-->

Sponsor Alanı

Slider

İlgi Çeken Videolar

Sağlık

Teknoloji

Sinema

Televizyon

Ne Nedir?

En5 Konular

ads

Rekler Hakkında Farklı Bir Teori

Renkler tarif  Edilir mi?



Rengini  tarif eden var mı?  Renkler hakkında  ilginç bilgiler?


Renkler hayatımızın bir parçasıdır. Her insanın en çok sevdiği renk veya renkler vardır. Bildiğiniz  gibi bir rengin fazlaca tonları olduğu  gibi  ana renkler  7  tanedir. Bunları saymaya  luzüm  görmüyorum biliyoruz ancak aşağıda bun renkler ile ilgili  fikirlerimi  yazacağım.  

Evet renkler önemlidir.  Her insan bazı renkleri veya bir rengi daha çok sever. Rengarenk her yer aslında  giyimden tutunda,  gök yüzünün gecesi  gündüzü,  ayın rengi, güneşin rengi,  insanların renkleri , yazıların renkleri, kokunun bile rengi var. Buna benzer çok örnek çıkarabilirim  şimdilik bu kadarı yeterli.


Rekler Hakkında Farklı Bir  Teori


Bildiğiniz  gibi insanların  hiç biri birbirine benzemez ikizler bile birbirine ne kadar benzer gözükse bile farklılıklar var.  Parmak izleri mesela  her insanın farklı farklı.  Kar taneleri hiç birbirine benzemez ama her ne kadar da olsa bize aynı gibi gözükür.  Renkler konusuda bunun gibi   aslında  saçma  gibi gelebilir belki  aşağıdaki  yazdıklarım ama olabilitesi yüksek durum.


Yedi Ana Renk


Siyah ve beyaz renk olarak kabül edilmez; siyah yedi rengin hepsini emer beyaz ise hepsini yansıtır. Renklerin koyuluk açıklıkları (Valör) da ışıkla ilgilidir . Bu 7 renk; Sarı, kırmızı , turuncu ,mavi, yeşil, mor, lacivert

1. teori: Mesela ben   yeşil  ve mavi rengi severim.  Ama ben bu rengi nasıl görüyorum bunu sadece ben biliyorum. Herkes için  renklerin ismi aynı ama ve bizler öyle bildiğimiz için her bakan bu renklere evet bu yeşil veya mavi  diyebiliyor. Bu  çocukluktan beri  alıştığımız daha doğrusu bildiğimiz görüntüden oluşan akılda kalan bir durum olasılığı. Ben yeşil diyorum  yanımdaki kişiye sorduğumda oda yeşil diyor. Peki size  yeşil renk nasıl bir renk diye sorsam  bana yeşil rengi anlatın desem bunu anlatabilir misiniz? Birçok şey anlatılabilir ancak renk nasıl  tarif edilebilir?  Koku  kısmen tarif edilebilir. Mesela  yeşil rengi  tarif edebilirim derseniz de edemezsiniz? Örnek olarak yeşili  tarif ederken  bir cimeni örnek  gösterirsiniz ama bu tarif değil siz rengi değil  cimeni  tarif etmiş  olursunuz yani cimende yeşil. Veya iki aynı renkte olan elbiseyi örnek gösterseniz gene olmaz. Burada  istenilen bir rengin anlatılması.  Bana  yeşili anlatsana? İnsanlara sorun  renkleri anlatın diyin  bakalım renkleri anlatılabilir mi?  Bu konu hakkında  fazla  detayım yok ben sadece  fikrimi  yazıyorum  yanılma ihtimalimde elbette var. 

Ben  baktığım zaman mavi renge mavi görüyorum ee ötesine gidemiyorum  tarif edemiyorum.  Yani en fazla  gök  yüzü  gibi  derim ama  gök yüzüde mavi. Aslında renkler aynı  evet  ama  kime  göre bizlere göre aynı.  Senin gözlerinle ben bakamadığım için mavi renk sana  nasıl gözüküyor  bunu çok merak ediyorum. Ancak her insana benim fikrimce  renkler farklı gözüküyor. Ancak aynı renkte birleşiyor gözler. Örnek verecek olursam ben  yeşile bakıyorum yeşili görüyorum bir başkası bakıyor oda yeşil görüyor. Buraya kadar sorun yok ama nasıl  görüyor o yeşil rengi acaba. Ben nasıl görüyorum sizce  yeşili bunu anlamak mümkün değil.  Çünkü benim gözlerimle bakmanız gerek bende  bir başka insanın gözü ile  o zaman bir karşılaştırma yapılır ve farklar ortaya çıkar. 

Aslında her şey  sandığımız gibi değil. Hani meşhur bir söz vardır. Hiçbir şey göründüğü gibi değil bu söz  bu teoriyi destekler durumda.  Her insan bakar ama bazısın baktığı zaman ötesini göremez, bazısı bakar  duvar görür, bazısı bakar duvarın boyasını, bazısı bakar  arkasını  hisseder, bazısı bakar duvardaki  tabloyu fark eder, kimisi de  tabloyu görür  ama odaklanamaz  ve  her insan farklı bakar.  Eğer  herkes aynı bakış açısı ile bakmış olsaydı herkes aynı olmazmıydı.  Olurdu  tabi. 

Leyla ile Mecnun  buna örnek olabilir. Mecnun leylayı nasıl görmüş ki acaba  ona ondan daha güzel bir şey gözükmemiş ama başkaları leylanın  çok çirkin olduğunu söyleler. Çirkinlik  bir nebze anlatılır.  Haşa  Allah'ın yarattığı hiçbir şey çirkin değil ancak  güzelin bir tık ötesi  daha güzeli olarak  fark arası var. 

leylaya bakan sizin gözünüz olsaydı mecnun olmazdınız dimi,  ama mecnunun  gözü ile baksanız mecnundan beter bile belki olurdunuz çok garip dimi. Çok delice gelmesin bu sözlerim incesine inerseniz oldukça  mantıklı ve olası durum. Fakat  herşeyde yanılma payı vardır.

Bir sinek nasıl görüyor bunu bilmek mümkün mü bilemem ama  buna ilişkin  bilgiler vardır. Ama sinek olmak gerek o gözle bakmak için. Yılan başka  görürken,  akrep başka görür,  köpekler kokuları ile anlaşırken gözleri çok net görmez mesela.  

Eğer imkan olsaydı işte  bir başkasının gözüyle bir renge bakarak  karşılaştırma yapılsaydı o zaman bu teori çürürdü. Hiç kimse başka birinin gözüyle bakamaz.  Manevi olarak başkasının gözüyle bakarsın bu sadece benzetmeden ibaret, bakış açısı  kastediliyor.  Evet  bakış açısı herkesin farklı demekki insanlar bile  başkasının gözüyle bakmak istiyor aslında ama fikir olarak bir pencereden ama  asıl olarak bakmayı düşünmediler çünkü  asıl olarak  başkasına ait gözle bir başkası asla bakamaz. O kişinin gözleri ile  bir başkasının gözlerini  takas etseler bile bu değişmez. Burada sadece  göz değil, ruh beden,  akıl, idrak, irade, kavrayış hepsi buna etkendir. Yani  kısaca kimse bir başkasının gözüyle bakamaz. Konumuz renk olduğu için bir renk  bana öyle gözükürken sana başka gözüküyor kim bilir. Ama  yukarıda belirttiğim gibi  biz  renkleri böyle bildik isimleri ile. Yani öyle öğrendik aslında yeşili  yeşil öğrendik diye bize  yeşil oldu. Ama gördüğümüz sahi hangi renk?

Beyaz ve  siyah renk en ilginç olanı. Bunlara örnek verilebilir ama ötesine gidlemez.  Mesela  gündüz gökyüzü mavi, bulutlu havalarda  daha değişik ama dikkat ediniz  hava karardığı zaman  siyah gözükür. İşte bu karanlık yani siyah size  nasıl bir  siyah nasıl karanlık.  Aklınızdan şu  fikir geçebilir. Işıkları kapatınca  zifiri karanlık olur etrafı bir süre göremeyiz işte o diyebilirsiniz ama öyle değil. Bir  insan beyaza bakıncada göremez.

Heryerin karlarla  kaplı olduğu bembeyaz bir yere  bakın bir süre sonra kör olursunuz yani geçici kar körü deler buna bir şey göremezsiniz. İşte  karanlık aslında bu durumda beyaz oluyor. Beyaz ise  karanlığa kaçıyor.  Renkler birbirlerini  kovalıyor aslında  her bir renk her bir renge özeniyor.  grinin  kaç tonu var  bilmiyorum ama her bir rengin baya bir  tonu var.  

Teknoloji gelişmiş durumda   photosop ile ilgilenen yazılımcılar normal bir insan bile renk kodları ile  bir renk düşünelim bu sefer  sarı renkten örnekler verelim:  renk kodlarını basitçe bilen biri yada  photsopdan anlayan biri  sarıdan  belki  en az  30 ton çıkarabilir. Bu beceriden beriye değişir.

Mesela Medine'de yeşil kubbe var  bilirsiniz. Kutsal belde olan  Peygamber  Efendimiz  (s.a.v) ravzasında.  Her bakan o yeşile  farklı görüyor buna eminim.  Orada zaten birde  maneviyat var daha da  farklı.   Yeşil kubbe diye aratın hiç bir  kamera yada   fotoğraf makinesi  canlı olarak yakından görüldüğü  tonda çıkmamış  binlerce yeşilin tonu çıkmış Ama o bir yeşil. Bu renk üzerine bir  çalışma yaparak  benim gözümün gördüğü  o yeşilin en  yakın tonunu  tutturdum ama kime göre bana göre.  Başkasına göstersem herhalde  tutmamış diyecektir.  O remi  de ekleyeceğim aşağıda bakınız. Bu  tonu arattım  görsellerde tek benim  paylaştıklarım  çıkıyordu ancak başka  tonları arattığımda milyarca ton çıkıyordu.  Bu resme iyi bakın.  Aşağıdan bakın, yukarıdan bakın,  sağdan bakın,  soldan bakın, yandan,  köşeden  ve  değişik açılardan bakın bakalım  kaç tonlama var. Bakışa göre  50  tonda görebilirsin bazısı binlerce tonlama görür, bazısı bakar tek  ton görür, bazısı bakınca  sağ taraf tonu koyu der  ama halbuki öyle değil. Tek ton var ama bakıştan bakışa bu binlerce tona kadar  görünebiliyor.  Renkleri anlatamıyoruz ama örnek olarak.  Biri öyle bir bakarki  siyah görür.  Biri bakar ki  mavi görür, biri bakar ki  altın sarısı görür. Evet  farkındayım  kafanızı çok karıştırdım neyse konumuza dönelim.


yeşil  kubbe


Bu renge benim gözümle bakmanızı çok isterdim. O zaman beni anlardınız. Hiçte  tahminime göre sizin baktığınız  gibi  görmüyorum. Sizde benim  gördüğüm  gibi  tabi. Her insan kaç milyar insan varsa  herkes  bakar   yeşil der  ama  yeşil  hangi renk anlat dersen anlatamaz ki?  Yeşil   yeşil işte der geçer.  Tamam da yeşil ne renk?  Anladınız mı? yada  siyah hangi renk? Beyaz ne renk? Siyah siyah, beyaz beyaz, yeşil  yeşil evet bunu  biliyoruz ve bildiğimiz için bu isimlerle devam etmiş. Ama bu isimler öğrenilendir.   

Beni anladınız ama  daha detaylı  anlatacağım ki net anlaşılmam için.  Konuşmaya  yeni  başlayan bir bebeğiz şimdi ve  bir renk ismi  öğreniyoruz mavi rengini  öğrendik diyelim nasıl  öğrendik. Renk nasıl  öğrenildi  konuşmaya yeni başlayan bir bebeğiz daha  büyüklerimizden biri gökyüzünü  tarif etti  bak  gökyüzü masmavi dedi  o andan itibaren bu renk adı  ve görüntü  atomlarımıza kadar işledi ve  öyle kaldı. Bu böyle devam ederek, aya baktı ve ay ne kadar parlak ve beyaz denildi  ve beyaz rengi  işledi  bize ve devam edegele  edegele  durum buna işaret etti.

