmekle meşgul olup, insanlara doğru yolu anlattıktan sonra, hocasını ziyaret için Delhi'ye gitti. Bir müddet hizmetinde kaldı ve hocası ile çok hoş sohbetleri oldu. Hallerini bulunduklarından daha yukarıya götürdüler. Bütün bu lütufları ile çok yüksek hallere, faziletlere kavuşmasına rağmen, hocasına yapılması mümkün olmayan bir edeple davranıyordu. Muhammed Haşim-i Keşmi şöyle anlatmıştır: "Hace Hüsameddin Ahmed'den işittim. Hocam imam-ı Rabbani'yi methedip övdükten sonra; "Mertebesi yüksek, fazileti çok olmakla beraber, edebe riayette, hocamız Muhammed Bakibillah hazretlerinin talebelerinden hiçbiri, İmam-ı Rabbani gibi değildi. Bunun için bereketler herkesten önce ona nasip oldu" buyurdu.

İmam-ı Rabbani hazretleri şöyle buyurmuştur.
"Biz dört kişi, hocamız Muhammed Bakibillah hazretlerine hizmette diğerlerinden ilerdeydik. Hepimizin ayrı bir bağlılığı, ayrı bir düşüncesi vardı. Bu fakir yakînen biliyorum ki, böyle bir sohbet ve cemiyyet, terbiye ve irşad kaynağı, Peygamber efendimizin zamanından sonra dünyada çok az görülmüştür. Gerçi insanların en hayırlısı olan Resulullah efendimiz zamanında bulunamadık, sohbetine kavuşamadık ama, Muhammed Bakibillah hazretlerinin saadetli sohbetinden de mahrum kalmadık. Bunun için bu büyük nimetin şükrünü yerine getirmek lazımdır. Onun huzurunda herkes kendi bağlılığına, muhabbetine göre bir şeylere kavuştu."

İmam-ı Rabbani hazretleri, hocası Muhammed Bakibillah hazretlerinin ikinci defa huzuruna gidip bir müddet kaldıktan sonra, tekrar memleketine döndü. Bir müddet daha taliblere, isteklilere feyz vermekle meşgul oldu. Bu sırada pek yüksek derecelere kavuştu. Bu hallerini hocasına mektuplar yazarak bildirdi. Bundan sonra üçüncü defa hocasını ziyarete gitti. Bu ziyaretinden sonra Delhi'den Serhend'e dönüp birkaç gün kaldı ve Lahor'a gitti. Lahor şehrinde herkes, imam-ı Rabbani hazretlerinin teşrifini büyük bir ganimet bildi. Talebelerinin en meşhurlarından olan; Mevlana Muhammed Tahir, Hace Muhammed, Mevlana Esgar Ahmed ve Mevlana Ravh Hüseyin gibi zatlar bu sırada talebesi olup, sohbetinde pişip yüksek derecelere kavuştular. İmam-ı Rabbani hazretleri Lahor'da bulunduğu sırada, oranın meşhur âlimleri kendisine çok hürmet ve edep gösterdiler. Nice bilinmeyen ve çözülmesi zor meseleleri ondan sorup doyurucu cevaplar aldılar.

İmam-ı Rabbani hazretlerinin Lahor'daki sohbetleri devam ederken, hocası Muhammed Bakibillah hazretlerinin vefat haberi geldi. Kalblerdeki huzur ve ferahlığın yerini, elem ve keder aldı. Bu haber üzerine, hemen Delhi'ye gidip mübarek kabrini ziyaret etti. Oğullarına ve talebelerinin büyüklerine taziyede bulundu. Muhammed Bakibillah hazretlerinin talebeleri, üzüntülerini ve kalblerindeki elemi, onun terbiyelerinin ve sohbetlerinin bereketleriyle gidermek için, huzurlarına gelip, Muhammed Bakibillah hazretlerine gösterdikleri gibi, imam-ı Rabbani hazretlerine de; muhabbet, hürmet ve teslimiyet gösterdiler. Küçük büyük hepsi onu kabul edip bağlandılar.

İmam-ı Rabbani hazretleri, Serhend'e döndükten sonra, Kadiri tarikatının büyüklerinden olan Şah Kemal Kadiri'nin ruhaniyetinden de icazet almakla şereflendi. Bu icazeti şöyle olmuştur: Bir sabah İmam-ı Rabbani hazretleri talebeleri ile murakabe halinde iken, Şah Kemal'in torunu ve onun bütün kemalatının vekili olan Şah İskender, Kehtel'den gelip, Şah Kemal'in bereketli hırkasını İmam-ı Rabbani hazretlerinin mübarek omzuna koydu. İmam-ı Rabbani gözlerini açınca, Şah İskender'i gördü. Tam bir tevazu ile boyunlarına sarıldı. Şah şöyle dedi: "Birkaç zamandır, hal ve rüyamda dedem Şah Kemal'i görüyorum. Bana, hırkasını size vermemi emrediyordu. Fakat, onların bu bereketli hırkasını evden çıkarıp, bir başkasına vermek bana çok ağır geliyordu. Ama tekrar tekrar emredince, emirlerine uymak lazım oldu." İmam-ı Rabbani, o hırkayı giyip hususi odasına gitti. Bir müddet sonra odasından çıkınca, en yakın sırdaşlarına, mahremlerine şöyle söyledi: "Hazret-i Şah Kemal'in hırkasını giydikten sonra, şaşılacak çok garip hal zahir oldu. Şöyle ki, hırkayı giydiğim zaman, insanların ve cinlerin seyyidi Abdülkadir-i Geylani'yi, hazret-i Şah Kemal'e kadar devam eden bütün halifeleriyle yanımda gördüm. Hazret-i Gavs-i Rabbani Abdülkadir-i Geylani kalbimi kendi tasarruflarına aldı ve hususi nisbetlerinin ve yollarının nurları ve esrarı beni kapladı. Bense, o hallerin ve nurların denizine gömülüp o denizin dalgıcı oldum. Bir müddet bu halde kaldım. O hallerin beni kapladığı zamanda kalbime; "Beni Ahrariyye büyükleri terbiye ettiler ve işimin esası bu büyüklerin yolunda olmaktır, şimdi başka oluyor" diye geldi. Böyle düşünürken, Ahrariyye yolunun büyüklerinin, hace-i cihan Hace Abdülhalık-ı Goncdüvani'den hocam Hace Bakibillah'a kadar bütün halifelerinin geldiğini gördüm. Benim işim ve icraatım hakkında konuşmaya başladılar. Ahrariyye büyükleri; "Bunu biz terbiye ettik. Bizim terbiyemizle zevke, hale ve kemale erişti" dediler. Kadiri büyükleri (Rahimehümüllah) da; "Daha çocukluğunda bizim ona teveccühümüz vardır. Bizim nimet soframızdan tad almıştır. Şimdi de bizim hırkamızı giymektedir" dediler.

Onlar böyle konuşurken Kübreviyye, Çeştiyye yollarından da birer cemaat geldi. Böylece anlaşmaya vardılar, bundan sonra bu iki şerefli nisbetten de kalbimde, büyük pay, tam bir şevk buldum." İmam-ı Rabbani hazretleri tasavvufta, bu yolların hepsinde talebe yetiştirip feyz verdi.

İmam-ı Rabbani hazretleri, benzeri az yetişen, müstesna bir İslam âlimi ve büyük bir mürşid-i kâmildir. Peygamber efendimizin vefatından bin sene sonra da İslam düşmanları dine, imana insafsızca saldırmışlardı. Allahü teâlâ kullarına acıyarak, imam-ı Rabbani gibi bir müceddid yarattı. Ona derin ilimler ihsan eyledi. Onun vasıtasıyla din düşmanlarının korkunç saldırısını durdurdu. Hakkı bâtıldan ayırıp, çok kalblerden bâtılı kaldırdı. Bu yüce İmamın mektup ve kitapları, insanları gafletten uyandırdı. Dünyaya ışık saldı. Yani Allahü teâlâ onu, Peygamber efendimizden bin sene sonra, din-i İslamı yenilemek ve kuvvetlendirmek için göndermişti.

İmam-ı Rabbani hazretlerinin dine yıllarca yaptığı bu büyük hizmetleri, sağlam, ikna edici delillerle sapık fikirlerinin çürütüldüklerini, Ehl-i sünnet itikadının ve doğru din bilgilerinin yayıldığını, bid’atlerin kalktığını gören bazı sapık kimseler, ona cephe aldılar haset ve iftira etmeye başladılar.

Bunun için bazı kimselerin cefa oklarına, eziyet ve iftiralarına hedef oldu. Nice âlimlerin, fadılların, kâmillerin kendi yollarından ayrılıp, rehberlerini bırakıp, etrafına ve hizmetine koşuşmaları ise, hasetlerini daha da artırdı. İmamı tehlikeye düşürmek için, hilelere başladılar. Mesela, Cüneyd-i Bağdadi, Bayezid-i Bistami gibi büyük meşayihi aşağı görüyor diyerek, cahil tabakayı aldattılar. Yüksek meşayihin bildirdiği vahdet-i vücudu inkâr ediyor, diyerek, görüşü kısa kimseleri İmam'dan soğutmaya başladılar. Onu sevenlere de; "Meşayih-i izamı inkâr ediyor, Allahü teâlânın marifetine vasıtasız olarak kavuştum diyor" dediler. Çeşit çeşit iftiralarda bulundular.