Şimdi  size soruyorum bana  kırmızı rengi anlat. Kanda kırmızı neden? Kan rengi kırmızı ve baktığımız kırmızı da aynı neden düşündünüz mü? Mesela bir kırmızı elma?  Kırmızı bir elbise? Kırmızı başlıklı kız neden kırmızı başlıklı? Bu kırmızı neye göre kırmızı?  nasıl bir kırmızı. Ben baktığımda kırmızı görüyorum evet sende kırmızı görüyorsun ama bunu  anlat diyorum hala anlatmıyorsunuz? Anlatılabilir mi acaba? kanımız,  bayrağımız  örnek  gösterilirsede bu rengi anlatmaz rengi gösterir sadece. Parmak izleri  ve dahi  her insan farklı surette  yaratılmıştır.  Ama biz hepimiz insanız  evet tek bir kelimede birleşen canlı olarak insanız. Hayvanlarda çeşit  çeşit ama hayvan diyoruz. Ama  kurt, var  çakal var,  keçi, koyun, kuzu, kertenkele, yılan, akrep  vs. Ama  herbiri farklı renkleri de,  insanlarda rengarenk. Hangi insan  hangi insanın renginde? siyahilerde  kendi renginde tonlara  ayrılmış tonlarca ton. beyaz tenlilerde her biri ayrı tonda,  sarısınlar,  kızıllar, esmerler, kumrallar vs.  Tonlarca   renk tonu.  

Ben beyaza baktığımda belki siyah görüyorum ama sen  baktığında  sarı görüyorsun belki. Ama bunun  farkında   hiç olamayız.  Çünkü  dediğim gibi isimler  atomlara işledi  başta öyle  öğrendik.  Bir yansıma bir bakış  bir görüş  ama farklı  farklı sanma ki her insan senin gibi bakar.  Yok öyle her insan  farklı bakar. Ama  aynı şeye  baksa bile  gördüğünü seninle aynı sansada aynı değil farklıdır.  Bunu renk için diyorum aslında çok  şey için de  örnekler olabilir ama  en ilginç renk geldi bana.  Rengin tarifini  yapanlar varsa bu teori çürür zaten.

Fazla  uzatmıyayım  uzun yazıları insanlar okumayı pek sevmez  burada keseyim  2. teorime geçeyim kısaca.

2. teorim:

Yukarıda anlattıklarım olası bir durum ama  hiçte öyle olmayabilir.  Her insan  aynı  bakıyordur kimbilir ki. Çünkü ben senin gözünle bakmadım nereden bilebilirim aynı görüp görmediğimizi  belki her insan baktığı zaman aynı görüyor.  Fakat bu teorimin olasılığı  1. teorime göre çok düşük kalır.  Bu sebeple burada yazmı sonlandırıyorum  fikirlerinizi bekliyorum.  

Okültizm Nedir?

Okültizm Nedir? Ne Anlama Gelir?


Okültizm Ne Anlama gelir?


Okültizm kelimesinin dilimizdeki manası, gizli bilim, gizlicilik anlamlarına gelmektedir.

Gizli bilimler akla gelince, eski adetin devamlılığını sağlayan ezoterik (batınî) doktrin anlaşılır. Okültizmin geniş olarak anlamak için , bunun nasıl varolduğunun öğrenilmesinde yarar bulunmaktadır. Eski zamanlarda bilim insanları, fikirlerini mükemmelleştirmek niyetiyle, dünyamızda doğmuş büyük medeniyetlerden ve bilhassa de Eski Mısır gizemlerinden büyük ölçüde yarar sağlamışlardır.

Okültizm Nedir?

Bir önceki Ne Nedir konumuzda "Psikoloji Nedir?" konusu ile ilgili bilgi içeren sayfamıza giderek detayları inceleyebilirsiniz.

Kedilerin Gözünden Dünyaya Bakış

Kedilerin gözlerinden dünyamızı bakmak


Kediler çok sevimli hayvanlardır. Dünyada türlü türlü canlılar vardır. Bunların her birinin dünyaya bakışı farklıdır. Bu konumuzda kediler dünyayı nasıl görüyor.

Kedilerin gözlerinin temeli aslında insan gözüne oldukça benzemektedir. Fakat bizim gördüğümüze yakın bir görüntü ile etrafındakileri görebilir ve kısmen bizim gördüğümüz gibi net görüntü değildir.

Kedilerin gözleri hakkında: genel olarak kediler bazı yerleri bulanık görürler odaklandığı nokta net ancak köşelere doğru bulanık bir görüntü ile karşılaşırlar. İnsanların her cephede 20 derecelik çevresel görüş alanı olduğunu bilmekteyiz. Kedilerde bu sayı 30 derece civarındadır. Kedilerin genel görüş alanı da bizim 180 derece alanımızdan daha geniş, 200 derece olarak bilim insanları tarafından açıklanmıştır.

Kedilerin Gözünden Dünyaya Bakış


Kediler uzak mesafeleri bizler gibi iyi göremez bu oranda kötü görürler. Bizim Kediler 6 metrede net görünüm sağlarken insanlar 30 metre kadar ileriyi net görebilir kedilere kıyasla.

kediler

Bilim adamlarının bildirdiklerine göre kediler mavi ve sarı rengi görebilmektedirler, fakat kahve rengi ve turuncu renkleri göremezler. Bundan dolayıdır ki bu görüntüler soluk olarak aksedilir.



Sonuç olarak uzak mesafeleri iyi göremezler ve yeşil manzaraları da net rengi ile göremezler.

Bilimin Öğrettikleri

Bilimin Öğrettikleri (2014)

Bilimin Öğrettikleri


2014 yılına ait bilim adamların araştırmaları ve sonuca ulaşmaları neticesinde bizlere geçen yıl öğrettiği bilimsel açıklamalardan bazıları: 1. Torino Kefeni, İsa'nın ölümü sırasında gerçekleşen bir radyoaktif deprem sonrasında oluşmadı. Ancak Hz. İsa (a.s) ölmedi İslam dinine göre Allah tarafından göğe yükseltildi. Ve kıyamet zamanında tekrar dünyaya inecektir. 2. Sanılanın aksine, aşılar ve otizm arasında hiçbir bağ bulunmaktadır. 3. Dünya nüfusu sayısının 21. Yüzyıl'da da fazlaca çoğalmaya devam edecek açıklamaları yapıldı. 4. Geniş parmaklı kertenkeleler (gekolar) uzayda hayatına devam etmektedir. 5. Çikolatada bulunan bir bileşen yaşlı insanlarda oluşan hafıza kaybının önüne geçebildiği belirlenmiştir.

Bir önceki konumuz "Açıklanamayan 5 Gizemli Olay"

Bilimin Öğrettiği 5 Önemli Bilgi

2014 senesinde bilim insanlarının araştırmaları neticesinde bizlere öğrettiği 5 bilgiyi sizlerle paylaşıyoruz. En5 konumuzun devamında 5 önemli bilgiyi aşağıda sıraladık.

en5

1. Köpekler Yeryüzü Manyetik Alanı'na göre hizalanarak dışkı bırakıyor.
2. Uykusuzluk aslında bir rahatsızlık olabilir ama uykusuz kalındığı sürelerde ise insana hayatında yaşanmamış hayaller kurmamıza neden olmaktadır.
3. İnsan bedeninde 37.2 trilyon hücre yer almaktadır.
4. Bizden 500 ışık yılı mesafede , Dünya ile aynı büyüklükte olan bir gezegen keşfedildi.
5. İnsanların yengeçler gibi yan yan yürümemesinin sebebi, bu yürüme şeklinin en az koşmak kadar kalori gerektirmesi.

Bir önceki En5 konumuz >>  "Bitkilerden Sizlere 5 Ders"

Harran Okulu Ve Harranlı Âlimler

Bilinen yedi bin yıllık tarihi boyunca Anadolu'da birçok farklı medeniyete ev sahipliği yapan ve çeşitli devletlerin idaresi altında kalan Harran'da şehircilik, sanat, ilim ve teknik oldukça ileri bir seviyeye yükselmiştir. Anadolu ile Mezopotamya arasındaki ticaret, binlerce yıl Harran üzerinden yapılmış ve bu durum zengin, köklü bir kültürel birikimin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Bölgede birçok devlet hüküm sürdüğü için, Harran yöresinde farklı medeniyetlerin izlerini yansıtan eserler bulunmaktadır. Çeşitli mimarî kalıntıları içinde barındıran 4 km. uzunluğundaki şehir surları, tarihî Harran evleri, şehrin güneydoğusunda surlara bitişik olarak inşâ edilen ve farklı dönemlerde hükümdarlık sarayı olarak kullanılan iç kalesi, eski köy yerleşimine yakın höyüğü, üniversite kalıntıları (Harran Okulu), höyüğün kuzey eteğine inşâ edilmiş Ulu Cami ve 33 m yüksekliğindeki minaresi, Şeyh ElHarrani Türbesi, eski mezarlık, Bazda Mağaraları, Çoban Mağaraları, Han elBarür Kervansarayı, Sin Tapınağı Harran'ın o dönemdeki ihtişamına şahitlik eden ve günümüze kadar ulaşan âbidevî kalıntılardır.

Günümüze yalnızca gözetleme (astronomi) kulesi ulaşan ve mevcut kalıntılar arasında yeri tam olarak tespit edilemeyen okul, şehrin bilim tarihinde yer almasına zemin hazırlamıştır. İslâm öncesi dönemde putperest ekolü temsil eden Harran Okulu (Harran Mektebi), tıp, astronomi, fizik, matematik öğrenimi; eski Yunanca ve Süryanice eserlerin tercüme edilmesi çalışmalarıyla tanınmıştır. Güneş, Ay ve gezegenlerin mukaddes sayıldığı eski Mezopotamya'da putperestliğin (Sâbiîzm) en önemli merkezi olan Harran'da bilhassa astronomi oldukça ilerlemiştir. Hristiyanlığın dünyada hızla yayılmaya başladığı dönemde şehir, eski dinlerin ve putperest Helenizm kültürünün son sığınağı olmuştur. Hattâ Hristiyanlar tarafından buraya, putperest şehri manâsına gelen "Helenopolis" adı verilmiştir. İlkçağ Helenizm'inin İskenderiye'deki bilim ve felsefe mektebi dağılınca, burada ders veren filozofların bir kısmı Harran'a gelmiş; Hazreti İbrahim'in de bir dönem yaşadığı bu şehirde kitaplarını ve öğretilerini rahatça muhafaza etmişlerdir. Harran'da felsefe ilminin ulaştığı seviye neticesinde dünyadaki üç büyük felsefe ekolünden biri "Harran ekolü" olmuştur.

Harran'ın 640 yılında İslâm topraklarına dâhil olmasıyla birlikte bölgede Müslümanlık yayılmıştır. İslâm dininin müsamahası sayesinde Müslümanlar, putperestler ve Hristiyanlar Harran'da hep birlikte yaşamışlardır. Emevi Halifelerinden 2. Mervan döneminde devletin başşehri olan Harran, 750 yılından itibaren Abbasi hâkimiyetine girmiştir. Dünyanın en eski üniversitesi üzerine Abbasi Halifesi Harun Reşid (786–809) zamanında tekrar binâ edilen Harran Okulu, kendini ilme adayan hocaları ve zengin kütüphanesiyle büyük bir ün kazanmış ve İslâm kültür tarihinde çok önemli bir yer edinmiştir. Eskiçağ'dan beri varlığı bilinen okul, 718–913 tarihleri arasında (İslâmî dönem) ilim ve sanatta doruk noktaya ulaşmıştır. Bir ilim, irfan ve fikir merkezi hâline gelen Harran'da, çok farklı yerlerden talebeler eğitim görmüştür. Müslüman âlimlerin hâricinde, Sâbiî ve Hristiyan ilim adamları da burada ders vermiş, çeşitli araştırmalar yapmışlardır. Diğer İslâm devletlerinde olduğu gibi, Abbasîler zamanında da ilim adamları için her türlü imkân hazırlanmış ve inancı ne olursa olsun ilimle meşgul olan insanlar Halifeler tarafından himaye edilmiştir.

İslâm devleti sınırlarının Hicaz bölgesinin dışına taşmasıyla birlikte, Müslümanlar farklı kültür ve medeniyetlerle temasa geçmiş; zamanla da kültür ve düşünce alışverişi ortaya çıkmıştır. Bu gayretler Abbasîler döneminde geniş çaplı bir tercüme faaliyetini doğurmuş; hem Doğu'dan hem de Batı'dan pek çok eser İslâm dünyasına aktarılmıştır. İşte Harran'da yetişen ilim adamları, Emeviler devrinde başlayan ama Abbasîlerin ilk döneminde yeni bir ivme kazanan tercüme ve telif faaliyetlerinde önemli bir rol oynamışlardır. Bunlardan bir kısmı, Bağdat'taki Abbasî sarayında da vazife yapmıştır. Felsefe, riyâziyât, tıp, nücûm, kimya gibi ilimlerde pek çok Yunanca, Süryânîce, Hintçe (Sanskritçe), Nabatîce (Bâbil dili), Kıbtça eser, hem bu dilleri hem de Arapçayı çok iyi bilen mütercimler tarafından, Müslümanların ortak ilim dili olan Arapçaya çevrilmiş ve ayrıca yeni kitaplar telif edilmiştir. Bir edebî dil olan Arapça, zaman içinde ilim, kültür ve medeniyet dili olarak önem kazanmıştır.

Harran'daki meşhur okulun canlılığını muhafaza ettiği dönemde burada birçok büyük ilim ve fikir adamı yetişmiştir. Meselâ felsefe, tıp, matematik ve astronomi sahalarında kendini geliştiren, Yunan filozoflarının eserlerini Arapçaya çeviren Sâbit bin Kurra (821–901), mütercimler arasında müstesnâ bir yere sahiptir. Harran'da doğan Sâbit, esasen Sâbiî bir aileye mensuptur. Kendisinden evvel ve zamanında Yunancadan yapılan birçok tercümeyi gözden geçirmiş ve Harran Okulu'nda felsefeden coğrafyaya kadar çeşitli bilim dallarında tercümeler yapmıştır. Ayrıca tercüme edilen eserler üzerinde çalışmış ve Abbasi Halîfesi Mu'tezîd'in himayesi altında yetmişten fazla eser telif etmiştir. Kâtip Çelebi'nin: "Sâbit Bin Kurra'nın tercümeleri olmasaydı, kimsenin hikmete dair kitaplardan faydalanamayacağı söylenir." şeklindeki ifadesi onun, İslâm düşüncesi içindeki yerini yeteri kadar göstermektedir. Sâbit Bin Kurra'nın oğlu Sinan ve torunları Sâbit ve İbrahim de, matematik ve astronomi üzerine çalışmalar yapmış, Grek ilim adamlarının kitaplarını Arapçaya tercüme etmişlerdir.

Astronomi ve matematik âlimi Ebû Abdullah elBattani (858929), Fırat kenarındaki Rakka'da kurduğu rasathanede 42 yıl boyunca astronomi çalışmaları yapmıştır. Gözlemleri neticesinde Dünya'dan Ay'a olan uzaklığı, güneş ve ay tutulmasını, mevsimlerin sürelerini doğru olarak hesaplamıştır. Lâtinceye tercüme edilen eserleri Gregoryen Takvimi'nin yapılmasında faydalı olmuş; Kopernik ve Kepler gibi bilim adamları onun eserlerinden faydalanmıştır. Battani'nin güneş ve ay tutulmalarına dair takriben 900 yılında yaptığı sağlam gözlemler, 18. yüzyıl ortalarına kadar mukayese maksadıyla kullanılmıştır.

İslâm ilim tarihinin efsanevî şahsiyetlerinden biri olan Cabir b. Hayyan da (721–825), Harran Okulu ile birlikte yâd edilmektedir. İslâm kimyasının babası kabul edilen ve atomun kâşifi sayılan Câbir, Yunan filozoflarının aksine, maddenin bölünebilen en küçük parçasının (atom) parçalanabileceğini, üstelik müthiş bir enerji ile parçalanarak Bağdat gibi bir şehri yıkabileceğini söylemiştir. Eserlerinde birçok kimyevî maddenin elde ediliş tarzları ve çözünme yolları hakkında izahlar bulunmaktadır. Kimyevî maddeler ve kablar hakkında hâlihazırda Avrupa dillerinde kullanılan birçok kelime, Câbir'in eserlerinden alınmıştır.

Bu üç mühim ilim adamının hâricinde Ahmed b. Yunus elHarranî, Mahmud b. Cabir, İbrahim b. Zehrin, tıp âlimi İbni Sina (ö.1037) gibi meşhur şahsiyetler de Harran'daki mektepte hocalık yapmışlardır. Kaynakların çoğunun ittifakla zikrettiğine göre, Farabi (870–950) de kısa bir süre Harran'da öğrenim görmüş ve Harranlı Yuhanna b. Haylan'dan felsefe dersleri almıştır.
İlmî sahada yapılan çalışmalarla öne çıkan Harran, İslâm'ın ilk dönemlerinden itibaren dinî ilimlerde de önemli bir merkez hâline gelmiştir. Din ve mâneviyat sahasında büyük hizmetleri bulunan Hayât b. Kays elHarranî Hazretleri de (ö.1185) ömrünün elli senesini bu topraklarda geçirmiştir. İrşad hizmetlerini Harran şehir surlarının batısında, kendi adını taşıyan mescidin kıble tarafında inşâ edilen zâviyesinde yapmış ve bölgenin en çok saygı gösterilen âlimi olmuştur. Keramet ehli bu mübarek zâtın Nureddin Zengî ve Selâhaddîni Eyyûbî tarafından ziyaret edilmiş olması, yaşadığı dönemdeki şöhretini ve nüfûzunu göstermektedir. Hayât b. Kays Hazretleri, Sultan Nureddin Zengî'yi Haçlı ordularıyla savaşa teşvik etmiş ve ona duacı olmuştur. Bu büyük İslâm âlimi ve mutasavvıfı, 1185'te vefat edince evinin ve zâviyesinin bulunduğu yere defnedilmiş; 1196'da oğlu Ömer tarafından buraya bir türbe yaptırılmıştır. Kaynaklarda güler yüzlü, yumuşak huylu, cömert, gece ibadetine düşkün bir veli olarak tanıtılan Şeyh Hayât Hazretleri'nin türbesini ziyaret ve onunla teberrük etme geleneği bugüne kadar devam etmiştir. Harran halkı günümüzde de yağmur duasına çıktığı zaman, vefatından sonra da mânevî tasarrufunun devam ettiğine inanılan velilerden biri olan Şeyh Hayât Hazretleri'ni vesile kılarak Allah'tan rahmet istemektedir.

Harran Okulu Ve Harranlı Âlimler


Netice
Medeniyetlerin beşiği olan Harran, 1260 yılı başlarında Moğollar tarafından işgal edilmiştir. Moğollar, on yıl kadar hâkim oldukları Harran'ı ellerinde tutamayacaklarını anlayınca tarihî şehrin camilerini, medresesini, 8. yüzyıldan kalma surlarını ve kalesini yakıp yıkarak her yeri tahrip etmişlerdir. Dünyadaki ilk yerleşim merkezlerinden biri kabul edilen ve vaktiyle güzelliği, özgün mimarisiyle dillere destan bir şehir olan Harran, neredeyse harabe hâline gelmiştir. Bundan sonra da, Osmanlılar dönemi dâhil olmak üzere bir daha o eski parlak günlerine dönememiş ve o harap hâliyle günümüze ulaşmıştır.

Medeniyet tarihimizde çok önemli bir yeri olan kadîm şehir, yaşadığı bütün tahribata rağmen sahip olduğumuz zengin kültürü, ilmî ve mimarî birikimi temsil etmektedir. Eski Harran'ın kendine has kimliğini, mimarisini muhafaza etmek, geçmişten bugüne taşıdığı kültürel mirasa sahip çıkmak hepimizin vazifesidir. Harran Okulu'nun adını yaşatmak maksadıyla, Şanlıurfa'da kurulan üniversiteye "Harran Üniversitesi" adının verilmesi mânâlı bir vefa örneğidir. Bu çerçevede Harran'da geçmişte var olan ilmî ve kültürel varlığın canlandırılarak gelecek nesillere aktarılması ve tarihî dokunun daha fazla tahrip olmaması için gayret gösterilmesi büyük ehemmiyet arz etmektedir.

Yazar: Murat DUMAN / Bilim Felsefesi - Şubat 2016


Kaynaklar

- Heyet, "Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi", 3. Cilt, Çağ Yay., İstanbul 1992.

- Fikret Işıltan, "Urfa Bölgesi Tarihi", Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul 1960.

- Hekimoğlu İsmail, "İslâm Tarihi", Zaman Gazetesi Armağanı, İstanbul 2001.

- Ramazan Şeşen, "Harran Tarihi", Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1993

- TDV "İslam Ansiklopedisi", 16. Cilt, İstanbul 1997.

Alıntı: http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/harran-okulu-ve-harranli-alimler-subat-2016.html

Bu Zamanda Ateist Olmak Zor İş

Bu Devirde Ateist Olmak Zor İş
Yaşamın tılsımları.. ✨✨Etrafımızda fark edilmeyi bekleyen öyle mükemmellikler, içinde büyüleyici bilgilerin olduğu açılmayı bekleyen öyle kapılar var ki. Ve açtığımız her bir tılsım ayrı bir tefekkür sebebimiz.

Teorik fizikçi olan Paul Davies; “Tasarımın bıraktığı izlenim baş döndürücüdür.” der. Peki biz baş döndürücü olan bu tasarımın ne kadar farkındayız ?
Ben diyorum ki gelin tasarıma birlikte bir göz atalım. Tabi onlarca tılsımdan sadece bir kaç tanesine değineceğiz. Zira satırlar sınırlı.

Astrofizikçi Martın Rees “Just Six Numbers” adlı kitabında evrende yaşamı sağlayacak altı tane rakamın bulunduğunu ifade ediyor. Örneğin; 🍰 bir kek tarifinin malzemelerini düşünün. Malzemelerden sadece bir tanesi 1 gram eksik ya da fazla olsa, kek istediğimiz kıvamda istediğimiz lezzette oluşmaz değil mi ? Aynı şekilde eğer bu rakamlarda ufak bir değişim olsaydı evrende hayatın oluşması imkansız olurdu.

Bu rakamlardan bir tanesinin sembolik adı Omega. Bu sayı evrendeki madde miktarını ifade ediyor. Astrofizikçi Rees, kitabında bu değerin Big Bang den hemen sonra 1 saniye içinde 1’den biraz farklı olduğu takdirde hayatın oluşamayacağını söylüyor. Eğer 1 den biraz büyük olsa evren uzun zaman önce çökerdi ve yaşam oluşmazdı. Eğer 1 den biraz küçük olsaydı galaksiler, yıldızlar vs. hiç bir şey oluşamazdı, evren genişlemeye devam eder fakat yinede yaşam oluşmazdı. Omeganın sayısal değeri 1015 dir.
👉🏼 1.000.000.000.000.000
Omeganın tesadüf eseri oluşması 15 tane sıfırlı rakamda bir ihtimal.
•Elektromanyetik ve Çekim kuvvetinin ayarı birbiriyle belli bir orandadır. Bu oranın hassas ayarı 10^36 dır.
👉🏼1.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000
Bu ayarın tesadüf eseri oluşması 36 tane sıfırlı rakamda bir ihtimal
.
Eğer bu ayar biraz daha küçük olsaydı karıncadan büyük hiçbir canlı oluşamazdı. Bu ayar insanoğlunun oluşması için son derece önemli ve bıçak sırtında bir değerdir.
•Kozmolojik Sabit. Son verilere göre bu hassas ayar 10 üzeri eksi 122 dir.
👉🏼100.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000
Yani tesadüfen oluşması 122 sıfırlı rakamda bir ihtimal.
Mesela bir zar düşünelim.
3 kere 6 atma olasılığı: 0,00463
4 kere 6 atma olasılığı: 0,000772
5 kere 6 atma olasılığı: 0,000129
Yani 6 atma adedi arttıkça olasılık düşüyor. Oyun oynarken arkadaşınız üst üste 2 ya da 3 defa zarı 6 atsa “Hile mi yapıyorsun?” diye sormaktan kendimizi alamayız. Neden ? Çünkü zihin düşük olasılıklı ve mantıksız şeyleri otomatikman eliyor. İşte bizi o soruyu sormaya iten şey budur.
Devam edelim.
•Bir maymunu daktilo başına oturtsak, ‘A’ harfini yazma ihtimali 29’da 1’dir. ‘At’ yazma ihtimali ise ( 1/29.29 ), yani 841’de 1’dir. Mesela 7 harfli “TESADÜF” yazma ihtimali ( 1/297 ) yani 17.249.876.309 da 1’dir. Bu ise zaman bakımından da imkansızdır. Tek bir DNA’ya baksak, bir DNA molekülünde yaklaşık olarak 3.5 milyar nükleotit, yani 3.5 milyar harf bulunur. Yedi harften oluşan bir kelimenin tesadüfen oluşma ihtimali 17.249.876.309 da 1 ise acaba bir tek DNA’daki 3.5 milyar harfin tesadüfen oluşma ihtimali nedir ?
(Valla bu devirde ateist olmak zor iş 😏)
•1 gram DNA 455 eksabayt veri depolama kapasitesine sahiptir. Bu Google ve Facebook başta olmak üzere akla gelen bütün teknoloji şirketlerinin verilerinin toplamından fazla. Üstelik bu veriyi 700 bin yıldan uzun tutabiliyor. Ki DVD’ler 100 yılı bile göremiyor.
E artık tasarımın baş döndürücülüğü…
•Mesela bir yağmur damlası saatte 800 km hız ile toprağa düşüyor. Fizik kanunlarına göre; kafamızı delip tabanımızdan çıkması lazım. Ama her yağmur damlası saçımızı okşuyor. Nası oluyor peki bu ?
“Allah neyi dilerse o olur, kuvvet ancak Allah’ındır.” (Kehf,39)
Sonsuz Merhamet sahibi bir Zat’a inananlar olarak çok şanslıyız bence :)
•Peki şuana kadar üretilmiş en iyi kamera; 50 megapiksel,
Gözlerimiz; 576 megapiksel. 💫
•64 gb hafızası olan telefona hayran olanlar, 2,5 milyon gigabyte hafızamız var. Bu 300 yıl süren bir HD filmi kaydetmek demektir. İşte tasarım, tasarım, tasarım…
Gönül isterdi ki daha fazla tılsımları aralamak ama dedik ya satırlar sınırlı.
Daha fazlası için tıklamanız yeterli 👍🏼
Gördüğümüz en güzel şey; Göremediğimizin bize gösterdikleri.
Unutmayın;
Görünmeyene inanırsanız, kimsenin görmediklerini görürsünüz.

https://youtube.com/watch?v=CD8gsru8I_c

Ayette ne deniliyor;

“Biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer, 49)

Ve son olarak yazımı Max Planck’in şu sözleriyle bitirmek istiyorum;
” Özetlemek gerekirse pozitif bilimler tarafından doğanın dev yapısı hakkında bize öğretilen her şey, kesin bir düzenin hüküm sürdüğünü göstermektedir. Bu insan zihninden bağımsız bir düzendir. Algılarımızla tanımlayabileceğimiz kadarıyla bu düzen ancak amaçlı bir düzenleme sayesinde ortaya çıkmış olabilir. Dolayısı ile evrenin bilinçli bir düzene sahip olduğuna dair açık kanıt vardır. Hangi sahada olursa olsun bilimle ciddi şekilde ilgilenen herkes Bilim mabedinin kapısındaki şu yazıyı okuyacaktır:” İMAN ET”. İman bilim adamlarının vazgeçemeyeceği bir vasıftır.”