O zamanın sultanı Selim Cihangir Hanın devlet adamları, hatta büyük veziri, baş müftüsü ve etrafındakiler Ehli sünnet düşmanı idiler. Halbuki imam-ı Rabbani hazretlerinin birçok mektupları ve bilhassa ayrıca yazdığı Redd-i Revafıd Risalesi, Eshab-ı kiram düşmanlarını red etmekte, böylelerinin cahil, ahmak ve alçak olduklarını anlatmaktaydı. İmam-ı Rabbani bu risalesini Buhara'da bulunan en büyük Özbek hanı Abdullah Hana yollamıştı. "Bunu İran'da, Şah Abbas-ı Safevi'ye gösterin! Kabul ederse ne iyi, etmezse onunla harb caiz olur" demişti. Kabul etmedi. Harb oldu. Abdullah Han, Herat'ı ve Horasan'daki şehirleri aldı. Buralarını daha evvel Safeviler almıştı. İşte bundan sonra, Hindistan'daki bozuk fırkalar, Eshab-ı kiram düşmanları elele verdiler. Sultana gidip imam-ı Rabbani hazretleri hakkında çeşitli iftiralarda bulunarak şikayet ettiler. Sultan, oğlu Şah Cihanı gönderip, imam-ı Rabbani hazretlerini, evlatlarını ve yetiştirdiği talebelerini çağırıp, hepsini öldürmeye karar verdi. Bunun üzerine Şah Cihan, bir müftü ile yanına gitti. Sultana secde caiz olduğunu gösteren bir fetvayı da götürdü. İmam-ı Rabbani'nin üstünlüğünü biliyordu. "Babama secde edersen seni kurtarabilirim" deyince, imam-ı Rabbani hazretleri bu fetvanın zaruret zamanında izin olduğunu, azimet ve din bütünlüğünün secde etmemek olduğunu, ecel gelince, ölümden hiçbir şeyin kurtaramayacağını söyledi ve secde etmeyi kabul etmedi.

Çocuklarını ve talebelerini bırakıp sultana yalnız gitti. Kendisine yapılan iftiralara karşı sultana güzel ve doyurucu cevaplar verdi. Sultan yüksek hakikatleri anlayabilecek biri olmadığı halde, neşelendi ve serbest bırakıp özür diledi. Hatta, sultana kendisine yapılan iftiraların asılsız olduğunu açık delillerle anlatırken, orada bulunan ateşe tapıcı Hinduların büyük bir kumandanı, imam-ı Rabbani hazretlerinin dinde olan kuvvetini, sözlerini, lezzet ve kıymetini görerek müslüman oldu.

Sultanın ikna olduğunu gören iftiracı sapıklar; "Bunun adamları çoktur. Sözleri bütün memlekette yürürlüktedir. Bunu serbest bırakırsak bir karışıklık çıkabilir" diyerek, uzun konuşmalardan sonra sultanı aldattılar. Sultan, imam-ı Rabbani hazretlerinin, memleketin en sağlam ve korkunç kalesi olan Guwalyar Kalesi'ne hapsedilmesini emretti ve hapsedildi. Bu hadiseye çok üzülen talebeleri sultana isyan etmek istediler. Bunu yapabilecek güçte idiler. Fakat imam-ı Rabbani hazretleri onları rüyalarında ve uyanık iken bundan men etti. Sultana hayır dua etmelerini emredip; "Sultanı incitmek bütün insanlara zarar verir" buyurdu. Kendisi de sultana hep hayır dua ediyordu. Sultanın veziri, koyu bir muhalif olduğundan, zindanda, imam-ı Rabbani hazretlerinin başına kardeşini tayin etmiş ve çok şiddetli davranmasını emretmişti. Bu görevli ise ondan çeşitli kerametler, üzülmek yerine heybet, sabır ve hatta neşe görerek tevbe etti. Bozuk itikadını terk edip Ehl-i sünneti seçti ve halis talebelerinden oldu. Kalede hapis bulunan binlerce kâfir, onun bereketi ve sohbetleri ile müslüman olmakla şereflendi. Birçok günahkâr tevbe etti. Hatta bazıları yüksek âlim oldu.

İmam-ı Rabbani hazretleri hapiste üç sene kaldıktan sonra, sultan yaptığına pişman oldu. Hapisten çıkarıp ikram ve ihsan eyledi. Hatta halis talebesinden ve sadık dostlarından oldu. Bir müddet, asker arasında kalmasını istedi. Sonra serbest bırakıp, hürmetle vatanına gönderdi. Hapisteki bu sıkıntılardan ve uğradığı dertlerden sonra, evvelce bulundukları hallerin ve makamların binlerce üstünde derecelere yükselmiş olarak memleketine döndü. İmam-ı Rabbani hazretleri önceleri; "Yetiştiğim derecelerin üstünde, daha çok makamlar vardır. Onlara yükselmek celal sıfatı ile, sert terbiye edilmekle olabilir. Şimdiye kadar cemal sıfatı ile okşanarak terbiye edildim" buyurmuştu. Talebesinden bir kısmına; "Elli ile altmış arasında üzerime dertler, belalar yağacak" buyurmuştu. Buyurduğu gibi oldu. O makamlara da yükselmek nasip oldu.

Müslümanların zayıf düştüğü, küfrün, sapıklığın, zulmetin, felsefecilerin ve sapık kimselerin her tarafı kapladığı bir zamanda, binlerce kâfir, çok sayıda fâsık ve facir onun güzel hallerini görüp, sohbetini işitip tevbe ederek salih müslüman oldu. Uzaktan yakından pek çok kimse, rüyada ve uyanık iken onu görerek yanına koşmuş, huzuruna geldiklerinde gördüklerini aynen bulmuşlardır. Âlim, salih, genç, ihtiyar binlerce kimse onu görüp, sohbetinde bulununca, feyz alarak kalbleri zikreder olmuştur. Huzurundaki pek çok talebeyi hallere, yüksek derecelere kavuşturmuştur. Her an kerametleri görülür feyz ve bereket yayardı. Kerametlerinin altı binden fazla olduğu bildirilmiştir.

Zamanının âlimleri, imam-ı Rabbani hazretlerine Sıla ismi ile hitap ettiler. Sıla, birleştirici demektir. Çünkü, o, tasavvufun İslamiyet’ten ayrı bir şey olmadığını İslamiyet’e uygun bir şey olduğunu ispat ederek, ahkam-ı İslamiye ile tasavvufu vasl etmiş, birleştirmiştir. Bir hadis-i şerifte; "Ümmetimden Sıla isminde biri gelir. Onun şefaati ile çok kimseler Cennete girer" buyurularak onun geleceği haber verilmiştir. Bu hadis-i şerif, imam-ı Süyuti'nin Cem'ül-Cevami kitabında vardır. İmam-ı Rabbani hazretleri bir mektubunda; "Beni iki derya arasında "Sıla" yapan Allahü teâlâya hamd olsun" diye dua etmiştir. Eshabı, talebeleri ve sevenleri arasında "Sıla" ismiyle meşhur olmuştur. Hadis-i şerifte müjdelenen "Sıla" ismini ondan evvel hiç kimse almamıştır.

İmam-ı Rabbani hazretleri, Müceddid-i elf-i sanidir. Yani hicri ikinci binin müceddididir. Eski ümmetler zamanında, her bin senede yeni din getiren bir resul gönderilirdi, yeni din öncekini değiştirip, bazı hükümleri kaldırırdı. Her yüz senede de bir Nebi gelir, din sahibi peygamberin dinini değiştirmez, kuvvetlendirirdi. Hadis-i şerifte, bu ümmete ise, her yüz yıl başında İslam dinini kuvvetlendiren bir âlim geleceği haber verilmektedir. Peygamber efendimizden sonra peygamber gelmeyeceğine göre, kendisinden bin sene sonra, İslam dinini her bakımdan ihya edecek, dine sokulan bid’atleri temizleyip, asr-ı seadetteki temiz haline getirecek, zahiri ve batıni ilimlerde tam vâris, âlim ve arif bir zatın olması lazımdı. Hadis-i şerifler bunu bildirmektedir. Bu mühim hizmeti imam-ı Rabbani hazretleri yapmıştır.

Bütün İslam âlimleri, bu zatın imam-ı Rabbani hazretleri olduğunda ittifak etmişlerdir. Peygamberimizden tam bin sene sonra ilim ve irşad kürsüsüne mutlak olarak oturup, cihanı Resulullahın nurları ile aydınlattı. Bid’atleri temizleyip İslam dinini ihya etti. Onun zamanında Hindistan'da ve hatta bütün İslam âleminde baş gösteren sapık fikirler, bozuk inanışlar yayılmaya başlayıp, büyük fitneler çıkmıştı. Ayrıca tasavvufta vahdet-i vücudu anlatan sözler, müslümanlar arasında çeşit çeşit şekillere sokuldu. Bu yüksek ve kıymetli bilgi anlaşılamadı. Birçok cahil, büyüklerin sözlerinin manalarını anlamayarak zamanla dinden çıktı. İslamiyet’e karşı olanlar da bunu fırsat bilip, müslümanları doğru yoldan ayırmak için çalıştılar. Böylece tasavvuf bilgileri ile İslamiyet’in hükümleri arasında ayrılık ve çatışma varmış gibi, ikisi birbirinden ayrıymış gibi gösterilerek, müslümanlar çeşitli isimler altında birbirlerinden ayrılmaya ve birbirlerine düşman edilmeye çalışıldı. İmam-ı Rabbani hazretleri başta vahdet-i vücud bilgileri olmak üzere, yanlış anlaşılan daha birçok meseleyi gayet açık bir şekilde izah ederek, insanların zihinlerini ve kalblerini, yanlış ve bozuk inanışlardan, bid’atlerden temizledi. Hakkı bâtıldan ayırıp, Peygamberimizin hak ve doğru yol olduğunu haber verdiği Ehli sünnet itikadını her yere yaydı. Genç-ihtiyar herkes ve birçok âlim onun etrafında toplandı. Kendisine ilk defa (Müceddid-i elf-i sani) ismini veren, zamanının en büyük âlimlerinden Abdülhakim-i Siyalkuti'dir. O zamanın diğer büyük âlimleri de onu methedip övmüşlerdir.

Hace Muhammed Bakibillahın talebesinin en büyüklerinden ve en yüksek âlimlerden olan Seyyid Mir Muhammed Numan diyor ki: "İmam-ı Rabbani'ye tâbi olmayı hocam bana söyleyince, buna lüzum olmadığını anlatmak için; "Kalbimin aynası ancak sizin parlak kalbinizin nuruna karşı duruyor" dedim. Hocam sert bir sesle; "Sen, Ahmedi ne sanıyorsun? Onun, güneş olan nuru, bizler gibi binlerce yıldızı örtmektedir" buyurdu.