Doğanın derinliklerinde gizli ölçüleri ve tılsımları aralayabilmek dileğiyle.. Allah’a (c.c.) emanet olun..

Yazar: Esila Uz

Kaynakça: http://blog.sozlerkosku.com/

Uzak Gelecekte Olabilecekler

Uzak ve çok uzak geleceğe ait bilimsel araştırmalar sonucunda tahmini veriler.

Geçmişte ve gelecekte yapılan birçok yapı uzak gelecekte tamamen yok olacak. Evren değişecek, iklimler tersine dönecek ve dünya değişik bir hal alacaktır. 

Bununla birlikte zaten geleceği görmek imkansız ancak araştırmacılar tarafından bazı tahminler yürütmek imkansız değil. Olabilecek belkide hiç olmayacak bazı olayları aşağıda 31 madde ile sıraladık. 


Uzak Gelecekte Olabilecekler


Aşağıdaki bilgiler olabilme ihtimali yüksek derecede olanlardır. Tabi kesin olmamakla birlikte  belkide  100 sene sonra bu bilgiler tamamen daha  değişik şekilde farklı boyutlarda dile getirilecektir.

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31

Sırrı Çözülemeyen En Garip 5 Olay

Geçmişten günümüze kadar bilim adamlarını hayrete düşüren ve henüz herhangi bir sonuca ulaşılamamış sırrı çözülemeyen 5 ilginç olay video

ilginç



Bilimin Cevap Bulamadığı 5 Soru

Bilim adamlarının araştırmaları sonucu herhangi bir sonuca ulaşamadığı 5 önemli sorunun cevapsız halleri

Bilimin Cevap Bulamadığı 5 Soru


Cemre Düşmesi Nedir?

Cemre Düşmesi Nedir?

Cemre Düşmesi Ne Anlama Gelir?

Cemre kelimesinin kökeni Arapça'dır. Cemrenin anlamı ise sıcaklık, kor, ateş gibi anlamları ifade eder.  Cemre düşmesi veya cemre düştü gibi sözleri duymuşsunuzdur. 

Cemre Kelimesinin kısaca hikayesi:

Araplar havalar çok ısındığı vakitlerde yüksek yerlere çıkarak oralarda yaşarlarmış. Havaların soğuduğu zaman işe alçak yerlere inerek hayatlarını devam ettirirlerdi. Düzlük yerlerdeki yaşamlarında ise büyük bir çadır kurularak hep birlikte burada günlerini geçirirlerdi.  Çadırın etrafına halka şeklinde küçük baş hayvanları koyarlar ve bunların dışına da develeri yerleştirirlerdi.  Bununla birlikte 3 ateş yakılır, ilk ateş kendileri 2 ve 3. ateşler ise hayvanlar için yakılırdı.  Havalar ısınmaya başladığı zaman ise  3 ateş dıştan içe doğru sırasıyla söndürülmüştür.  Ve böylece havaların ısınması anlamı halk dilinde böyle ifade edilir.


Cemre Ne Zaman Düşer?


İlkbahar zamanı  7 gün aralıklarla ilk olarak havaya sonra suya ve son olarak da toprağa düştüğüne inanılır. Bu düşmeler neticesinde ise sırasıyla hava,su ve toprak ısınır. 

"19-20 Şubat tarihlerinde havaya 26-27 şubat tarihinde suya 5-6 mart tarihinde cemrenin toprağa düştüğü inanışı vardır."

Cemre düşmesi halk arasında yukarıda anlatılanlar gibidir. Fakat bilimsel olarak çelişki vardır. Çünkü güneş ışınları ilk olarak toprağı ısıtır. Ve buna bağlı olarak yerden havaya çıkan sıcaklık ise havayı ısıtır. 

Bizim kültürümüzde de önemli yeri olan cemre düşmesi Osmanlı döneminde şairler tarafından "cemreviye" ismi verilen divan şairlerince değerli kişilere şiirler yazılırdı.

Bilimsel olarak cemre düşmesi

Bilimsel olarak cemre olayı zıt düşmektedir. İlk olarak toprak, hava ve su ısınmaktadır. Cemrenin düşmesi olayı tecrübeye dayalı olarak halk arasında inanılır şekildedir ancak cemrenin düştüğü bazı zamanlarda havaların soğuk olduğu da görülmektedir. 

Küresel ısınmanın yoğun olduğu bu zamanlarda cemre artık önemini yitirmek üzeredir. Mevsimler eskisi gibi olmadığından bir bakıma gerçekliğini yitirmiş fakat uzun yıllardan beri halk arasında adı geçen isimlerden biridir. 

Bir önceki yazımız >> Bermuda Şeytan Üçgeni Nedir? bermuda şeytan üçgenini anlatan konumuzdur.

Bermuda Şeytan Üçgeni Nedir?

Bermuda Şeytan Üçgeninin Sırları Hakkında Geniş Bilgi

Harita ile bakıldığında üçgen şeklinde olan bu yerde çok kayıplar yaşandı. Ve şu zamana kadar halen açıklığa kavuşturulmamıştır.  Bermuda Şeytan üçgeninde birçok uçak, gemi ve insanlar kaybolmuştur.  Bundan dolayı bu yer lanetli olarak benimsenmiş ve şeytan üçgeni olarak adını almıştır. 

Bermuda Şeytan Üçgeni Nedir?

Bermuda Şeytan Üçgeni Nerededir?

Atlantik okyanusunda bulunan bermuda üçgeni ortalama 500.000 mil karelik bir alanını kaplamaktadır. Amerika Birleşik Devletlerinin Atlantik okyanusuna giden güneydoğu sahillerinin yakınında yer alır. Harita üzerinden veya uzaydan bakıldığında  ise Miami, Bermuda ve Puerto Rico sınırları bölgesinde bulunan bu  üçgen şeklini andıran bir bölgedir. Okyanusun bu kesiminde onlarca hatta daha fazla  uçak, gemi ve buna benzer enkazlara denk gelinmiştir. 100 yıl içerisinde  batan gemi, infilak eden  uçak ve sırlarla dolu kaybolan insanların sayısı tam olarak bilinmemekle beraber 1000'leri bulduğu açıklanmıştır.

Bermuda üçgeninin derinliklerinde çok büyük derecede mıknatıs madenlerinin olduğu ve bu yüzden manyetik alan bölgesi olduğundan uçakların veya gemilerin bu manyetik alan yüzünden mekanizmalarının bozulduğu yada içine çekildiği düşünülmektedir.  Fakat tüm bu  teorilere göre bu tamamen bu manyetik alan ile ilgili olmadığını da vurgulamak lazım. Ve araştırmaların sonucunda o kadar  güçlü seviyede koskoca gemiyi veya uçağı düşürecek güce sahip olmadığı da tartışılır konular arasındadır.

Araştırmacıların robotlarla derinlere inerek elde ettiği görüntülerde su dibinin beyaz bir örtüyle kaplı olduğunu gördüler. Bunun neticesinde batan gemi ve uçakların bir kısmı o bölgede bulundu.

Şeytan Üçgeninde Gemiler Neden Kayboluyor?


Günümüzdeki en mantıklı bir ihtimal olarak söylenen teoei , bu tabaka denizin dibinde bulunan büyük doğalgaz kaynağından çıkan gazların suyun altında yüksek basınç ve düşük sıcaklığın sayesinde katı bir hale gelerek beyaz hidrat parçacıkları biçimini alması ile açıklanmıştır. Bermuda üçgeninden aynı zamanda Gulf Stream ismi ile anılan sıcak su akıntıları geçmektedir Suyun dibindeki hidrat parçacıkları sıcak su karışımı ile  birleştiğinde eriyip su yüzeyine doğru hızlı şekilde çıkarlar. Bundan dolayı  binlerce metreküp doğalgaz suya karışmış olur ve suyun yoğunluk derecesi azalır. O anda bu bölgeden  geçen herhangi bir gemi buşunuyorsa, yoğunluk olduğu için  suyun kaldırma kuvveti de azalmış ve tonlarca ağırlıkta olan gemi batma tehlikesiyle karşı karşıya kalır ve nihayetinde batar.  Sıcak su sızmasıyla  beraber hidritlerin erimesi sona erdiğinde su yüzeyinde meydana gelen  beyaz tabaka tamamen gider ve gemi oradan geçmiyormuş gibi suyun dibine doğru çekilir.

bermuda

Şeytan Üçgeninde Kaybolan Uçakların Sırrı!

Yukarıda belirtiğimiz gibi  bu gazlar su üzerinden havaya dağılırlar ve  atmosferdeki havadan bile daha az yoğunluğa sahiptirler ve aynı durumdan dolayı (yoğunluk) uçaklar hava tarafından yeterli sürtünmeyi alamayıp irtifa kaybederler ve doğalgaz moleküllerinin havadaki oksijeni tutmasının neticesinde  uçağın motorları çalışamaz hale gelerek o bölgede uçan uçakta bu yüzden düşer.

Sonuç olarak bermuda şeytan üçgeninin sırrı çözülmüş durumdadır. Ancak tam olarak çözüldüğü söylenemez ve sırlarla dolu bu üçgenin tüm sırlarının çözülmesi zaman alacaktır. 

Daha fazla bilgi edinmek için aşağıdaki belgeseli izlemeniz tavsiye edilir.

video kaldırılmıştır.

Bir önceki yazımız >>  Piramitleri Kimler Yapmış Olabilir? piramitler hakkında ilginç bilgilerin olduğu konumuz

Şeyh Bender El Hayberi'den Garip Tespitler

Suudi İmam Şeyh Bender El Hayberi'den İlginç Açıklamalar

Şeyh Bender El Hayberi' Suudi imamdır. Geçen günlerde gündeme gelen dünyanın dönmediğiyle ilgili açıklamaları insanları hem güldürdü hemde şaşkına çevirdi. Bilim dünyasını bile şaşkına uğratan açıklamalar ile en çok konuşulan biri oldu. İşte o açıklamalardan bazıları.

Solucan Deliği Ne Demek?

Solucan Deliği Ne Demek?
Çok uzun süren yolculuklar için uzay-zaman içindeki kestirme ve kısa yol anlamına gelen kavramdır.  Bu teoriyi ilk ortaya atanlar ise "Albert Einstein ve Nathan Rosen" bu yüzden buna Rosen-Einstein köprüsü de denilmektedir.

Beyaz delikler ile  kara delikler arasındaki yola solucan deliği denilmektedir.  Bu teori sonucunda kesin olmamakla birlikte olabilecekleri düşünülmektedir. Şu zamanda varlıklarına henüz denk gelinmemiş ancak gelecek zamanda  var olabilme ihtimalini de unutmamak gerekir.

Kısa bir örnekle anlatmak gerekirse:  "Bir solucanın karpuzun etrafında gezintiye çıkmış ise, tüm karpuzun etrafını  dolaşmak yerine ortadan bir yol bulup içinden geçmesidir" Yani bu şekilde kestirme yol bulmuş ve etrafını gezmeden  daha kısa sürede hedefine ulaşmıştır.

Çöl Ortasında Göl Bulundu

Çölde göl keşfedildi.