İmam-ı Rabbani hazretlerinin talebelerinin meşhurlarından olan Muhammed Haşim-i Keşmi şöyle anlatmıştır: "Bir gün Hazret-i İmamın huzurunda oturuyordum. Onlar marifetleri yazıyordu. Aniden bevl sıkıştırması sebebiyle kalkıp helaya gitti. Fakat hemen süratle dışarı çıktı. Böyle süratle helaya girip, hemen aceleyle dışarı çıkmalarına hayret ettim. "Bunun sebebi nedir?" dedim. Heladan çıkar çıkmaz su ibriğini istedi ve sol elinin baş parmağının tırnağını yıkadı ve ovaladı. Sonra tekrar helaya girdi. Bir müddet sonra çıkınca buyurdu ki: "Bevl sıkıştırdı, acele ile helaya girdim ve oturdum. Gözüm tırnağımın üzerine gitti. Üzerinde siyah bir nokta vardı. Kalem yazıyor mu diye kontrol etmek için bunu yapmıştım. Halbuki, o nokta Kur'an-ı kerimin harflerini yazarken kullanılırdı. Orada oturmayı doğru görmedim ve edep dışı buldum. Bevl sıkıştırmasından dolayı sıkıntı çektimse de, bu sıkıntı bir edebi terk etmenin vereceği sıkıntının yanında çok az geldi. Dışarı çıktım. O siyah noktayı yıkadım ve tekrar içeri girdim."

Bir gün, hâfızlardan biri, kendi minderlerinden aşağı bir minder koyup üzerine oturarak, Kur'an-ı kerim okumaya başladı. İmam-ı Rabbani hazretleri bu durumun farkına varıp, hemen üzerinde oturduğu yüksek minderi bir kenara çekip yere oturdu. Hiçbir zaman Kur'an-ı kerim okumakta olan hâfızdan yüksekte oturmazdı."

İmam-ı Rabbani hazretlerinin fıkıh meselelerinde ilmi çoktu ve her meseleye anında cevap verebilecek bir derecedeydi. Usul-i fıkıhta da tam bir maharet sahibiydi. Fakat ihtiyatının çokluğundan, çoğu zaman kıymetli fıkıh kitaplarına başvururdu. Seferde ve hazarda bazı kıymetli fıkıh kitaplarını yanında bulundururdu. Onların bütün gayreti, müftabih yani fıkıh âlimlerinin üzerinde ittifak ettikleri fetvalara, daima uymaktı. Bazı fıkıh âlimlerinin caiz dediği, bazılarının mekruh dediği bir işte, o kerahet tarafını tercih eder ve o işi yapmazdı. "Bir meselenin yapılmasında ve yapılmamasında, helal ve haram olmasında ihtilaf olursa, yapılmaması ve haram tarafını tercih etmeyi mümkün olduğu kadar elden kaçırmamalıdır" buyururdu.

Muhammed Haşim-i Keşmi şöyle anlatmıştır:
"Seyyidlerden bir genç, medresede talebe idi. Onunla arkadaşlık ederdik. Bir gün ağlayarak yanıma geldi ve başından geçen bir hadiseyi anlattı. İmam-ı Rabbani hazretlerinin büyük bir kerametini görmüştü. Dedi ki: "Hazret-i Ali'ye karşı savaşanları, hele Hazret-i Muaviye'yi sevmezdim. Bir gece senin üstadın İmam-ı Rabbani'nin Mektubat'ını okuyordum. Okuduğum yerde; "İmam-ı Enes bin Malik buyurdu ki: "Hazret-i Muaviye'yi, sevmemek onu kötülemek, Hazret-i Ebu Bekri ve Hazret-i Ömeri sevmemek bunları kötülemek gibidir. Ona sövene, bunlara sövene verilen cezayı vermek lazımdır" yazılı idi. Bunu okuyunca, canım sıkıldı ve yerinde olmayan bir yazıyı buraya yazmış dedim. Mektubat'ı yere attım. Yatağıma uzandım. Uyudum.

Rüyamda, senin o büyük üstadın öfkeli ve kızgın bir halde yanıma geldi. İki mübarek elleri ile kulaklarımı çekti ve; "Ey cahil çocuk! Sen bizim yazdığımızı beğenmiyorsun ve kitabımızı fırlatıp, yere atıyorsun. Benim yazımı okuyunca şaşaladın ve inanmadın. Ama gel, seni bir zata götüreyim de gör! Resulullah efendimizin eshabını sevmediğin için, aldandığını ondan işit" buyurdu. Beni çekerek, bir bahçeye götürdü ve kapısında bırakıp kendisi yalnızca ilerledi. Uzakta görünen büyük bir odaya doğru yürüdü. Orada nur yüzlü, büyük bir zat oturuyordu. Çekinerek ve saygı ile o zata selam verdi. Önünde diz çöküp oturdu. Ona bir şeyler söylüyor, beni gösteriyordu. Uzaktan bana bakışlarından benden bahsettiği anlaşılıyordu.

Biraz sonra senin o yüksek üstadın imam-ı Rabbani, kalktı. Beni çağırdı. "Bu oturan zat, Hazret-i Ali'dir. İyi dinle! Bak ne buyuruyor" dedi. Yanlarına gidip, selam verdim. "Sakın, sakın! Resulullah efendimizin eshabına karşı, kalbinde bir dargınlık bulundurma! O büyüklerden hiçbirini, asla kötüleme. Aramızda muharebe şeklinde görünen işlerimizin, hangi iyi niyetlerle yapıldığını, biz ve o kardeşlerimiz biliriz!" dedi. Senin yüksek hocanın adını söyleyerek; "Bu zatın yazılarına da sakın karşı gelme!" buyurdu. Bu nasihati dinledikten sonra, kalbimi yokladım. Bu husustaki tereddüdün ve soğukluğun, kalbimden çıkmadığını gördüm. Bu hâlimi hemen anladı. Öfkelendi. Senin yüksek hocana bakarak; "Bunun gönlü daha temizlenmedi. İyi bir tokat vur!" dedi. Şeyh hazretleri, kuvvetli bir tokat vurdu. Tokadı yiyince, kendi kendime; "Bunu sevdiğim için onlara düşmanlık etmiştim. Halbuki kendisi onlara düşmanlığımdan bu kadar çok incinmektedir. Bu halden vazgeçmeliyim!" dedim. Kalbimi yokladım. Düşmanlık, kırgınlık kalmamış, tertemiz buldum. O anda uyandım. Şimdi de kalbim o kinden temizlenmiştir. O rüyanın, o sözlerin tadı, beni başka hale soktu. Kalbimde Allah’tan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmadı. Senin yüksek hocan imam-ı Rabbani'ye ve onun yazdıklarındaki marifete inancım iyice arttı."

İmam-ı Rabbani hazretleri 1615 senesinde, elli üç yaşlarında iken, talebelerinden çok sevdiklerine; "Benim ömrüm ve hayatım hakkındaki kaza-yı mübremin altmış üç sene olduğunu ilham ile bana bildirdiler" buyurdu. Ve buna çok sevindi. Çünkü Peygamber efendimize tâbi olmasının çokluğu, yaş bakımından da uymakla belli oluyordu. Aynı zamanda bu hususta Hazret-i Ebu Bekir'e, Hazret-i Ömer'e ve Hazret-i Ali'ye de uymuş oluyordu.

1623 senesinde Ecmir'de iken; "Vefat etmemin yakın olduğuna dair işaretler, alametler görülmeye başladı" buyurdu. Serhend'de bulunan kıymetli oğullarına mektup yazıp; "Ömrümüzün sona ermesi yakındır" buyurdu. Babalarının hasreti ve ayrılığı ile yanan, evliyanın gözlerinin nuru kıymetli oğulları, bu mektubu alınca, babalarının bulunduğu yere hareket ettiler. Huzuruna kavuşunca, bir gün, bu yüksek oğullarını hususi odaya çağırdı. Buyurdu ki: "Kıymetli oğullarım, bu dünyaya hiçbir şekilde nazarım ve bağlılığım kalmadı. Öbür dünyaya gitmek icap ediyor, gitme ve yolculuk alametleri görünmeye başladı."

İmam-ı Rabbani hazretleri Ecmir seferinden Serhend'e dönünce, artık evinde inzivaya çekildi. Bir müddet, beş vakit namaz ve Cuma namazı hariç, evden dışarı çıkmadı. Nur ve esrar menbaı olan hususi odasına; Muhammed Haşim-i Keşmi'den, yüksek oğullarından, talebelerinden ve hizmetçilerinden iki üç kişi hariç, başkalarının girmesi çok nadir oluyordu. Halveti seçtiği günlerden bir gün, soğuk bir nefes çekip; "Şeyh-ül-islam'ın (Ebu Ali Dekkak'ın) meşrebi çok yükselince, meclisinde insan kalmadı" sözünü söyledi. Burada olduğu gibi, ömrünün sonuna doğru, imam-ı Rabbani hazretlerinin meşrebi de o kadar yüksek oldu ki, talebelerinin en yüksekleri bile onun yanında mektebe yeni başlayan küçük çocuklar gibi kalıyorlardı.

İmam-ı Rabbani hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır:
"İmam-ı Rabbani hazretlerinin ömrünün son günlerinde, hasta olduğu sırada huzuruna çıkıp, birkaç günlüğüne memleketime gidip gelmek için izin istedim. "Birkaç gün dur!" buyurdu. Sonra tekrar arzedip; "Hemen gidip, döneceğim" dedim. "Birkaç gün sabret!" buyurdu. Fakat; "Gidip en kısa zamanda huzurunuza döneceğim" deyince, izin verdi ve: "Sen nerede, biz nerede, ilkbahar nerede?" mısraını okudu. Bu sözünden birkaç gün sonra vefat etti.

Bu arada çok sadaka verdi ve büyük hayırlar yaptı. Esrar mahremlerinden, yakınlarından biri, bu sadaka ve hayratlarının çokluğunu görünce; "Bütün bu hayratlar, belaların giderilmesi için midir?" diye sordu. Buyurdu ki: "Hayır, belki de kavuşmak şevki ile bunları yapıyorum. Ve şu beyti okuyup gözlerinden sevinç gözyaşları döküldü:

"Vuslat günüdür sırdaşım âleme kucak açayım,
Bu devletin, bu nimetin sevinçlerini saçayım."

Muharrem ayının on ikinci günü buyurdu ki: "Bana bu dünyadan öbür dünyaya gitmeme kırk veya elli gün kaldığını bildirdiler. Mezarımı da gösterdiler." Bu sözleri dinleyenler üzüldüler ve şaşa kaldılar. Ciğerlerindeki yara yeniden tazelendi. O günlerde, oğlu Muhammed Said bir gün, imam-ı Rabbani hazretlerini ağlarken gördü. Sebebini sordu. Cevabında; "Allahü teâlâya kavuşmanın sevinci ile ağlıyorum" buyurdu. Yine oğlu; "Allahü teâlâ, bu işi, bu dünyada çok sevdiklerinin isteğine bırakır. Madem ki, siz bu kadar çok istiyorsunuz, elbette gidersiniz" diye arz etti. Bu sözü söyleyen oğullarında bir değişme gördü ve buyurdu ki: "Muhammed Said! Allahü teâlânın gayretine dokunuyorsun." Oğlu; "Kendi hâlime üzülüyorum" dedi ve gayet samimi bir beyanla, dert ve elem dolu kalbini dışarı vururcasına; "Ey gönlümün süruru babacığım! Bize yaptığınız bu şefkatsizlik ve acımasızlık nedendir?" diye arz etti. Bunun üzerine; "Allahü teâlâ sizden sevgilidir. Ayrıca bizim size şefkat ve yardımlarımız, vefat ettikten sonra, bu dünyadakinden daha çok olacaktır. Çünkü bu dünyada, insanlık icabı bazen ister istemez yardım ve teveccüh tam olmuyor. Halbuki öldükten sonra, beşeri sıfatlardan tamamen ayrılma vardır" buyurdu. Bunu söylediği günden itibaren, o günleri saymaya başladılar. Şöyle ki, Safer ayının yirmi ikinci gecesi kalbleri hasta eshabına; "Bugün söylediğim günlerin kırkıncı günü geçmiş oluyor. Bakalım bu yedi-sekiz günde ne zuhur eder" buyurdu. Yine oğullarına buyurdu ki: "Şu arada hasıl olan birkaç günlük sıhhatte, Allahü teâlâ, Habibine tâbi olan bir insanda bulunabilecek bütün kemalatı bana ihsan eyledi." Oğullarının bu sözlerden kalbleri parçalandı. Çünkü, bu sözlerde Hazret-i Ebu Bekri Sıddıkın; "Bu gün dininizi tamam eyledim" âyet-i kerimesi gelince kalblerine gelen, yani Peygamber efendimiz vefat edecektir, ilhamından bir işaret bulunduğunu anladılar.

Safer ayının yirmi üçü Perşembe günü, dervişlere, kendi mübarek elleriyle elbiselerini taksim etti. Kendi üzerinde pamuklu, sıcak tutan bir elbise bulunmadığı için, havanın soğukluğu tesir edip, tekrar sıtma hastalığına tutuldu ve tekrar yatağa düştü. Peygamber efendimiz hastalıktan kurtulup, az bir zaman sonra tekrar hasta olmuşlar ve vefat eylemişlerdi. İmam-ı Rabbani hazretleri, bu hususta da ittiba'ı (uymayı) kaçırmadı. Bu hastalıktan evvel hizmetçilerinden birine; "Mangal için şu kadar liralık kömür al!" buyurdu. Biraz sonra tekrar yanına çağırarak; "Söylediğimin yarısı tutarında kömür al, çünkü bir ses kalbime, o kömürleri yakacak kadar zaman kalmadı diyor" buyurdu. Kömürün bir kısmını kendisi için ayırtıp, diğerini çocuklarına gönderdi. Kendisine ayrılmış olan miktar, vefat ettiği gün tamamen bitmişti. Bu hastalık zamanında, yüksek ilimleri, çok fazla olarak kendi yüksek oğullarına anlattı. Bir gün ince hakikatleri beyanda o kadar uğraşıyor ve bunun için o kadar konuşuyordu ki, kıymetli oğulları Hace Muhammed Said; "Hazretinizin hastalığı bu kadar konuşmanıza elverişli değildir, bu marifetlerin beyanını bir başka zamana bıraksanız nasıl olur babacığım?" diye arz etti. Bunun üzerine: "Ey oğlum! Daha zaman ve fırsat var mı? Biliyorum ki, bir başka vakit, bu kadarını söylemeye de kuvvet ve kudret bulamıyacağım" buyurdular.

Bu günlerde hastalığı şiddetli olmasına rağmen cemaatle namaz kılmayı terk etmedi. Ancak son dört-beş gün, yalnız başına namaz kıldı. Duaları, tesbihleri, salevatları, zikri ve murakabeyi, hiçbir eksiklik olmadan yapıyordu. Dinimizin ve hocalarının yollarının inceliklerinden hiçbirini terk etmiyordu. Bir gece, gecenin üçüncü yarısında kalkıp abdest aldı. Teheccüd namazını ayakta kıldı ve; "Bu bizim son teheccüdümüzdür" buyurdu.

Vefatından biraz önce, kendinden geçme hali görüldü. Büyük oğlu, bu kendinden geçme halinin çokluğu, hastalığın şiddetinden mi, yoksa istiğrak (nurlara gömülme) sebebi ile midir, diye arz etti. Cevabında; "İstiğrak sebebi iledir. Çünkü, bazı çok yüksek haller görünüyor. Bunun için onlara teveccüh ediyorum, tâ ki hepsini oldukları gibi görebileyim ve bunlarla her şeyim tamam ve kâmil olsun" buyurdu. Bu derin sırlardan kısaca yüksek oğullarının kulaklarına fısıldadı. Bu kendinden geçme halinden kurtulunca, ciğeri yaralı, kalbi yanık talebelerine elveda sözünü hatırlatan, vasiyetlerini söylemeye başladı. Bu vasiyetlerin çoğu; mutabeata, Peygamberimize tâbi olmaya teşvik, sünnete yapışma, bid’atten kaçınma, zikir ve murakabeye devam etme hakkında idi.

Buyurdu ki: "Sünnete çok sıkı sarılmak lazımdır." Bu sözleriyle de Peygamber efendimize uymak istemişlerdi. Çünkü, Peygamber efendimiz vefat edecekleri zaman böyle nasihat eylemişlerdi. Abbad bin Sariye'den, Tirmizi ve Ebu Davud şöyle rivayet eder: "Resulullah efendimiz bize vaaz ediyordu. Bu vaazdan kalbler ürperiyor. Gözler yaşarıyordu. Dedik ki: "Ya Resulallah! Bu sözleriniz veda vaazına benziyor, bize vasiyet ediniz." Resulullah aleyhisselam buyurdular ki: "Size vasiyetim olsun: Allah’tan korkunuz, bir köle bile emr-i ilahiyi bildirse dinleyiniz ve yapınız. Yaşayanlarınız çok şeyler görecek. O zaman benim ve Hulefa-i raşidinin sünnetine gayet sıkı sarılınız, onu elden kaçırmayınız. Dinde bid’atten çok sakınınız. Çünkü bütün bid’atler dalalettir, sapıklıktır."

İmam-ı Rabbani hazretleri vasiyetine devamla şöyle buyurdu: "Dinimizin sahibi Resulullah efendimiz, nasihatlerin en incelerini bile; "Din nasihattır" hadis-i şerifi gereğince ihmal etmediler. Dinimizin kıymetli kitaplarından, tam tâbi olmak yolunu öğreniniz ve bununla amel ediniz.

Vefat ettiği Safer ayının yirmi dokuzuncu Salı günü, gece kendine hizmet eden hizmetçilerine; "Çok zahmet çektiniz, bu sizin son zahmetinizdir" buyurdu.

Sedirin üzerine yatınca, sünnet üzere sağ elini sağ yanağının altına koyup, zikirle meşgul oldu. Büyük oğlu Muhammed Said, babasının sık sık nefes aldığını görünce; "Hâl-i şerifiniz nasıldır babacığım?" diye arzetti. "İyiyim ve kıldığım o iki rekat namaz kâfidir" buyurdu. Bundan sonra bir daha konuşmadı. Yalnız Allahü teâlânın ismini söyledi ve biraz sonra da vefat etti. Peygamberlerin büyüklerinin çoğunun son sözleri namaz olmuştur. Bu hususta da Peygamberlerin Serverine tâbi oldu. Vefatı 1624 senesi, Safer ayının yirmi sekizi, güneş hesabı ile yirmi dokuzu, Salı günü kuşluk vakti vaki oldu.

O ay yirmi dokuz gün idi. Peygamber efendimizin vefat ayı olan Rebiül-evvel ayının ilk gecesi, Peygamber efendimizin huzuruna kavuştu. Hastalık ve humma çektiği günler, yaşının sene adedi kadar olup, altmış üç gün idi. Hadis-i şerifte; "Bir günlük humma, bir senenin kefaretidir" buyuruldu. Çektikleri hastalık, bu hadis-i şerifin manasına uygun oldu.

İmam-ı Rabbani hazretlerinin nurlu bedeni yıkama tahtasının üzerine konulup, elbiseleri soyulunca, orada bulunanlar hazret-i İmamın namazda olduğu gibi ellerini bağladığını gördüler. Sağ elinin baş parmağı ve küçük parmağını, sol elin bileğinde halka yaptı. Halbuki, oğulları vefatından sonra, kollarını düzeltip uzatmışlardı. Yıkama tahtasına yatırırken, tebessüm etti ve bir müddet bu şekilde kaldı.