Evet yanlış duymadınız Tunus'ta çölün merkezinde bir göl keşfedildi. Genel olarak çöl bölgelerinde  göl bulunması oldukça zordur.  Göl keşfedildikten sonra Tunus halkı o bölgeye akın etti ve merak içinde nasıl oluştuğunu araştırmaya koyuldular. Ancak henüz gölün nasıl ve hangi şartlar içinde meydana geldiği bilinmemektedir.


Çöl Ortasında Göl Bulundu


Gölün radyoaktif ve kimyasal madde içeriyor olabileceğinin uyarısnı yapan bilim adamları , suya girilmemesi gerektiğini açıkladı.

TEKNOLOJİ

TEKNOLOJİ
Teknoloji, bilimin ve bilim dallarının teknik olarak günden güne gelişmesidir. İnsanların aklını hayatlarını ve yaşam tarzlarını kolaylaştırmak için sürekli gelişmektedir. Teknoloji,günden güne hız kesmeden gelişen ve yeni buluşların bulunduğu bi kavramdır.


Teknolojinin geçmişimizden bugünümüze kadar biçok olumlu etkileri olmuştur. Eğitim, bilim, sanayi ve ticaret olarak biçok olumlu yönleri mevcuttur. Herhangibir ülkeninde geliştiğini veya geride kaldığını teknolojisinden anlayabiliriz. Teknoloji sayesinde ülkeler arasında rekabet başlamiş ve her ülke daha iyi olmak için teknolojilerini günden güne geliştirmektedir. Teknoloji hem ülkelerin ekonomilerine hemde savunma güçlerine olumlu etki edeceği için,ülkeler günden güne gelişimlerine devam etmektedirler. Teknolojiyi takip eden ülkeler teknoloji bakımından ileride oldukları için diğer ülkeler üzereindede hakimiyet kurabilmektedirler. Ulu önder ATATÜRK bir konusmasında cuhhuriyet öncesi geri kalmışlıgın nedeninin bilim,teknoloji ve yeniliklerden kaçamak olduğunu savunmuştur.


Teknoloji bilim ve bilim dallarının gelişmesi, sürekli yenilikçi düşünceler ve ülkeler arasındaki rekabetler teknolojinin gelişimde etkisi olan önemli unsurlardır. Teknoloji insan oğlunun hayatını her alanda kolaylaştırmıştır. Mesela teknolojinin gelişmesi sonucu oluşan internet insanların hayatını biçok alanda kolaylaştırmaktadır.



Bilim,teknoloji artık insanların vazgecilmezi haline gelmesiyle beraber insanlar artık teknoloji bağımlısı haline gelmişlerdir. Bilim ve bilim dallarının gelişmesi sonucu meydana gelen teknoloji insan hayatını kolaylaştırmakla beraber birçok olumlu imkan sağlamaktadır.Bundan ötürüdürki insanlar teknolojiyi artık bi ihtiyaç olarak görerek, tüm olumlu veya olumsuz etkilerine karşı kullanmaktadırlar.

Teknoloji Ve İnsan

Bilim Felsefesi
Her yanı çepeçevre teknolojik kolaylıklar ile donatılmış, yirmi birinci yüzyıl eşiğindeki insan mutlu mudur? Peki ya bu insanın teknolojiye bakışı nedir? Etrafımızda teknolojiyi adeta ilahlaştıran pek çok insan görmüyor muyuz? Kendisine mutluluk getirmeyen bir olguyu putlaştırmak herhalde günümüz insanının en büyük paradoksudur. Bu yazının maksadı bilim ve teknoloji düşmanlığı değil; bir durum tespiti ve onu bugünkü seviyesine ve pozisyonuna getiren dünya görüşü ve çıkış noktalarının tenkididir. Bazı mahfillerde yapılan kuru teknoloji düşmanlığını dar bir bakış açısına sahip olmanın neticesi olarak görüyoruz. Bu münasebetle öncelikle ele alınması gereken husus, günümüz bilim ve teknolojisinin kaynağındaki dünya görüşü kavramı olmalıdır.

Bilim ve teknolojideki hızlı gelişmeler, bütün dünyayı etkilemekte, hiçbir sınır tanımamakta, öyle ki bir ülkenin geri kalmış veya ilerlemiş olması zenginliği veya fakirliği etkilenme yönüyle fark etmemektedir... Diğer taraftan insanlığın hem yararına hem zararına insan kişiliğinin geliştirilmesine veya yok edilmesine yol açabilecek hale gelmiştir.

İnsan, bu ilerlemenin kaynağının da, merkezinin de kendisi olduğunu unutmuştur. İnsan, bilim ve tekniği kurarken bilim ve tekniğin de yeni bir insan oluşturduğunun farkında değildir, insan bu gelişmelerin hem zaferi, hem de kurbanı olmaktadır.

Atom enerjisi, uzay çağının başlaması, her sahada gerçekleştirilen otomasyon, insan hayatında derin ve gittikçe artan bir etki yapmaktadır.Teknoloji, ulaşımı kökünden değiştirmiş, haberleşmeye, kültüre, hayata ve boş zamanlara nüfuz etmiştir. Büyük umutlara yol açan bu gelişmeler birçok yeni problemi de beraberinde getirmiştir. Otomasyon, üretimi artırırken uygulanması için gerekli yeniden eğitme, yeni iş bölümü ve birçok ülkede işsizlik gibi problemleri doğurmuştur. Otomasyon insanın iş yükünü azaltmış, fakat onu egzersiz ve insiyatiften mahrum, düşünmeye ihtiyacı olmayan, bir “düğmeye basıcı” diğer bir ifade ile “yarı robot” hale getirmiştir.

Ya sosyal hayat..?
Modern makineler insanların boş zamanını artırmaktadır. Fakat insan, o boş zamanları faydalı biçimde kullanabilmekte midir? Yoksa tatilini ve boş zamanlarını teknoloji bankası televizyonun (!) önünde, sayıları pek çok olan niteliksiz yayınları izleyerek mi geçirmektedir? Üretim sırasında, üretim kabiliyetlerini kullanmayan insan, dinlenme sırasında bunları geliştirmeyi gereksiz bulur. Mekanik işle, saçma eğlencelerin işkencesi el ele gitmektedir. İşin insani karakterlerini kaybetmesi “zaman öldürme” denen, insana yakışmayan aktivitelere yol açar. Bunun sonu sinsi sinsi ilerleyen manevi ve bazen de gerçek intihardır. Nerede kaldı insana verilen akıl nimetini kullanma, düşünme, öğrenme ve tekâmül etme? Yoksa her insan böyle bir mesuliyet taşımak zorunda değil mi?

Modern endüstri bir taraftan daha konforlu bir hayat sağlamakta, diğer yandan fabrikaların zehirli atık maddeleri çevreyi yaşanmaz hale getirmektedir. Bugün insanoğlunun elinde müthiş enerjiler ve çok tesirli kimyevi maddeler vardır; ancak bu durum insanlığın bir atom veya biyokimya harbi sonunda ağır yaralar alması tehlikesini barındırmıyor mu?

Peru’da bulunmuş 4. yüzyıla ait çömleklerde bir efsane dile getirilir. Bu efsaneye göre insan eliyle yapılmış herşey (çömlekler, tavalar, değirmenler..) ve bütün evcil hayvanlar insanlara karşı ayaklanacak ve bunun sonucu roller değişecek. O zaman değirmenler kendilerini icad etmiş olanları öğütecek, çömlekler insanları kaynatacak, tavuklar insanları öldürüp tavalarda kızartacak... Modern sosyoloji kitaplarında “endüstri uygarlığı” bölümünü okuyan herkes bu kehanetin doğruluğuna inanacaktır. Çünkü bu sayfalarda dizginlenemez ve kontrol tanımaz “bilim ve teknoloji” resmedilmektedir. İnsan, bilim ve teknolojinin kendi ürettiği birşey olduğunu unutmaya itilmekte, bilim ve teknik kendini üreten insanı çok yoğun bir şekilde etkilemekte, onun dışında ve üstünde bir güç haline gelmekte; bu durum insanın hem fizik hem de moral çehresini değiştirmektedir. Canlılar arasındaki ilişkiler cansızlar arasındaki ilişkiler halini almakta; çalışan insan, karşısında muhatap olarak yalnız para, teknoloji ve robot görmektedir. “Mantık dışı insan” mantıklı teknolojiyle karşı karşıya kalmış gibidir. Acımasız ve insana benzemeyen güçler onu işsizlik ve ekonomik krizlerle tehdit etmekte, insanın dimağında bu güçler bilim ve teknolojideki ilerlemelerle bütünleşmektedir. Teknoloji, ürettiği mallar gibi bağımsız, başına buyruk ve insanın üstünde bir mana kazanmıştır. Böylece “Ölü iş” bir vampir gibi, yaşayan işin kanını emmekte, onu köle yapmakta ve kurutmaktadır. Çalışan insan ekonomik zorlukların değil, robotların esiriymiş gibi bir neticeye maruz kalmıştır.

John Carpenter’in fantastik gerilim türü “They Live”(Onlar Yaşıyor) adlı filmindeki insanlık kâbusu, aşağı yukarı aynı tema üzerine kuruludur. Filmde insan, özel şekilde yapılmış bir gözlüğü taktığında dünyanın gerçek yüzünü görebilmektedir. Gözlüklü iken paranın üzerinde “Bu senin tanrındır” yazdığını görmekte, reklâm ve ilan gibi görünen herşeyin, gerçekte “İtaat et! Uyu! Düşünme!”gibi emirler olduğunu fark edebilmektedir. Filmde dünyayı istila etmiş olan dünya dışı bir medeniyetin, bugün dünya üzerinde kurulu olan bütün sistemin denetimini elinde bulundurmaktadır. Bu hâkimiyetini, kitle iletişim vasıtalarını kullanarak, insanlığa fark ettirmeden güçlendirmektedir. Filmin senaryosu, kâbusun sebebini dünya dışı güçlere yükleyerek, günümüz dünyasıyla sadece bir benzerlik kurmakla yetinmiştir. Bugün elimizde, dünyayı uzaydan gelen ileri bir medeniyetin işgal ettiğine dair herhangi bir delil bulunmamakla beraber “zıvanadan çıkmış” bazı şeylerin farkına varabiliyoruz. Bu durumda suçu, “uzaylıya” yüklemektense, insanın kendisinde araması daha yerinde bir iş değil midir?

İnsana, yaşayabilmesi için etrafındaki şeyleri kullanarak araç ve gereçler yapma, barınma problemini çözme kabiliyeti verilmiştir. Ancak bugün insan, kendi ürettiği şeylerin kendisinden bağımsız olduğuna inanma temayülündedir. Altın ve döviz endekslerinin kural tanımaz değişimleri veya bir türlü ne olduğunu anlayamadığımız enflasyon canavarı arasında “bütün bu kaideleri koyan aslında benim” demek, insanoğlu için mümkün görünmemektedir. Çok değil, bin altı yüzlü yıllarda “Yaratıcı’nın dünya işlerinde kaide koyma yetkisi olmadığını” ilan eden insan, belki de ilahi bir tokat yemektedir. Kısacası burnunu taşa vurmuş olan insanın, bugün (mesela ekonomide) kendi koyduğu kurallar elinden çıkmıştır. İnsan ürettiği üründen uzaklaşmış durumdadır. Üretim zincirinde ancak bir halka olduğundan, artık ürününü görememektedir. Ürünler insanın dışında, başına buyruk, belli kanunlara uyan güçler halindedir. İnsan malları değil, mallar insanı satın almaktadır.

İnsan beyninin ürünü olan bilgi ve teknoloji mistik bir bağımsızlık kazanmış durumdadır. Mesela bir bilim adamı insanlık için çok faydalar getirecek bir keşif yapmakla, daha sonra bir firma bu keşfin patentini satın almakta ve yıllarca kasasında bekletmektedir. Yine bir bilim adamı keşfinin insanları kitle halinde öldürmeye yönelik bir silah olarak kullanıldığını görebilmektedir.

Günümüzde bilim ve teknoloji, 20. asrın Mesih’i (tek kurtarıcısı) durumuna getirilmiş ve adeta yeni bir din gibi görülen “teknisizm” doğmuştur. Endüstriyel makineler yanında sosyal makineler insana devamlı yeni şekiller vermektedir. Bunun sonucu olarak insan gerek teknolojide gerek toplumda kendini bir dişli çarktan farklı görememektedir. Tornaya emreden insan değildir artık; torna kendisinin bir parçası olan insana işin sırasını, hızını ve ritmini emreder. Daha da fazlası insan, bürokratik makineyi işleteceği yerde onun tarafından işletilmek durumuna gelmiştir. Propaganda makinesi, “tek gözlü canavar” kiklop gibi insanları mağaralara tıkmakta, kurbanlarını aptallaştırmakta ve köleleştirmektedir. İnsanlar kurtulmak için bu devi uyuşturacakları yerde, bu deyin pençesinde tutunabilmek için alkol ve uyuşturucuya veya robot gibi davranmaya sarılmaktadırlar. Çalışan insan çalışma sırasında üretici kabiliyetlerini harekete geçirememekte, kendi ruh ve bedenini harap ederek yıpranmaktadır. Çalışmak onun için tabii bir ihtiyaç olmaktan çıkmıştır; o diğer ihtiyaçlara cevap verebilmek için çalışmaktadır. Çalışırken kendini insan değil, yaşayan bir makine olarak hissetmektedir. Buna karşı ancak, biyolojik ihtiyaçlarını yerine getirirken kendini, kendisi olarak hissedebildiğini zannetmektedir.

Teknoloji kabaca “fayda” ile ilgilenir. Faydalı olanı ortaya çıkarırken de bilimin verilerini kullanır. O halde bunca problem nereden doğuyor? Yoksa hata “fayda”nın tanımında mı yapıldı? Yoksa fayda ‘maddi dünyanın düzenlenmesi kısaca; işlerin yoluna konması!’ değil miydi? Yoksa bilim ve teknoloji, tabiatla insan arasındaki hâkimiyet savaşının neticesi miydi?

Ne “insan fıtratının” ne de ‘tabiatın tabiatının’ bugün, böyle bir savaşı sürdürmeye tahammülü kalmıştır. “Fayda” kavramı, insanın bir ruhu olduğu ve yalnız maddi olarak tabiatla tatmin olmanın kafi gelmeyeceği gerçeğiyle birlikte zihinlerimize yerleşmelidir. Bugün bizler yirmi birinci yüzyılın eşiğindeki insanlar olarak yapılan bir dünya görüşü ateşkesi ilan edeceğiz. Çünkü biz onunla aynı Kalem’in attığı imzalarız.

Bugünün insanı tabiat hakkında çok şeyler öğrenmiş olabilir. Tekniğin hançerini onun bağrına saplamış da olabilir, Ama “kendisi” hakkında hiçbir şey bilmemekte, işin kötüsü bildiğini zannettiği bazı bilgilerin yanlış olduğunu bilmemektedir. İnsanı sadece maddesi ile ele alıp maddi duygularını tatmin için kullanılan bilgiler ne kadar doğru veya salim düşüncenin eseri olabilir. İnsanı tanımadıkça insanın tabiattan neler alması, onunla birlikte nasıl yaşaması gerektiğini bilmesi mümkün değildir. Kendini tanımayan insan, hançerini tabiata değil aslında kendisine saplamıştır.

Gökhan Türkoğlu

Bilgisayarlar

Bilim Felsefesi
Verdiğim uzun bir dersin yorgunluğunu atmak niyetiyle ‘ne yapabilirim?’ diye düşünürken, yıllardır görmediğim ehl-i kalp bir dostumun gelişiyle çok sevinmiş ve onunla kucaklaştıktan sonra kendimizi fakültemizin, güzel gülleri ile rengârenk hale gelen bahçesinde bulduk. Tatlı tatlı sohbetlerle, hafızalarımızda küllenen hatıraları canlandırırken, diğer taraftan da beraber şahit olduğumuz güzellikleri yâd edip senelerimizi tükettiğimiz okul yıllarımızı sinema şeridi gibi hayal ettik, duygulandık.

Maziyi düşünürken zorladığımız hafızamız bize, kendimizi taklit ederek yaptığımız bilgisayarları hatırlattı. Derken, bu muhabbet içinde bilgisayar-insan benzerliklerini tartışıp, elektronik parçaların yaptığı işlerin harikuladesinin hücrelere, sinirlere nasıl yaptırıldığını düşünüp, Allah (cc)’ın sonsuz ilmini bir parça olsun anlamaya, idrak etmeye çalıştık.

Evet yüzyılımıza damgasını vuran ve insanlığı artık dönüşü olmayan bir yola sokan elektronik alanındaki müthiş gelişmeler ve bunun sonunda ortaya çıkan bilgisayarların beş önemli yönüyle vazgeçemeyeceğimiz yardımcılarımız haline geldiğini düşündük. Gerçekten de bilgisayarlar, çok hızlı işlem kapasitesi, bilgi depolayabilmesi, depoladığı bilgilerde değişiklik yapma imkânı vermesi, gereksiz bilgilerin silinmesini sağlaması ve son olarak da var olan dosyalara eklemeler yapılabilmesi yönleriyle insanı birebir takip etmektedir.

İşte yukarıda zikredilen çok önemli yönleriyle günlük hayatımızdaki payını artıran bilgisayarların taşıdıkları yükler, getirdikleri kolaylıklar ve çok kısa sürede yapabildikleri büyük işler sebebiyle, artık terk edilmesi imkânsız yardımcılarımız haline geldiği kesin bir gerçektir. Bilgisayarların bu ölçüde yaygınlaşması her seviyeden insanın alakasını çekmiş ve herkes bu teknolojik imkândan faydalanma yollarını arar olmuştur.

Öyle ki aylık veya haftalık ücretini bankamatikten alan bir işçi, makine başındaki ilk günlerinde yanındakilerden yardım istemekten sıkılırken, kısa bir zaman içinde öğrendiği birkaç işlem ile kendi işini görür hale gelmiştir. Mekanik daktilo ile çalışan bir sekreter de yanlış yazdığı birkaç harf veya kelime sebebiyle hergün onlarca kâğıt israf ederken, masasına koyduğu bir bilgisayar ile büyük kolaylıklar kazanmıştır. En basit bir yöneylem ya da istatistik probleminin çözümü için saatlerini harcayan bilim adamları da bilgisayarlar sayesinde istifadelerine sunulan paket programlar ile haftalarca süren çalışmalarını birkaç saat içinde bitirir hale gelmişlerdir. Tıp sahasından da verebileceğimiz yüzlerce misali sıralamak mümkündür.

Misafirim ile bu sohbetleri yaparken, insanı model alan bilgisayarların hacim olarak giderek küçülmesine karşılık, çok daha buyük işler başardıklarını düşündükten sonra sabit disk gibi kayıt sahalarındaki gelişmeleri konuştuk. 1948 yılında, ENİAC adındaki, elektrik ile çalışan ilk bilgisayar yapıldığında 30 ton ağırlığında idi ve bugün cebimize koyduğumuz bir hesap makinasının yaptığı işleri bile yapamıyordu. Silikonun ve mikroçiplerin bulunmasıyla bilgisayarların hacimleri hızla küçülmüş, işlem hızları artmış ve çok büyük bilgi bankaları kurulmuştur. Bu sayede, birçok giriş ünitesi yoluyla veri tabanlarında depolanan bilgiler istenildiğinde görüntülenmekte, değişiklikler, eklemeler ve silmeler yapılabilmektedir. Bu fonksiyonların yanında, üretilen ve depolanan bilgiler, elektronik yollarla çeşitli adreslere aktarılabilmekte ve bilginin çoğalmasına yardımcı olmaktadır. Yukarıda anlatılan özelliklere ek olarak bilgisayarların en önemli bir diğer yönü de, tıpkı insanda olduğu gibi, bilginin kopyalarının alınmasına imkân vermesidir. Tek bir tohumdan yüzlerce tohumun ortaya çıkması da bu gerçeğin bir diğer delilidir. Bilgisayarların bu özelliği olmasaydı aylarca yürütülen çalışmalarla yazıları bir program bir kullanıcıya satıldığında, bir başka talebi karşılamak için yine aylarca çalışmak gerekecekti. Bu konuşmalar arasında kitaptan okuduğumuz bilgiyi bir arkadaşımıza aktardığımızda hafızamızdan silindiğini düşündük. Bu bilgiyi tekrar kazanmak istediğimizde, yeniden okumamız gerekeceğini ve hayatın zulüm olacağını düşündük. Hatta denilebilir ki, beyin sistemimizde bilgiyi çoğaltma mekanizması olmasaydı belki de hayat olmayacaktı.

Oysa en güzel şekilde yaratılan insanın biyolojik fonksiyonlarının yanında, beyin fonksiyonları ve kayıt sistemleri öyle ideal çalışmaktadır ki, göz, kulak, burun, deri gibi ünitelerden sürekli bilgi depolanmaktadır. Doğumumuzdan, hatta ana rahminden başlayan kayıt işlemi, ölünceye kadar devam etmekte ve bütün bu bilgiler beynimiz içinde nohut tanesi büyüklüğünde bir et parçasında saklanmaktadır. Hafızamız öylesine büyük bir kapasiteye sahiptir ki, sesler, renkler, görüntüler, ısılar, kokular hülasa çevremizden gelen bütün girdiler kayıtlanmakta, hem içtimai hem de biyolojik hayatımızı yönlendirmektedir. Bilgisayar teknolojisi bugün kokuları henüz kayıt ettirememektedir, fakat insan gibi harikulade bir modelin varlığı bu alandaki çalışmalara örnek hedef olmaya devam edecektir.

Göz, kulak, burun, dil gibi organlarımızdan -bir saniyesini dahi kaçırmadan gelen bilgiler, hafızamızda defter-i amalimizin eksiksiz kayıtlarıdır. Hatta, günlük hayatımızı paylaştığımız eşimiz, dostumuz veya mesai arkadaşlarımızın hafızalarına aldıkları kayıtların şahsımızla ilgili bölümlerini de “şahit kayıtlar” olarak değerlendirmek lazımdır.

Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde, ahiret yurduna vardığımızda elimize amel defterimizin tutuşturulacağından, dolayısı ile ömrümüzün her anının hesabının sorulacağından bahisler açılmaktadır.

Bilgisayarların hafızalarında saklanan bilgileri istediğimiz zaman ekrana veya yazıcılar vasıtasıyla kâğıda aktarabildiğimizi düşünürsek, ömrümüz süreğince hafızamızda toplanıp saklanan bilgilerle hesaba çekileceğimiz çok daha rahat anlaşılabilir.

Toprakta çürüyen bedenimizle birlikte, süper bilgisayar beyinlerimiz ve hafızalarımız da yok olmaktadır. Ancak bütün ömr ü hayatımızda bizi terk etmediğine inandığımız nurani varlıkların kayıtları ve şahitlikleri yanında, ruhumuzu teslim ederken hafızalarımızdaki kayıtların muhafaza edilmesi ve daha sonra da, defter-i amal olarak, elimize verilmesi maksadıyla, vazifeli melekler tarafından alınabileceği de düşünülmelidir. Zaten hutbe-i ezeliyemiz olan Yüce Beyan’da yer alan ayetlerde de bu istikamette net mesajlar bulunmaktadır. Mesela Kehf suresinin 49. ayetinde: “Kitap (ortaya) konulmuştur. Suçluların onun içindekilerden korkarak: “Vah bize, bu kitap da ne oluyor, ne küçük ne de büyük hiçbir şey bırakmıyor, her (yaptığımız) şeyi sayıp döküyor!” dediklerini görürsün. Yaptıklarını hazır bulmuşlardır. Rabbin kimseye zulmetmez.” denilerek her şeyin kayıtlandığını bize bildirmektedir.

Kamer suresinin 52. ve 53. ayetlerinde de: “İşledikleri herşey kitaplarda mevcuttur. Küçük büyük herşey satır, satır yazılmıştır” denilerek insanın ne kadar ciddi bir imtihanda olduğu anlatılmaktadır
Bir başka örnek ise Casiye suresinin 28 ve 29. ayetleridir ki burada: “(O gün) her ümmeti (Allah’ın huzurunda) toplanmış görürsün. Her ümmet kendi kitabına (yaptığı işlerin tutanağı olan amel defterine) çağrılır: “Bugün yaptıklarınızla cezalandırılacaksınız!”“İşte kitabımız aleyhinize konuşuyor, gerçeği söylüyor. Çünkü biz yaptıklarınızı yazıyorduk.” denmektedir.

Bu surelerin yanında Enbiya, Mücadele ve Zilzâl surelerinde de aynı doğrultuda açık beyanlar bulunmaktadır.

Bütün bu ayetlerde yeryüzünde yaptıklarımızın hepsinden mes’ul olacağımız anlatılırken, çevremizdeki herşeyin şahitlik edeceği de beyan edilmektedir. İşte “Şahit kayıtlar”da, kendi kayıtlarımıza itirazlarımız halinde önümüze sürülecek delillerdir.

O halde cüz’i iradesiyle dünya hayatında yaşamaya gönderilen insan birçok yönden takip edilmektedir. Bu durumda denilebilir ki beşer, sanki yüzlerce, binlerce kameranın kontrolü altındadır, kaçacak yeri yurdu yoktur; bütün insanlardan kurtulsa da Yüce Yaratıcı’nın ve kendi hafızasının kayıtları, karşısına dikilecektir.