Yıkayıcı, mübarek ellerini açıp düzeltti. Sol tarafa yatırdı, sağ tarafını yıkadı. Sağ tarafa yatırıp sol tarafını yıkayacağı zaman, orada bulunanlar, velilik kuvvetinin bir alameti olarak, zayıf bir hareketle ellerinin hareket ettiğini, bir araya geldiğini ve eskisi gibi tekrar sağ elinin baş ve küçük parmaklarının, sol elinin bileğinde halka yaptığını gördüler. Halbuki sağ tarafa yatınca, sağ elin sol el üzerine gelmemesi icap ederdi. Bununla beraber öyle bir kuvvetle sol elini tutmuştu ki, ayırmak ve çözmek mümkün değildi. Kefene sardıkları zaman, yine ellerinin bağlandığı görüldü. Bu hal iki-üç defa vaki oldu. Nihayet oradakiler, bunda derin bir mana ve gizli bir sır olduğunu anlayıp, bir daha ellerini açmaya uğraşmadılar ve oğulları Hace Muhammed Said; "Madem ki, muhterem babam böyle istiyor, böyle bırakalım" buyurdu. Peygamber efendimiz hadis-i şerifte; "Yaşadıkları gibi ölürler" buyurdu. Bu, Allahü teâlânın büyük bir ihsanıdır. Dilediğine ihsan eyler. Onun ihsanı boldur.

İmam-ı Rabbani hazretlerinin cenaze namazını, oğlu Hace Muhammed Said kıldırdı. Vefatında 63 yaşında idi. Serhend'de evinin yanında defnedildi. Daha sonra Afganistan padişahı Şah-i Zaman, kabri üzerine büyük ve çok sanatlı bir türbe yaptırdı.

Büyük oğlu Muhammed Said buyurdu ki:
"Yüksek babamı, vefatından sonra rüyada gördüm. Allahü teâlânın kendisine verdiği büyük nimetlerden tam neşe ve sevinçle anlatıyordu ve bununla iftihar ediyordu. Kendisine; "Canım babacığım, şükür makamından hiç kimseye bir nasip verdiler mi?" diye arzettim. "Evet, beni de şükredenlerden eylediler" buyurdu. Arzettim ki, Kur'an-ı kerimde mealen; "Şükreden kullar azdır" buyuruluyor. (Sebe' suresi: 13) Bu âyet-i kerimeden anlaşılan, bu cemaatin, Peygamberler olduğudur. Yahut da Peygamberlerin en büyük eshablarıdır. Hazret-i Ebu Bekri Sıddık gibi deyince; "Evet, öyledir. Fakat beni hususi bir ihsan ve inayetle, o cemaate dahil eylediler" buyurdu.

Eserleri:
1) Mektubat: İslam âleminde imam-ı Rabbani'nin Mektubat'ı kadar kıymetli bir kitap daha yazılmamıştır. Mektubat, üç cild olup, beş yüz yirmi altı mektubunun toplanmasından meydana gelmiştir. Kelâm ve fıkıh bilgilerini, tasavvufun marifetlerini açıklayan uçsuz bir derya gibi eşsiz bir eserdir.

Mektubat'ın birinci cildi 1616 senesinde talebelerinin meşhurlarından Yar Muhammed Cedid-i Bedahşi Talkani tarafından toplanmıştır. Birinci cildde 313 mektup vardır. Bu cildin son mektubu, Muhammed Haşim-i Keşmi'ye yazılmıştır. İmam-ı Rabbani hazretleri birinci cildin son mektubunu yazınca; "Muhammed Haşim'e gönderilen bu mektupla resullerin, din sahibi peygamberlerin ve Eshab-ı Bedr'in sayısına uygun olduğundan, üç yüz on üç mektupla birinci cildi burada bitirelim" buyurmuştur.

İkinci cildi ise 1619 senesinde yine talebelerinden, Abdülhay Pütni tarafından toplanmıştır. Bu cildde Esma-i hüsna yani Allahü teâlânın hadis-i şerifte geçen doksan dokuz ismi sayısınca doksan dokuz (99) mektup vardır.

Üçüncü cild de imam-ı Rabbani hazretlerinin vefatından sonra 1630 senesinde talebelerinden Muhammed Haşim-i Keşmi tarafından toplanmış olup, bu cildde de Kur'an-ı kerimdeki surelerin sayısınca yüz on dört (114) mektup vardır. Her üç cildde toplam beş yüz yirmi altı (526) mektup vardı. İmam-ı Rabbani hazretlerinin vefatından sonra on mektubu daha üçüncü cilde ilave edilmiştir. Böylece toplam mektup adedi (536) olmuştur.

Mektubat'daki mektupların birkaçı Arabi, geri kalanların hepsi Farisidir. Çeşitli zamanlarda basılmıştır. [Mektubatın birinci cildi Müjdeci Mektuplar adı altında Hakikat Kitabevi tarafından yayınlanmıştır. İkinci ve Üçüncü cildlerdeki mektuplardan da bir kısmı Hakikat Kitabevi yayınlarından olan Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye kitabında yayınlanmıştır. Bu kıymetli eserler, www.hakikatkitabevi.com adresinden okunabilir ve temin edilebilir.]

2) Redd-i Revafıd: Farisi olup, Rafızileri reddeden bu kitabın Türkçesi, (Hak Sözün Vesikaları) kitabında, bir bölüm olarak, Hakikat Kitabevi tarafından yayınlanmıştır. Arapça'ya da tercüme edilmiştir.

3) İsbatün-Nübüvve: "Peygamberlik nedir?" adı ile Türkçeye tercüme edilmiştir. Hak sözün Vesikaları kitabı içinde bir bölüm olarak yayınlanmıştır. Ayrıca Arapçası, İngilizceye ve Fransızcaya da tercüme edilmiştir.
4) Mebde' ve Me'ad
5) Adab-ül-Müridin
6) Ta'likat-ül-Avarif
7) Risale-i Tehliliyye
8) Şerh-i Ruba'ıyyat-ı Abd-il-Baki
9) Mearif-i Ledünniye
10) Mükaşefat-ı Gaybiyye
11) Cezbe ve Süluk Risalesi

Kaynak: dinimizislam.com

Talha ibni Ubeydullah (r.a.)

Talha ibni Ubeydullah (r.a.) Şura meclislerinin mümtaz ve değişmeyen üyelerinden biridir. Hz. Ebubekir (r.a.)'ın halifeliği döneminde, vefatona kadar müşavere ettiği kişiler arasında yer aldı.

Hz. Ebu Bekir (Radıyallahu Anh) hastalandığında, kendisinden sonra yerine halife olarak kimin geçeceği hususunda, sahabenin ileri gelenleriyle iştişare ederek onların fikirlerini almaya başladı. Bu konuya Talha ibni Ubeydullah ile konuştuğunda o, bu makama en çok layık olan zatın Hz. Ömer (r.a.) olduğunu ifade ederek Hz. Ebu Bekir (r.a.)'e;

- Cenâb-ı Hak sana "Müslümanların işini kime emanet ettin?" diye sorduğu zaman vicdanen müsterih olarak, "Hz. Ömer (r.a.)'e bıraktım" dresin, diye tavsiyede bulundu.

Hz. Ömer (r.a.) halife seçildikten spnra da "Şûra Heyeti"ndeki vazifesine devam etti. Meşverete getirilen meseleler hakkında isabetli fikirler serdederek görüşlerini beyan etti. 


Halifelikten Feragat Etmesi



Hz. Ömer (Radıyallahu Anh)'in vefat etmeden önce halife seçilmek üzere namzet olarak tespit ettiği altı kişiden birisi de, Talha ibni Ubeydullah (r.a.)'dır. Ama talha ibni Ubeydullah, adaylıktan feragat ederek Hz. Osman (r.a.) lehine halifelikten çekildi ve Onun halife seçilmesini destekledi.

Hz. Osman (Radıyallahu Anh) halife seçilince de ona biat etti. 

Talha ibni Ubeydullah'ın halifelik seçiminde adaylıktan feragat ederek çekilmesi, belki ilk anda basit bir olay gibi gelebilir. Fakat iyi düşünüldüğünde, hele hele günümüzün kısır siyasi çekişmelerini de dikkate aldığımızda, bunu yapmanın ne büyük bir erdem olduğunu daha iyi anlamak mümkün olur.

Talha ibni Ubeydullah, önüne kadar gelen devlet reisliğini, makam ve mevki sahibi olma fırsatını gönül rahatlığı içinde tek kalemde elinin tersiyle istmiş, tefrikaya düşülmemesi, ümmetin birlik ve beraberliğinin tesisi için tercihini nefsinden yana değil, İslam toplumunun düzeninden yana koymuştur. 

Mehmet Feyzi Efendi (k.s) Kimdir?


Mehmet Feyzi Efendi (k.s) Kimdir?

Mehmet Feyzi Efendi (Kuddise Sirruhû) Hayatı:

Hayatı boyunca insanlara ilim irfan, hikmet ve güzel ahlakın yüceliğini en güzel bir tarzda yaşayarak anlatan merhum "Mehmet Feyzi Efendi (Kuddise Sirruhû)" 28 Mart 1912'de Kastamonu'da doğdu. Babası İzzet Efendi, annesi Hafize Aişe hanımdır.

1935 - 1937 yılları arasında İstanbul Yıldız'da muvazzaf askerliği, daha sonra da Beykoz da 7 ay ihtiyat askerliğini yaptı. 

1957 yılında muallim İbrahim Efendi'nin kızı Melek hanımla evlendi. Nuriye, Aişe, Münibe, Mevlive ve Mehmet Münip diye isimlendirdiği dört kızı bir oğlu oldu. 1966, 1970 ve 1976 yıllarında üç defa hacca gitti.

Soyu neseben Peygamber Efendimiz (Sallâlâhu Aleyhi ve Sellem)'e ulaşan nurani Seyyidler silsilesindendir ki sohbetlerinde Seyyid olmayanın seyyid im demesi nasıl çirkin bir yalansa,  seyyid olanında değilim demesi ceddini inkar olacağını şecere şart değil, aile içi bilgilendirme (tevatür nakil) ile bilinmesi o kimsenin seyyidliğine kafidir buyurarak bu kutsi emaneti çocuklarınıza biz hem anne, hem de baba tarafından seyyidiz.  Müjdesiyle vermiştir.


Mehmet Feyzi Efendi (k.s) Tahsil Hayatı:


Bilinen ilk muallimesi Çerkez Hoca Hanımdır. O günkü eğitim koşullarına göre 7 yaşında başladığı Yarabcı Mektebinde ilk tahsilini tamamlandı. 

Sinanbey Cami'inde imamlık, Nasrullah Camiinde Hatiplik yapan daha sonra İstanbul Fatih Camii başimamı ve diyanet işleri başkanlığına ait Mushafları inceleme kurulu başkanlığı görevinde bulunan Kurra Hafız Ömer Aköz hoca efendiden hafızlığını tamamladı ve Kuran talimi aldı. 

Yine aynı hoca efendiden  "Mukaddeme-i Cezeriyye", "Tecvid-i Edaiye" ve "İlm-i İrtifa" okudu. Hafız Abdurrahman efendiden Arapça, Fıkıhtan Halebi Hafız Tevfik Efendiden Kırâat-ı Sab-a Reisü'l- Kurrâ Hoca kamil efendiden "Mülteka", "Şir'atü'l İslam" ve "Fıkh-ı Ekber" tahsil etti.

İstanbul'da iken Nevşehirli Hacı Hayrullah Efendiden "Tefsir-i Alusi" Hoca Hüsrev efendiden Buhari-i Şerif okudu. Abdulhakim Arvasi Hazertlerinin "Tefsir-i Kebir"den verdiği derslere katıldı. 

Asker dönüşü daha önce Kastamonu'ya gelmiş olan Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinden Kelam, İslam Felsefesi ve mantık dersleri aldı. Hizmetteki yakınlığından dolayı Sır Kitabı ünvanıyla taltif edildi.

Bu üncan altına mazhar olduğu "İlm-i ledün" den hikmetleri ise sohbetleriyle insanlara sunduç

Aynı zamanda zahir anlamda kendisine müracaat edenlere Arapça tefsir ve Hadis dersleri vermenin yanında önceleri hafızlara sonra İmam Hatip lisesi talebelerine Kur'an-ı kerim talimi okuttu.


Hayata Bakışı:


Merhum Mehmet Feyzi Efendi (Kuddise Sirruhû) yıllarca ilim, iman, hikmet ve feyz dolu sohbetlerinde Kuran-ı Kerim ve  Hadis-i Şerif okumai bunların hakikatlerini keşfetme, manası ile ahlâklanıp yaşamının önemini yaşayarak anlatmıştır. 

Kur'an'ın tealluk, tehalluk, tahakkuk mertebelerinin olduğunu belirterek ittibadaki istikameti göstermiştir. Çağımız ilim asrı olduğunda, ne akıl namına kerameti reddetmiş, ne de keramet namına aklı iptal etmiştir. Bu nedenle kerrer sohbetlerinde farzdan evvel farz ilimdir. İhlas sevgi huşu ve samimiyetten uzak ilminde ölü ceset gibi olacağından hareketle farz içinde farda ihlastır. Buyurarak ilim ile ihlasın varoluştaki manevi hastalığı giderecek nitelikte olmasıdır.

Sosyal olaylarla ilgili olarak bir yandan vatanseverlik, milliyetçilik ve dindarlık birdir, bunları ayırmaya çalışıyorlar. Vatan olmazsa millet olmaz, millet olmazsa kim İslamiyeti yaşayacak? Diğer bir yönüyle de büyükleriz soltan zalim bile olsa beddua edilmez.

O zaman terör ve anarşi olur, hukuk olmaz. Buyurarak vatan millet din, devlet, hukuk kavramlarının ayrılmaz bir bütün olduğunu izah ederek tefrika çıkarmak isteyenlere meydan vermemiştir. 

İslamiyet ruh Türklük cesettir. Sözleriyle de bin asırlık tarihimizi özetlemiştir. Din ve millet ilişkisinin kuramını belirleyip müspet milliyetçiğin en güzel tanımını yapmıştır.

Yine yeis (ümitsizlik), fert ve toplumlar için kötü sonuç vereceğinden, bir "Fecr-i Sâdık"ın doğacağını müjdelerken öbür ynden "Alim vaktini bilmek mecburiyetindedir.

Fecr-i Kâzipte (yalancı fecir) sabah namazı kılınmaz buyurarak din garip başladı ileride yine garip olacak....." hadisindeki GARİP kelimesini vatanından ayrı kalana denir diye fıkıhçılar gibi tarif etmemizi öünkü bu hadisin varud (söyleniş) sebebinin fıkhi bir hüküm çıkarma olmayıp, bir hakikatin bir doğuşun anlatıldığını İslam başlangıcında  nasıl çok kısa zamanda hakikati ile bir güneş gibi diğer dinler arasında parladı ise sonunda da böyle olacağının müjdesi var. 

Ehl-i Hakikat, GARİBİ güneşle tarif ediyor. Yani benzersiz, adim-i binazir, biz de böyle düşünelim. Buyurmuştur.

Bu hadis yorumunu Fetih Suresindeki; 

"Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini (s.a.v.) hidayet ve hak din ile gönderen O'dur..."


Mehmet Feyzi Efendi (k.s)  Vefatı


Mehmet Feyzi Efendi (Kuddise Sirruhû) hayatının her safhasında hatta her anında, sakalından-tırnağına, yemesinden içmesine, sevincinden, kızmasına, sözlerinden sözlerini yaşamasına kadar Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'in sünnetine ittibada (uymada) öylesine dikkat etti ki, bunun mükafatı olarak, bin bir sır ve hikmetleri içeren Cenab-ı Hakk'ın Habibi'ni (a.s.v.) dünyada iken ilahi huzuru davet mucizesi Miraç gecesine  rastlayan 4 Mart 1989'da vefat ederek ilahi huzura kavuşması, Kuranı kerimin mucize bir tarzda verdiği ahir zamanda süneti ve sünnete ittibayı hafife alcak bir takım insanlara karşı;

"(Resûlüm) de ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana ittiba edin ki, Allah ta sizi sevsin...." (Ali İmran 3/31)

Ayetinin sırrına nail olurken öbür yandan mezarının  bile annesinin ayak ucunda oluşuyla cennet cennet, anaların ayaklarının altındadır.  Hadis-i şerifinde  ittibanın güzel bir örneği olmuştur. 

Yazar: Ahmet Mahmut Ünlü 



Kaynakça: Lalegül - Aylık İlim- Kültür ve Fikir Dergisi: yıl,3 sayı:34 Aralık 2015, Sayfa: 22-2324

İnsaf Dinin Yarısıdır.

Sütlere Su karıştırmayın


Hazreti Ömer (Radıyallahu Anh) Çok adaletli bir insandı. Halife olduktan sonra sık sık kıyafet değiştirip halkın arasında dolaşarak onların durumunu incelerdi.

Gene bir günün gecesinde Medine sokaklarında dolaşmaktaydı. Çok dolaştığı için biraz yorulmuştu ve bir evin önüne oturdu. Evden bir konuşma sesleri geliyordu. Buna kulak misafiri oldu. Kadın:

- Kızım, haydi kalk da sabah sütçü gelmeden sütlere biraz su karıştır dedi. Kız, annesine:

"Anne, bunu nasıl dersin? Halife Hazreti Ömer'in sütlere su karıştırılmamasını yasakladığını duymadın mı? diye karşılık verdi.

Annesi:

- Aman kızım! Halife Ömer şimdi rahat döşeğinde uyuyordur. Bizim sütlere su karıştırdığımızı nereden bilecek? dedi.

Genç kız, kararlı bir sesle:

- Anneciğim Halife uyusa bile, Allahu Teala da mı uyuyor? Allah (Celle Celâlühû) bizi görmez mi? Yaptığımızı bilmez mi? deyincei annesi kızına diyecek bir şey bulamadı. Hatasını anladı ve söylediğine pişman oldu ve tövbe etti.

Hazreti Ömer (r.a.) ise dışarıda bu konuşmaları dinlerken sessiz sessiz ağlamaktaydı. Oturduğu yerden kalktı, doğruca evine döndü. Bu adaletli, insaflı genç kızı oğlu Asım'a istedi.

İşte o genç kız, ileride ikinci ömer olarak adlandırılan Ömer Bin Abdülaziz'in anneannesi oldu.

Ömer Bin Abdülaziz'in adaletlive dürüst yönetimi sayesinde ülke, çok kısa bir zamanda kalkındı ve gelişti. Hatta halk öyle zenginleşti ki, ülkede zekat verilecek fakir  dahi kalmadı.


İnsaf Dinin Yarısıdır.

İnsaf ve Vicdan


İnsaf: Hak ve eşitliği gözeterek davranmak , gerçeği kabul etmek, adaletli davranmak demektir.

Vicdan: İyi ile kötüyü ayırt edebilme özelliğidir.

İnsan ve vicdanın ciddi, iyi huylu insanın özelliklerindendir. Bu iki güzel özellik sayesinde ruhumuzun adalet terazisi diyebiliriz. İyi bir Müslüman hiçbir zaman doğru yoldan ayrılmaz, köyü yollara başvurmaz.  Hangi şartla olursa olsun adaletli gözetir ve gözetmelidir de.

Kainatın Efendisi Hz. Muhammed ( Sallallahu Aleyhi ve Sellem) "İnsaf dinin yarısıdır" buyurmuşlardır. İnsaflı olmanın ne denli önemli olduğunu bu hadis-i şerif ile bizlere duyurmuştur.

Ebû Hureyre (Radıyallahu Anh) Kimdir?

Ebû Hureyre'nin (r.a.) Adı hakkında farklı rivayetler olup, en doğru rivayete göre isminin Abdurrahman bin Sahr olduğu bildirilmiştir. Künyesi Ebû Hureyre'dir. Bu künyenin verilişi hakkında kendisi şöyle beyanda bulunmuştur:

"Bir gün kafamın içinde küçük bir kedi taşıyordum. Rasûlallah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) gördü. "Nedir bu?" buyurdu. Ben de, "kedicik" dedim. Bunun üzerine Rasûlallah (s.a.v.) bana" Ey kedicik babası" buyurdu."

Ebû Hureyre (Radıyallahu Anh) Kimdir?