Misafirim ile aramızda geçen çok tatlı bu sohbetten sonra “Beşerin takip edeceği tek yolun Allah’ın yolu olduğunu, aksi yollarda, karşımıza çıkacak aleyhimizdeki şahit kayıtların hesabımızı çetin kılacağını” düşündük ve kucaklaşarak hayırlı ömürler dileği ile vedalaştık.

Ben de sakin adımlarla odama dönerken seçme hakkına sahip olan insanın, Allah’ın rızası istikametinde sürdüreceği ömrü ile “şahit kayıtlarını” hayırlarla doldurabileceğini düşündüm ve böyle olan kudsilerin bahtiyarlıklarına sevindim; zararda olanlara da Rabbim’in hidayet ve rahmetini diledim ve dilendim.

Yrd. Doç. Dr Şemseddin Seçilmiş

Neden Yaşlanıyoruz? Hiç Merak Ettiniz mi?

Bilim Felsefesi
Doğum, büyüme, yaşlanma ve ölüm” gibi, her canlının başından geçmesi mukadder olan hadiselere karşı, bitkiler ve hayvanlar gibi insanın da yapacağı bir şey yoktur. Akıl ve şuur gibi başta gelen birçok his ve lâtifelerimizle diğer canlılardan farklı olmamıza rağmen, yaşlanma ve ölüm gibi ilahi emirlere boyun eğme hususunda diğer canlılardan farklı değiliz.

Ölümden kaçmak mümkün olmasa bile acaba ihtiyarlığın önüne geçilebilinir mi? sorusuna cevap arayan araştırıcıların çok büyük bir kısmı, ihtiyarlığın da engellenemeyeceği hususunda hemfikirdirler. Ancak moleküler biyoloji, biyokimya ve fizyoloji bakımından yapılan laboratuar çalışmaları yanında, yaşlı ve gençlerin müşahedelerine dayanan çeşitli araştırmalar, gençlikten ihtiyarlığa geçişin mümkün olan en az zararla atlatılabileceği hususunda çok ümitliler. “Bir ayağı çukurda” denilen çağlarında bile insanın gençlik faaliyetlerinden çok fazla şey kaybetmeden, sıkıntısız ve kimseye yük olmadan, hastane köşelerinde sürünmeden, ölümü gülerek karşılayabileceği hususundaki çalışmalar gün geçtikçe yeni buluşlarla daha da hız kazanmaktadır.

İşin en hayret verici yanı ise; yaşlanma hususunda yapılan bütün çalışmaların neticesi, İslamiyetin Kur’an ve Hadis gibi çok sağlam iki kaynağından gelen bilgilerle ittifak halindedir. Az yemekten tutun da, içki ve uyuşturucu gibi yasaklara riayet, yürüme, uyuma, oturup kalkma, ibadet gibi günlük hayatımıza ait fiili hareketlerimizden, ruh dünyamıza ait kanaat, iktisat, dengeli hayat, tefekkür, sabır, hoşgörü gibi inanan insanda bulunması gereken birçok hasletin, temelde vücut sıhhati ve sıkıntısız yaşlanma hususunda en esaslı düsturlar olduğu hergün yeni bir araştırma neticesinde ortaya çıkarılmaktadır.

Atalarımızın “Az ağrı âsân ölüm, tekmil iman, Kur’an” şeklinde hulasa ettiği hayat tarzının birinci kısmı olan “az ağrı ve âsân ölüm” arzusu, bugün batıdaki ihtiyarlığı yavaşlatma ve kolaylaştırma mevzuundaki çalışmaların esasını teşkil etmektedir.

Yaşlanma üzerinde yapılan çalışmalarda önceleri yaşa bağlı ortalama kayıplar üzerinde durulup, neticede ortaya çıkan arıza ve hastalıkların tedavisine uğraşılmaktaydı. Daha sonraları beslenme, idman ve gençlikteki kötü alışkanlıkların tesirleri incelenmeye başlanmıştır. En son çalışmalar ise, “nasıl başarılı bir
yaşlanmaya geçilip, ihtiyarlık kolay geçirilir?” sorusuna cevap arar mahiyettedir.

Yaşlanma hususunda genetik yapının ehemmiyeti hiçbir zaman ihmal edilemez. Yani daha ana karnındayken ‘kader kalemi” ile yazılmış DNA programımızdaki ihtiyarlık çağının erken veya geç başlamasına ait biyolojik bilgiyi, hiçbir zaman değiştiremeyiz. Ebeveynimizden aldığımız yaşlanmaya ait genetik bilgiler, zamanı geldiğinde hadiseyi başlatmak üzere tetiğin çekilmesiyle kuvveden fiile çıkmaya başlar. Fakat bu genetik program bize göre mutlak olmayıp, şartlara bağlı olarak hızlı veya yavaş cereyan edebilir. Dolayısıyla ebeveyninden hızlı yaşlanma genlerini alan birisi, dikkatli ve titiz bir hayat programlayarak emsallerinden daha geç yaşlanabilir veya tam aksine ebeveyninden yavaş yaşlanma genlerini alan bir kimse çok kötü ve gayr-i meşru bir hayal sürerek emsallerinden daha erken yaşlanabilir.

Yaşlanma meselesini incelerken akla gelen ilk soru “normal yaşlanmanın ne olup olmadığıdır. Bu yüzden, sadece yaşlanmaya bağlı değişiklikler ile; hastalıklara bağlı değişikliklerin birbirinden çök iyi ayırt edilmesi gerekir. Bunun için belli bir hastalıktan dolayı arızaları ortaya çıkanları ayırıp, sadece yaşa bağlı fizyolojik davranışların teşhisi için çok dikkatli çalışmalar yapılmış ve “normal yaşlı” tipi ortaya konulmuştur.

Birçok ilmi araştırmada olduğu gibi başlangıçta daha çok laboratuar hayvanlarından bilgi temin edilmeye çalışılmıştır. Kemirici hayvanlarda fazla beslenmeye bağlı olarak kalori alınmasının artışı, hayat müddetini farkedilir şekilde azaltmıştır. Fakat beslenmedeki bu azalmanın ömrü uzatmadaki mekanizması hala izah edilememiştir. Daha sonra insanlar arasındaki müşahedeler de benzer neticeleri vermiş ve ihtiyaçlarından fazla kalori almayanların (yani sofradan tam doymadan kalkan ve acıkmadan yemeyenlerin) daha zinde olup daha uzun yaşadıkları tespit edilmiştir.

Yaşlanma hakkındaki en birinci mekanizma olan genetik program, yaşlanmayı nasıl başlatıyor? Bu soru, şu anda birçok genetik laboratuarının üzerinde çalıştığı önemli bir mevzu olup, aydınlanan bazı yönlerinden anladığımıza göre yaşlanma, normal çalışan DNA programındaki bir kesintiyle başlamaktadır. Daha sonra vücut- ta iş gören bazı hususi enzimlerin ve DNA’nın zarar görmesiyle de yaşlanma hızlanır. Buna paralel olarak hormon seviyelerindeki azalmalar, muafiyet sisteminde arızalar çıkmaya başlaması ve serbest oksijen radikalleri diye bilinen son derece tahrip edici moleküllerin artmasıyla, yaşlılık belirtileri iyice kendini göstermeye başlar.

Bu durumda yaşlanmayı ortaya çıkaran ve daha biz doğma-dan ebeveynimizden kader kalemiyle yazılmış olarak aldığımız “gerantogen” 1erin (yaşlılık genleri) mevcudiyeti, giderek kuvvet kazanmaktadır.

Eski çağlarda insan ömürlerinin çok daha fazla olduğu tahmin edilmesine rağmen günümüzde insan ömrü ortalama 75 yıl kabul edilir ve yaşlılık belirtileri de 45-50 yaşlarında görülmeye başlar. Vücudumuzun farklı organlarında farklı derecelerde görülen bu değişikliklerin bazıları şunlardır: Kadınlarda üreme sistemindeki durgunlukla (menapoz) beraber, rahim ve göğüs kanserlerinin artışı, osteoporosis (kemiklerin gözenekli hale gelerek zayıflaması) neticesi kemiklerde bozulmalar, 70-75 yaşlarından itibaren de kalb, akciğer ve böbrek fonksiyonlarında azalmalar görülür. Vücudun sıcaklık ayar mekanizmaları bozulur, dolayısıyla da çevredeki sıcaklık değişimlerine karşı koyma direnci düşer. Enfeksiyonlarla mücadele kapasitesi azalır ve otoimmun cevaplarda (vücudun kendi hücrelerinin kendisine yabancı görülmesi neticesi gelişen alerjik hastalıklar) artış olur.

Erkeklerde üreme fonksiyonlarında azalmalar görülür. Hemen hemen herkeste gözün mesafe ayarlama (odaklama) kabiliyeti bozulur. Belirli uyarılara karşı fiziki ve zihni cevaplarda yavaşlama görülür. Vücudun salgılama fonksiyonlarında azalmalar olur. Çok geniş nisbette artherıosklerosis (damar sertliği) ortaya çıkar. Atardamar ve eklem bozulmaları görülür. Beyindeki bazı nöronlar (sinir hücreleri) oldukça fazla büyürken, bazılarında bozukluklar meydana gelir.

Yaşlanmanın başlamasının genetik olarak tesbiti bizim irademiz dışı bir hadise olmasına rağmen, yaşlanmanın süratinde ve derecesinde, hadiseye tesir eden faktörlerin bazılarının yönlendirilmesinde, az dahi olsa irademizin rolü vardır. Yani bazı alışkanlıkları irademizle terkederek veya kazanarak, yaşlılık yıllarına daha iyi hazırlanabiliriz. Bunun için yaşlanmanın biyokimyevi ve moleküler mekanizmasının iyi bilinip, müdahale edilebilecek yerlerin tespit edilmesi gerekir.

Yaşlanma hususunda bir hipoteze göre, hücrede bulunan serbest oksijen radikalleri hayati molekülleri tahrib etmektedir. Eşleşmemiş elektron taşıyan bu serbest oksijen radikalleri birçok biyolojik reaksiyonda ortaya çıkarak, DNA, protein ve yağ gibi moleküllerde oksıdasyona (oksidatif bozulma) sebep olurlar, yani tahrib ederler. Bu serbest oksijen radikalleri daha tesirli tahrip gücüne sahip hidrojenperoksit gibi değişik oksidanları da meydana getirebilirler. Vücut hücrelerimizde meydana gelen ve geri dönüşü olmayan bu oksitleyici zarar, neticede yaşlanmaya sebep olur. Yaşlanma mekanizmasındaki tesirli diğer bir faktör de glikoz kullanım metabolizmasının ayarının bozulmasıdır. Glikoz yavaş bir şekilde kollogen gibi proteinlerin yapısını değiştirir. Deri ve bağ dokusunda bol bulunan kollogen liflerin düzeni ve yapısı, çapraz bağlar yaparak değişir ve birbirleri üzerinde kilitlenmelere sebep olur. Proteinlerin bu şekilde glikolizasyonu, bağ dokularının ve kalb kasının katılaşmasında rol oynar (derinin buruşması gibi). Tahrip edici oksijen molekülleri ayrıca, damar sertliği, kanser ve eklem hastalıkları gibi neticelerle de kendini gösterir. Bir insan hücresindeki DNA’nın ortalama olarak hergün 10.000 oksitleyici molekülün tesirinde kaldığı kabul edilmektedir. Hücrenin enerji merkezi olan mitokondri içinde bulunan, bu organele has özel DNA’nın ise tamir edilemez şekilde zarara uğradığı gösterilmiştir. Böylece mitokondrilerin enerji üretme kapasitelerinde yaşlanmayla birlikte bir azalma göze çarpmaktadır. Aslında bu serbest radikallerin ana kaynağı da mitokondridir. Yapılan tecrübelerde mitokondri DNA’sındaki oksidasyon nisbetinin hücre çekirdeğindeki DNA’nın maruz kaldığından daha yüksek olduğu tespit edilmiştir. Mitokondrilerin enerji üretimindeki bu azalmayı, zamanla dokuların ve organların yıpranması takip eder. Nitekim 1990 yılında yaşlı insanların beyin ve kalb hücrelerinin mitokondrilerine ait DNA’larında, ceninlerde (doğmamış yavru) bulunmayan bazı kusurlar tespit edilmiştir.

Yaşlanmayı başlatan ve ilerleterek ölüme yaklaştıran genetik ve biyokimyevi faktörlerin yıkıcı tesirlerine karşılık, yine aynı hücrelerin içinde bulunan diğer bazı faktörler, hücrede meydana gelen hasarları tamir etmek üzere programlanmıştır.

Hücrelerimize yerleştirilmiş tamir mekanizmaları sayesinde yaşlanmayı ortaya çıkarıcı birçok hasar, genişlemeden tamir edilir veya yıkıma sebep olan serbest oksijen radikalleri nötralize edilir. Böylece yaşlılık yavaşlatılarak geciktirilebilir.

En son araştırmalara göre hücrelerde bulunan süperoksit dismutase isimli bir enzim, oksitlenme neticesi ortaya çıkan zararı tamir etmektedir. Nitekim hücrelerinde bu enzimden bulunmayan deney hayvanlarının, diğerlerinden çok hızlı yaşlandığı ve kısa ömürlü olduğu tespit edilmiştir. Diğer bir araştırmada ise, bir solu- can türünde yaşlanma ile alakalı gen tespit edilmiş ve bu gen mutasyona (değişikliğe)
uğratıldığında bu kurtların ömrünün % 70 arttığı görülmüştür. Aynı zamanda, mutasyona uğramış kurtların yüksek seviyede süperoksit dismutase ve catalase gibi tamir edici enzimler taşıdığı tespit edilmiştir.

Bu durumda ilim adamları, canlıda belli bir proteinin, bu tamir edici enzimlerin üretimini engellediğini söylemekte ve eğer bu proteinin sentezine mani olunursa tamir mekanizmalarının aksamadan çalışacağını tahmin etmektedirler.

Yaşlanma hakkında yapılan çalışmalardan elde edilen diğer bir bilgiye göre bazal metabolizma hızı, canlının ömür uzunluğu ile ters orantılıdır. Mesela fareler insanlardan çok daha yüksek bazal metabolizma hızına sahip olduğundan ortalama ömürleri üç-dört yıldır. Bazal metabolizma hızı yüksek olanlarda, yıpratıcı oksidant moleküller çok daha fazla çıktığından hücrelerin yaşlanması da çok hızlı olmaktadır. Nitekim uzun ömürlü canlıların ve yavaş yaşlanan insanların dokularının genel olarak daha fazla süperoksit dismutase enzimi ürettikleri ve oksidasyona daha dirençli oldukları bulunmuştur.

Ancak, oksidasyonun tahribine karşı koruyucu olan süperoksit dismutase enzimi de sürekli olarak yapılamaz ve belirli bir dönem sonra bu koruma sistemi de iş yapamaz hale gelir ve yine yaşlanma başlar. Bütün mesele, koruyucu tamir sisteminin ne kadar uzun süre iş görebileceğinde gizli olduğundan, bu sistemi 30 yaşlarında iş görmez hale gelen insan yaşlanırken 50 yaşında koruma sistemi sağlam olan birisi de emsallerinden çok daha zinde ve genç kalabilir.

Bu durumda vücudun bu yıpranma ve tamir dengesini nasıl ideale en yakın tutabiliriz? Bu hususta tavsiye edilen düsturların en önemlileri maddi (az yemek, hareket, bazı gıdaların tercihi gibi) olmaktan çok ruhi itminan ve insanın yaşadığı çevrenin durumuna ait olanlardır. Bilhassa Amerika’da son 20 yıldır, huzur evleri, yalnız yaşayanlar, dullar, emekliler, aile hayatı sürenler, vs. gibi çok çeşitli gruplar üzerinde yapılan çalışmalar göstermiştir ki; huzurlu aile hayatı sürenler ve çocuklarıyla birlikte yaşayanlar, emekli olduktan sonra bile faaliyetlerini kesmeden günlük işlerini sürdürenler, devamlı olarak gençlerle birlikte sevgi ve hürmetin hâkim olduğu bir atmosferde yaşayanlar çok yavaş yaşlanmakta, immun sistemleri sağlıklı olarak vazife yaptığından dolayı hastalıklara karşı dirençli olmakta ve emsallerinden çok daha zinde bir ihtiyarlık sürmektedirler.

Aksine, çocuklarından ayrı yaşayan, huzur evine atılmış veya eşini kaybetmiş olup yalnız yaşayanlar, emekli olup kendini kenara çekmiş ve devamlı ihtiyarların arasında hareketsiz, donuk bir hayat sürenler ise, çok süratli yaşlanmakta, hastalıklara karşı çok dirençsiz olmakta ve çabuk ölmektedirler.

Kendi işini kendi görüp, bakımını başkalarının üzerine yıkmamış, kontrolü elinde tutan ve çeşitli hayır cemiyetlerinde faal üye olarak bir ideal uğruna koşturanların, gençliğinden itibaren belirli hareketleri düzenli olarak hergün belirli vakitlerde aksatmadan yapanların, sigara, içki, kumar gibi kötülüklere bulaşmadan az fakat düzenli beslenenlerin ve evinde aile içi geçimsizliğine maruz kalmayan talihlilerin; dolayısıyla ruhi bakımdan çok dengeli insanların bedenlerindeki yıkıcı moleküllerin de tamir mekanizmalarıyla çok iyi dengelendiği ve yaşlanmalarının oldukça yavaşladığı bilinen gözlemlerdir. Ancak bütün bunlara rağmen, bilinmeyen bir sebepten aniden çıkabilecek bir hastalığın yapacağı tahribatı, normal yaşlanmanın dışında değerlendirmek gerekir ve bu hususta kimsenin de garantisi yoktur. Zaten ilim adamlarının pek çoğu da, yaşlılığın durdurulamayacağını belirterek, yapılan çalışmalardaki esas hedefin; sıkıntısız yaşlılık geçirerek, hastanelerde sürünmeden, acı çekmeden bu dünyadan ayrılmayı kolaylaştırmak olduğunu ve bunun içinde bazı düsturları tespit etmek gerektiğini söylemektedirler.

Prof.Dr. Arif SARSILMAZ

Güneşin Ötesine Doğru Yolculuk

Bilim Felsefesi
Güneş sistemi şu aileden ibarettir: Merkezde güneş, onun etrafında dönen 9 gezegen ve uyduları, kuyruklu yıldızlar, meteorlar... Aile mensupları. bir imam hükmündeki güneş etrafında şaşmadan, belirli yörüngelerinden çıkmadan çok dakik olarak dönerler. Öyle ki, onların hem güneş, hem de kendi etraflarında dönüş süreleri saniyelerle hesaplanacak kadar hassas ve dakiktir. Dernek ki onlar, azîm bir heybet tahtında, birer emirber nefer gibi hareket eden, ilâhî birer memurdurlar. Onların bu ince ve düzenli hareketleri, Cenab-ı Hakk'ın kudretiyle hareket ettiklerini aşikar olarak gösterir.
Acaba en dıştaki gezegen olan Plüton'un ötesinde, bu aileye mensup başka bir gökcismi yok mu? Güneş sisteminin dışı niçin boş gözüküyor? Bu boşluğun sebebi, sistemin dışında başka birşey olmadığından değil de, insanoğlunun oradaki maddî varlıkları bile farketmekten aciz oluşundandır.
Şimdi astronomlar, güneş ailesinin aslında Plüton'dan daha ötelere uzandığı kanaatindeler. Herhangi bilinen bir gezegenin ötesinde, soğuk ve karanlık içinde bir buz kümeleri halkası yatmakladır. "Kuiper Kuşağı" denilen bu halka, güneş sistemini kuşatmaktadır. Bunun da ötesi, benzer şekilde teşekkül etmiş Oort bulutudur. Bu bulut bizim gezegen sistemimizin etrafında güneş merkezli geniş bir küre meydana getirir. O, güneşten iki ışık yılı uzağa yayılmıştır. Bu mesafe bize en yakın yıldız olan Alfa Sentori'ye uzaklığın yarısıdır.
Dünyamızdan baktığınızda meşale gibi parlayan bir kuyruklu yıldız manzarası arzeden gök cisimlerinin kaynağı da aslında bu tozlu buz kümeleri bölgesidir. Bazan bu dış bölgedeki buzumsu parçalardan biri, geçmekte olan bir yıldız veya gaz bulutu tarafından güneşe doğru itilirler. O da dünyamıza doğru kayarken, kuyruklu yıldız olarak görünür.
Bu geniş kuyruklu yıldız tarlasına ait ilk tespitler 40 sene önce yapılmıştı. Fakat bunun için deliller sadece teorik ve endirekt yollarla getiriliyordu. Nihayet şimdi müşahhas ve muayyen deliller var. Geçen aylarda Hawai'deki bir hassas elektronik dedektörle kaydedilen kırmızımsı bir küçük parlak nokta, Kuiper kuşağına ait bir ilk cisim olarak gözükmekledir. Şimdi "1992 QBI" olarak bilinen cisim, ilk hesaplara göre 5,1 milyar km uzaktadır. Bu, onun güneş sisteminde en uzak bir cisim olmasını gerektirmez. Çünkü Plüton, güneşten 7 milyar km uzaktadır. Ama bu cisim, Kuiper kuşağı ve Oort bulutunun gerçekten var olabileceğine işaret eder. Çünkü güneş sisteminin sınırı, Plüton'un gidebildiğinin 10.000 misli uzağına kadar uzanabilir.
Bu keşif tesadüf değildir. Hawai Üniversitesi Astronomu D. Jewitt ve Harward'dan J. Luu. beş seneden beri böyle bir cismi araştırıyorlardı. Jewitt şöyle diyor: "Biz güneş sisteminin dışının niçin böyle boş olduğunu anlamaya çalışıyorduk." Boşluğun sebebi, sistemin dışında gerçekten bir şeyin yokluğu mu. yoksa bir cismi görmenin zor oluşu mu? Bir cismi görmenin zor olduğunu kabul etmenin makul olması için birkaç sebep var: Evvela, kuşak ve bulutun mevcudiyeti, güneş sisteminin doğuşuna ait kurulmuş teorilerle izah edilmektedir. Bu teorilere göre, bir gaz veya toz bulutundan teşekkül eden başlangıçtaki güneş, artık maddelerden meydana gelen disk şeklindeki bir bulul ile kuşatılmıştı. Bu yeni doğmuş yıldızın (güneşin) ısısı, küçük tanecikler ve su buharı da dahil, gazları dışa doğru sevk etti. Biraz ağır olanlar, geri kalan metal zengini kayalar, asteroid ve güneşe yakın gezegenler olarak yoğunlaştılar. Bu gezegenler; Merkür, Venüs, Dünya ve Mars'tır. Gazların çoğu ve daha dışardaki hafif tozlar, gaz devleri dediğimiz; Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün olarak toplandılar. Geri kalanlar da güneşin sıcaklığı ve rüzgarının tesiriyle güneş sisteminin dışına üflendiler. Ve orada toz ve buz yığınları şeklinde dondular. Burada zikretmediğimiz Plüton, diğerlerinden farklı bir gezegendir. Birçok astronom inanıyor ki, o bir gezegen değildir. Dış gezegenlerin biriyle gravitasyon çekimine girerek şimdiki yerine fırlatılmış bir asteroid veya bir dev kuyruklu yıldızdır.

Kuyruklu yıldızların mevcudiyeti, Kuiper kuşağı ve Oort bulutunun varlığına dair başka bir delil daha teşkil etmektedir. Kuyruklu yıldızlar, yörüngeleri üzerinde dönen tozlu buz yığınlarıdır ki bunların sathı, güneşten gelen ısıyla buharlaşmış ve bu buharlardan kuyruklar ve haleler meydana gelmiştir. 1950'li yılların başında Hollandalı astronom Jan Oort, kuyruklu yıldızların güneş sistemini kuşatan bir bulut içinde hasıl olduklarına işaret etmiştir. O, teorisini güneş sisteminin iç kısımlarından, Jüpiter'in dışına kadar uzanan epey uzatılmış yörüngeler üzerine inşa eder. Her 76 senede bir turunu tamamlayan daha kısa periyodlu Halley gibi kuyruklu yıldızların, Oortun çağdaşı ve vatandaşı Gerard Kuiper'in ilk defa bildirdiği Kuiper kuşağından çıktığına inanılıyor. Çünkü tekrarlanmış güneş sıcaklığı, bir milyon sene sonra bir kuyruklu yıldızı kaynatarak buharlaştırıp yok edecektir. Ardından yenilerinin çıkması gerçeği gösteriyor kî, çok geniş bir kuyruklu yıldız tedariki var.
Bazı astronomlar, bu yeni cismin ne olduğunun iyice tetkik edilmesi gerekir diye. ikaz ediyorlar. Onun yörüngesini hesaplamış olan Brain Marsden de: "Bu cisim başka bir şey de olabilir, fakat büyük ihtimalle Kuiper kuşağına aittir" diyor.
Güneş sisteminin iyi bilinmesi, kainatın iyi bilinmesi demektir. Çünkü güneş. kainattaki milyarlarca yıldızdan biridir. Güneş sisteminde tecelli eden Cenab-ı Hakk'ın güzel isimlerinin aynısı, diğer yıldızlarda da tecelli etmektedir. Bu bakımdan Kur'an-ı Kerim'de birçok ayette güneş sisteminden bahsedilmektedir. Fakat istisna olarak sadece dünyanın kainatta müstesna bir yeri vardır. Çünkü üzerinde insan ve İslamiyet bulunduğundan. kainatın kalbi mesabesindedir.

Hüseyin Korkmaz