Hazreti Muhammed (a.s.v.)'in misafirperverliği ve cömertliği sayesinde yaşayan Ebû Hureyre, Raûlallah (s.a.v.)2in mescidinde sadece ibadet ve ilimle meşgul olan Ehl-i Suffe'nin en ileri gelen simasi idi. Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz, büyük bir muhabbetle sevmiş. O'nun sünnetine uygun olarak yaşamış ve manevi yüce mertebelere erişmiştir.

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)

"Kediyi sevmek imandandır." buyurmuştur. "Niçin?" diye sormuşlar.

"Ebû Hureyre bilir" demiş başka bir şey söylememiştir.

Ebû Hureyre (r.a.) iffet sahibi, eli açık ve cömertti. Hoşsohbet, temiz ve ince duygulu, saf gönüllü idi. Emirlik ve valilik ona kibir vermemiş tam tersi alçal gönüllülüğünü arttırmıştır.

Ebû Hureyre (r.a.) kısa sürede İslam aleminin en önemli ve en güvenilir sahbelerinden birisi oldu. Peygamber Efendimiz kendisini çok seviyordu ve yanından ayırmıyordu. Ebû Hureyre (r.a.) Peygamber Efendimiz'in (s.a.v.) hep huzurunda ve yanında bulunduğu için, pek çok hadis-i şerif işitip rivayet etmiştir. Gece gündüz Peygamber Efendimizin (s.a.v.) yanından ayrılmak, O'ndan duyduğu hadisleri öğrenmeye çalışırdı. Savaşta ve barışta Rasulallah'ın (a.s.v.) yanından ayrılmazdı. Hafızası çok kuvvetli olduğundan, çok hadis-i şerif ezberlemişti.

Ebû Hureyre (r.a.)  Peygamberimiz'e (s.a.v.) şöyle demiştir:

"Ya Rasûlallah! Senden işittiklerimizi hafızamda fazla tutamıyorum. " Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) "Örtünü uzat" buyurdu. O da ridasını uzattı.  Rasûlallah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ona dua etti. İki mübarek eliyle üç defa ona nur saçtı ve "Örtünü göğsüne sür" buyurdu. O da sürdü. Böylece Allahu Teala (Celle Celâluhu) ona öyle bir hafıza ihsan eti ki, işittiği hiç bir şeyi unutmadı. Böylecek çok hadis-i şerif rivayet etti.

Ebû Hureyre (r.a.) , uzun süren önrünün sırf hadisleri öğrenme ve öğretmeye adamıştır. Sahabenin bir araya geldikleri Cuma günlerinde Mescid-i Nebevinin bir kenarına çekilerek hadis rivayet eder, pek çok insan da onu can kulağıyla dinlerdi. 

Ebû Hureyre (Radıyallahu Anh), Peygamber Efendimiz'in (s.a.v.) vefatından sonra yaklaşık yarım asır kadar daha yaşamıştır.

Evet günümüzde kedileri sevmeyen topluluklar vardır. Bunun bazı nedenlerinden biri Peygamber Efendimiz kedileri çok sevdiğinden kaynaklı olabilir. Satanist denilen ucube gruplar bu yüzden kedilere düşman olabilirler. Kediler dünyadaki en temiz hayvanlardır. Ve onun bulunduğu gezdiği yerlerde Namaz kılınabilir ki, kendim şahsen bazı camilerin içinde kedilerin gezdiğini ve namazların kılındığını gördüm. 

Kediler evet çok temiz canlılardır. Hayatlarının büyük bir bölümünü kendilerini temizleyerek, yalanarak geçirirler. Ağzında bulunan bir madde mikropları öldürücü özelliğe sahiptir ve en temiz ağız ise de kedilerin ağzıdır. 

Kötü olan şu ki, kedilerin sevilmeme nedenin en büyük olanağı ise, kedilerin nankör olduğunu düşündükleridir. Ve kedilere nankör derler. Aslında en asil ve karakterli olan canlı ise kedilerdir. Sahibine bağlı kalmaz. Sahibini gözünde büyütmez. Allah (c.c.) kendini teslim ederek rızkın ondan geldiğine inanır ve sahibinin sadece aracı olduğunu bilir. Sahibi olsun veya olmasın Allah bir şekilde ona rızık vereceğini bilerek hareket eder ve bu yüzden kafasına göre takılır. 

Yanlış anlaşılmasın biz burada diğer canlıları kesinlikle kötülemiyoruz. Bunlar bir gerçektir. Diğer tüm canlılar  Allah'ın yarattığı mükemmel hayvanlardır. Yani burada köpek ile kedi kıyaslandığı zaman kedi nankör olmuş oluyor bazılarınca. Köpek ise rızkını sadece sahibi vereceği düşüncesi ile aç kalmamak için ve hep yemek için sahibini gözünde çok büyütür. Bu yüzden ayrılmaz yanından. Köpekte güzel bir canlı ama evlerde beslenmesi uygun değildir. Temizlik açısından ve Meleklerin köpek olan yerlere gelmediği bilinmektedir. Ve Aynı zamanda  köpeklerin gezdiği yerlerde namaz kılmak ne kadar doğru olur bu bilinmez. 

Köpekler, evde değil, bahçelerde, çiftliklerde, kapının önünde ve insanları hırsızlara karşı uyarma için beslenebilir. Aynı zamanda eğitimi yapılarak askeri  alanlarda, bomba ve mayın aramalarında, narkotikler içinde özellikle kullanılmaktadır. Bu sayede çok faydaları vardır.  Diğer türlü evde beslenebilecek tek hayvan kedidir. 

Genellikle evlerde muhabbet kuşları beslenir. Bu doğru değil. Çünkü o kuşun özgürlüğünü elinden alıp ufacık bir  kafese tıkıyorsunuz. Yani hapsediyorsunuz. Her ne kadar zaman zaman evin içinde uçursanızda sanki ceza evinde olan insanlar gibi ara sıra bahçeye çıkma izni gibi. Bu yüzden kediler serbest şekilde dolaştıkları ve evleri sevdiği insanlarla iyi geçinebildiği için bir canlı besleyecekseniz kedi beslemeniz tavsiye edilir. 

Şeyh Ahmed Siyahi Hazretleri Kimdir?

Ahmed Siyahi Hazretleri H. 1191/M. 1777 senesinde Kastamonu'da doğdu. Şehrin önde gelen alimlerinden ilim tahsil etti. Çorum'da  Yusuf-i Bahri Efendiden hadis ilmini öğrenip Hafız-ı Hadis ünvanı aldı. Çerkeşli Şeyh Mustafa Efendinin sohbetlerine katıldı.

Mustafa Efendiz, Ahmed Siyahi Hazretlerinş, Nakşibendiyye yolunun büyüğü Mevlana Hâlid-i Bağdadi Hazretlerine talebe olarak gönderdi, başına siyah sarık sarması sebebiyle hocası tarafından Siyahi lâkabı verildi. 

Hâlid-i Bağdadi Hazretleri tarafından icazet (diploma) verilerek insanları irşad vazifesi ile Kastamonu'da görevlendirildi.

H. 129j/M.1874 senesinde vefat etti. Yerine halife olarak oğlu Seyyid Ahmed Hicabi Hazretleri geçti. H. 1242/M.1826 senesinde dünyaya geldi. H. 1306/M.1889 senesinde bir seher vakti ahirete irtihal eyledi, babasının yanına defnedildi. (r.a.)

Dergah ve kütüphane, banisi (kurucusu) Hâlidiye Şeyhi Seyyid Ahmed Hicabi Efendi tarafından H.1295/M. 1878 yılında yaptırılmıştır.


Şeyh Seyyid Ahmed Siyahi Hazretlerini tanıyalım


Tahminen doksan beş senelik ömrünü nefis mücahedesinden oluşmuş sebat sayesinde, gayr-i meşru heveslere feda etmeyerek, ilim ve irfan elde etmeye , maddi  ve manevi sahada kendinde oluşmuş olan hasılatı, diğer insanlara yaymaya ve dağıtmaya adamış az bulunur bir irfan ehlidir ki, hicr 12. yüzyılın sonralarında Kastamonu'nun Kırkçeşme mahallesinde sa'diyye tarikatının salihlerinden demirci Ahmed Baba'nın soyundan dünyaya gelmiştir.

Yetişme ve İlim Tahsili


Henüz küçük bir çocukken şefkatli anasının, derviş meşrebli babasının merhametli ellerinde dervişane vera (takva ve zühd) sahibi olarak terbiye görmüştür. Kur'ân-ı Kerîm öğrenmek için ilk defa önünde besmele çektiği Şaban Hoca Efendi'nin sahip olduğu zühd (dünyaya dalmamak) ve vera (şüpheli şeyleri terketmek, titiz davranarak takvanın bir üst mertebesine ulaşmak) onda doğuştan bulunan zâhidlik kabiliyetine başka bir letafet ve parlaklık katmıştır.


Şeyh Ahmed Siyahi Hazretleri Kimdir?


Gençliğinde gördüğü bu sofiyane terbiye sayesinde gerekli ilimleri tahsil ettikten sonra, kendini Kasabalı Mehmet Efendi adındaki vera sahibi , temiz ahlaklı bir zatın terbiye edici eline teslim etmiştir. Daha sonra zühd ve salihlikle meşhur olan Amasyalı Uzun Ali Efendi merhumun istifade halkasına devam ederek, lim ve fazilet dairesini genişletmeye çalışmıştır.

Bir müddet değerli alimlerden ve Nakşibendi Şeyhlerinden (Kastamonu da bulunan Numaniye Medresesinin kurucusu ve müderrisidir) Hoca Numan Efendinin ilim ve irfan kütüphanesiyle Üveysi azizlerinden "Buhari Abdülaziz Efendi"nin olgunluk kazandıran kürsüsünden ilmi ve ameli feyizler elde etmeye mümkün mertebe gayret ve himmet etmiştir.

İrfan ve  fazilet fikirler genişledikçe, kemal elde etmeye şevk ve gayreti arttığından olmalıdır ki, altında bulunduğu ihtiyacın, ağır yükün çekilmez sıkıntısı altında, fakirlik ve sabrı kıran darbesine, sofiyane metanetini koruyucu bir siper edinerek, o zamanlar alimler merkezi denmeye layık olan Amasya'ya yönelerek, mantıkçılar arasında eşsiz Hoca Payas'tan ve ilmi tefsirde  Beyzavi'ye denk olan Hoca Muhammed Caniki Hazretlerinden gerekli kitapları okuyup tamamlayarak icazet almıştır.

Dönüşünde Çorum vilayetinde feyiz nurlarını yayan Yusuf Bahri Hazretlerinden hadis ilmini öğrenerek, rivayet silsilesini tashih suretiyle, kendisiyle sohbet şerefini elde etmiş olan hemşehrilerinin söylediğine göre, hadis hafızı ünvanını haiz olacak kadar Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in hadis-i şeriflerini ezberlemiş olarak doğduğu yer olan Kastamonu'ya dönmüştür.

Bu sırada meşhur Ayaklı Kütüphanesinin en kıymetli talebelerinden olan ve mezkur beldenin namazgah Medresesi Müderrisi Hoca Osman Efendi Merhum'dan tefsir meâni ve kelam ilimleri okumuştur.

Hâlid-i Bağdâdi Hazretleriyle Buluşması


İlim tahsil ettiği dönemlerde tatil günlerinde birkaç defa Çerkeş'e giderek, Halveti Tarikatının müceddidlerinden Şeyh Mustafa Efendi (k.s.) Hazretleriyle sohbet etmiş ve ondan inâbe (tarikat dersi) istirham etmişse de Mustafa Efendi; "Senin feyzine sebep olacak zatın adı Hâlid olacaktır. Onu ara!" şeklinde irşad olunmuştur.

Bu irşad edici kılavuzun irşadının şevkiyle aşıkane fikirleri kaynamaya başlayıp, gizlice işaret edilen mürşidine doğru koşmak isterken ve bir takım imkansızlıklar içerisinde şeyhine ulaşmaktan mahrum iken, memleketin zenginlerinden ABdulbakizade Hacı Numan Ağa isminde cömert, yüksek ahlaklı bir seveninin nakdi yardımı ve himmetiyle karayoluyla Hicaz cihetine yöneldi.

Derken cennet kokulu Şam'a ulaşınca, Yüce Nakşibendi tarikarının en mükemmel müceddidi (yenileyicisi), Cenâb-ı Hakk'ın feyizli yolunu anlamada mükemmel bir mürşid, gavsulenam (halkın medetkarı, kibar-ı evliyaullah'tan) ve İslam dairesinin kutbu (reisi, zamanın ulusu) Hâlid-i Bağdâdi Hazretleri (Kuddise Sirruhû) ile buluştu. 

Ahmed Siyahi Hazretleri, insanların ve cinlerin peygamberinin sünnetlerine uygun olarak, siyah sarık sarınmayı alışkanlık haline getirdikleri için, Halid-i Bağdadi hazretleri tarafından "Siyahi" lakabına mazhariyetle  maksadına ulaşmış, sülük erbabı için gerçekten cihan kıymetinde bir nimet denmeğe layık bir şekilde O'nun maiyyetinde Hicaz'a doğru yönelerek, halkın kıblegahı olani Kabe'yi tavafla mutlu olmul. Cenâb-ı Hakk'ın sevgilisinin  Ravza-i Mutahhara'sını ziyaretle tecellilere mazhar olmuştur.

Ahmet Siyahi hazretleri Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere ziyaretlerini mürşidi Halid-i Bağdadi hazretleri  ile birlikte nice tarikat sırlarına vakıf olarak ifa edip hac farizasını yerine getirdikten  sonra, o yüce terbiye edicinin tarikat nurlarını yaymak üzere mürşidinin verdiği icazetnameyi alarak 1826 senesi başlarında Kastamonu'ya dönmüş ve görevi gereği salihlerin terbiyesine başlamıştır.

Halid-i Bağdadi Hazretlerinin En Son Halifesi Ahmed Siyahi Hazretleridir!

Ahmet Siyahi Hazretleri, Halid-i Bağdadi Hazretlerinin en son halifesidir. Siyahi Hazretlerinin Kastamonu'ya avdetlerinde kısa bir süre sonra, yani 1242 tarihinde Halid-i Bağdadi Hazretlerinin vefat etmiş olması ve "En son olarak irşad izni verdiğimiz kimse, Kastamonulu Hacı Ahmet Efendidir. " buyurmaları da bu konuda delil teşkil etmektedir.

Nitekim bazı değerli halifelerinin özel menkıbelerindeki kayıtlarda ayrıca Mevlana Halid Hazretlerinin Ahmed Siyahi Hazretlerine tarikat-ı Aliyyedeki bazı müşkillerinin halini ihtiva eder mahiyette gönderdiği cevaplarla ve kütüphanelerdeki nefis sandıkta  bulunan yazılarıyla, yine böylece en son halifelerinin vesikalı ittifakı ile bu husus sabittir.

Kastamonu'da İrşâd Faaliyetine Başlaması


O zamanlarda kastamonu'da Şabaniyye, Rufaiyye, Kadiriyye, Sadiyye, Celvettiye ve diğer yüce tarikatların erbabı bulunmasına rağmen, Şerefli Halidiyye Tarikatının usul  ve adabına vakıf olan kalp ehlinin yokluğundan dolayı, Halidi usulü üzere teveccühe  ve rabıtaya  ve tarikatın diğer şartlarına ve adabına alimler ve değerli şeyhler tarafından itiraz edilerek, kendiledri pek çok taarruza hedef olmuştur.

Fakat Ahmed Siyahi Hazretleri bunların her birine sabır ve sükunetle karşılık vererek, bu yola karşı saldıranların neticede sevgi dairesine gireceklerini tarikat kardeşlerine  beyan ederek daima onları teselli etmiş ve azmine asla bıkkınlık getirmeyerek  bulunduğu hak yolda dosdoğru yürüyerek, kendisine bağlananları marifet feyizleri saçmaya devam etmiştir ki Kastamonu'da bulunan Namazgah  adındaki yüce medresede  talim ve tedris (eğitim ve öğretim) kürsüsünü şereflendirmişti.

Bu şekilde bir-iki sene geçtikten sonra şimdi halk arasında kendi ismine izafetle "Hacı Ahmed Efendi Medresesi" adıyla diğer medreseleri şeref bakımından kıskandıracak olan merdiyye" medresesine intikal etmiştir.

Bu mübarek mekan o zamanlar merdoğlu adında bir kimsenin evi imiş. Bu zikredilen şahıs bir gece rüyasında bir kuyuya düşerek boğulmak üzere iken, kuyu başında Siyahi Hazretlerini görür ve ondan yardım ister. O da; "Eğer evini benim için medrese yaparsan seni kurtarırım" şeklinde onu irşad edince bu kişi bunu yapacağına dair çok kuvvetli bir şekilde söz vererek, o dehşetli gaflet uykusundan uyanır.

Daha sonra rüyasında verdiği sözü yerine getirir. Bir merdzade bu zikredilen medresenin  ortasındaki havuza dökülen yüz masuralık (dört yüz çuvaldız kalınlığında akan) suyu da, kasabanın güney tarafında, yarım saat mesafede bulunan "Olukbaşı" mahallinden getirip susayanları leziz soğuk suyuyla kandırmakla bu zikredilen medreseyi alimlerin özlemi yapmıştır. İşte bu nedenle siyahi hazretleri fazilet ve marifet kürsüsünü  oraya naklederek, irşad ve terbiye kilimini oraya yaymıştır.

Ahmet Siyahi Hazretleri, zahir-perestlerin (birşeyin görünüşüne kıymet verip, hakikatına değer vermeyenlerin) ayıplamalarına zette kadar ehemmiyet vermeyerek, baz<en gizli bazen açık gündüzleri ikindiden sonra, medresenin küyüphanesinde ve geceleri şimdiki dergahlarının yakınında bulunan küçük oğulları Sadeddin Efendinin tasarrufundaki mütevazi bir evde, 1257 (1841) tarihine kadar Hatm-i Hacegan okumaya, salihleri terbiyeye devam etmiştir.

Mevlâna Hâlid Hazretlerinin Halifesi Fethullah El- AKri Hazretlerinin Kastamonu'yu Teşrifi


Halidiyye mensuplarından Ahmed Siyahi Hazretleri ile kıymetli mahdumu Ahmed Hicabi Hazretlerinin Kastamonu vilayetinde yüce eserler meydana getirmeleri ve o sırada Mevlana halid el-Bağdadi (k.s.) hazretlerinin değerli halifelerinden Adülfettah Efendi Hazretlerinin İstanbul'a giderken, ziyaret için Kastamonu'yu teşrifleri, Yüca Halidiyye tarikatının bu beldede şöhret bulmasına ve gaflet erbabının gözleri üzerindeki kıskançlık perdesinin kalkmasına sebep olmuştur.

Hatta Kastamonu ulemasının icazet silsilerinin tümü kendisine ulaşan muhakkık (araştırıcı) alimlerin ileri gelenlerinden Keskinzade Ahmed Erib Efendi merhuım, yukarıda zikredilen  Abdülfettah Efendiden inabe (tarikat dersi alma) ricasında bulunca; "Şeyh Siyahi burada iken bizim inabe vermemiz edebe uygun olmaz" demek suretiyle onun irşad ve terbiyesini Ahmed Siyahi Hazretlerine havale ederek onun faziletini herkese bildirmiştir.

Netice olarak kendisinden zuhur eden Rabbani cezbeler ve apaçık kerametlerle yabancıları yar (dost) eden, kendine karşı çıkanları bile zikir dairesine dahil eden Ahmet Siyahi Hazretlerinin itibarı günbegün artmış ve nihayet 1277 (1860) tarihine kadar kendisine intisab etmeyen, özellikle sevmeyen kimse kalmamıştır. 

Ahmet Mahmut Ünlü


Ahmet Baysan'ın "Şeyh Seyyid Ahmed Siyahi ve Evliya Sohbetleri" kitabından alıntı yapılmıştır.

Kaynakça: Lalegül - Aylık İlim- Kültür ve Fikir Dergisi: yıl,3 sayı:34 Aralık 2015 - Sayfa: 12,13,14,15